Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ekim '09

 
Kategori
Blog
 

Yazarlık, uslu çocukların işi değildir

Yazarlık, uslu çocukların işi değildir
 

Velet işte, şandel atış yapıyor.


Ne yapsak da bu güzel sitemizde bir “Blog açılımı” başlatsak, bilemiyorum. Ama yazma amacı birbirinden çok farklı binlerce üyenin olduğu bir sitede açılım’a meyletmek pek akıl kârı olmasa gerek. Dişlilerinde bir eksiklik olduğu zaman, pantolon fermuarı da açılmıyor, biliyorsunuz!

Ne var ki işler de pek tıkırında gitmiyor, gördüğünüz gibi. Üye sayısındaki artış, günlük yayına verilen yazı sayısına pek katkı sağlamıyor. 2007 senesinde 250 olan günlük ortalama, üye sayısı arttığı halde bugün 200’lerde geziniyor.

Vardır elbet bir (birçok) sebebi.

Bana da soruyor bazı dostlar… Şu sıralar neden yazmadığımı…

“Kimsenin kalbini kırmamak için” diyemiyorum tabii, iş güç var işte, diyerek geçiştiriyorum. Yazarlık farklı bir uğraş ve uslu çocukların işi değil! Hele ki bu tür sitelerde kon kon kelebek yaklaşımının alıcısı pek çıkmaz. Yorum ve tık uğruna damara göre şerbet vereyim, vakvakları ürkütmeyeyim tarzı yazarlıkla bağdaşmaz.

Köpek ısırınca haber olur mu?

“Olmaz” diyor gazeteci esnafı . Es geçmemek lazım tabii! Öyle ya; köpeğin işi zaten ısırmak, haber bunun neresinde? E tabii “köpek ısırılmadı” diye boş çıkmıyor gazete ve gazetelerin internet sayfaları… “Eren Talu, Defne Samyeli’ni aldattıysa”, köpek ısırılmış sayılır(!), mesela… Koyunlarını otlatırken menşei “henüz” açıklanmamış bir silahla vurulan ve o körpe vücudunun parçaları ağaç dallarından toplanan “Ceylan’ın” durumu ise “haber olmayacak” kertede sıradandır.

Birinci haberi sayfanızda yorumlarsanız, yazınızın Milliyet.com.tr.de çıkma olasılığı oldukça yüksektir. Bol bol tıklanır ve okunma oranınızı yükseltebilirsiniz. Ama hakkını yemeyelim şimdi…”Ceylan” konusunda yazmanız da engellenmez bu sitede… Evet; köpek ısırınca haber olmaz ama yazı, yani yorum hiç olmaz. Bilineni tekrar etmek, söylenmişi söylemek, gündemin peşinden koşmak… Öyle ya… Papağanlar da yineliyor bazı sözcükleri. (Tarihten örnek: İyi padişahlar vardı, bir de kötü padişahlar!)

Gazete mutfakları…

Blog üyelerinin pek de ilgilenmediği bir konudur gazete mutfakları. Anlı şanlı köşe yazarlarına ve habercilere özenirler ve hatta yeri gelince bir hayli iddialı “mukayeselerde” bulunurlar ama bir gün olsun o sistemin nasıl çalıştığını merak etmezler. Açıkça söyleyeyim: Olası bir denetim ve elemede… Milliyet Blog’da yazılan yazıların (Çeşitli gerekçelerle) %99’unun gazete sayfalarında yer bulamayacağı kesindir.(Üzgünüm ama bulamıyor da zaten)

Tüyo ister misiniz?

Sizin “Ulan bunu yakında bu siteden kovarlar” diye düşündüğünüz üyeler oldukça kıymetlidir “İdare” nezdinde… Tüm samimiyetimle söyleyeyim ki: doğrusu da budur zaten. Bazen ayarını tutturamasa da hoplatan, zıplatan, dürten, uyandıran, karıştıran, korkmadan tartışan, ele aldığı konuyu tartışmaya açan ve fikr-i takip alışkanlığı olan üyeler kıymetlidir idare için.

Örnek mi?

Bakın o zaman gazetelerdeki bazı köşe yazarlarına…Hıncal Uluç, Ahmet Altan, Emin Çölaşan, Yılmaz Özdil, Bekir Coşkun, Ahmet Hakan, Engin Ardıç ve hatta Erman Toroğlu... İster beğenin, ister beğenmeyin. Sorun bu değil zaten. Bir lokomotif olma durumu var.

Elmalarla armutları karıştırmıyoruz tabii ama siz de kabul edersiniz ki yukarıdaki isimlerin ortak bir özelliği var. Söz konusu bu özelliği bir okur olarak değil de mesleki açıdan değerlendirmek gerekir. Gazeteler de ekmek yiyecek zira!

Seviye zaptiyeleri…

Yazıya sevdalı ama Basın-Yayın dünyasından bihaber olan üye arkadaşlara meram anlatmak pek kolay olmasa gerek. Sitedeki en ufak bir hareketlenmeyi, en ufak bir tartışmayı seviye çağrılarıyla engellemeye çalışan bu arkadaşları anlamak mümkün değil zaten. Seviye ama nasıl seviye? 5 bin farklı seviye anlayışının bulunduğu bir ortamda hangi seviyeden bahsediliyor, bilinmez. Ama ortada bir renk ve farklılık alerjisi olduğu kesin.( Şark’ın bilinen huyudur zaten kendine benzemeyeni düşman olarak addetmesi.)

“Belirli bir dünya görüşüm yok! Tarih, coğrafya, ekonomi, finans bilmem! Devlet ile onun alternatifi olan sivil toplum kuruluşları hakkında kafa yormam. Falanca üniversitenin bilmem ne bölümünü bitirmeme rağmen kafasını gözünü yarmadan iki satır yazamam. (Zarfa değil, mazrufa bakın lütfen. Bizler edebiyatçı değiliz!) Siz hitabıyla başlayan bir yorumu sen hitabıyla bitirmekte hiçbir sakınca görmem. Hangi konuda olursa olsun söyleyecek veya savunacak bir fikrim olmadığından tartışmalardan uzak dururum” demez kimse tabii… Önemli olan seviyedir zira…

Seviye uğruna sitem edilir editörlere… “Çok kirlendi burası, çekip giderim haa!” restleri çekilir!

Ah, ama ne var ki seviyesizlikten şikâyet edenlerin de “seviyeli” bir tartışma başlattıklarına şahit olamadık bu güne kadar! Hani mevcut tartışmalara “seviyeli” bir şekilde katılarak “örnek” olsalar ona da razıyız yani! Ama nerdeee?

Nedir seviye?

Mesajları alttan alttan vermek mi? Neyin karşısındaysa onun yanında, neyin yanındaysa onun karşısında kontrası mı? Düşmanımın düşmanı benin dostumdur aptallığı mı? Hangi amaçla ve kime karşı yazıldığı tam belli olmayan “adressiz” yazılara sazan gibi atlayarak görüş bildirmek mi? Konuşulması gerektiği yerde susmak mı? Belli bir etnik grubu veya sınıfı (çobanlar, Kürtler, Yörükler veya gurbetçiler olabilir mesela) aşağılayan veya dışlayan yazılara (Dur bir tane de ben ekleştireyim şiarıyla) “şak şak” yorumları yazmak mı?

Sümüklü olurdu fırlamalar…

Ellerinde de sapanları…Ve ben onlara hayrandım çocukken. Aile baskısı aralarına katılmamı engellerdi ama yüreğim de onlarla beraberdi. Ne varsa onlarda vardı. Eşek sudan gelesiye kadar dayak yiyeceklerini bildikleri halde yapacaklarından geri kalmamaları saygıyı hak ederdi benim gözümde. Sünepeliğin, mıymıntılığın, uyuşukluğun ve buna bağlı akut sersemliğin kime faydası olmuş ki?

Yazarlık mı?

Bir nevi fırlamalıktır be dostlar.

 
Toplam blog
: 312
: 1658
Kayıt tarihi
: 10.02.07
 
 

Önceleri konuşurdu insanlar, "yazmak", sonraların işi... Duygu ve düşüncelerimizin yanı sıra gözl..