Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Ocak '18

 
Kategori
Deneme
 

Yazarlık Öğrenilir mi ?

Yazarlık Öğrenilir mi ?
 

yazma sancısı


Montaigne, etki altında kalmamak için evine çekilerek yazıyor. Evinde, kendi düşünceleriyle baş başa kalıyor. Tüm yazarlardan uzakta olmak yazarı rahatlatıyor. Onların etkisinde kalmak istemiyor. Evinde kendi dünyasına çekiliyor. Bu öyle bir dünya ki dış dünyadan uzak, kendi benliğinin derinliklerinde.
 
Ben gönlümce yazabilmek için evime çekiliyorum. Kimsenin bana el uzatamayacağı, söz edemeyeceği yabancı bir ülkede oturuyorum. Öyle bir yer ki tanıdığım hiç kimse okuduğu duanın Latincesini bilmez, hele Fransızcasını hiç anlamaz. Başka yerde yazsam daha iyi yazardım, ama yazdığım şey daha az benim olurdu. Oysaki benim yazımda asıl aradığım tam anlamıyla kendimin olmasıdır. Ben yazarken rastgele gittiğim için bol bol hatalara düşerim. Bunları pekâlâ düzeltebilirdim. Ama o zaman, benim âdetim, malım olmuş kusurları düzeltmekle kendi kendimi yanlış tanıtmış olurdum.(Montaigne)
 
Montaigne, böyle diyor da Montaigne’ nin izinden giderek yazar olunabilir mi? Sanmıyorum; çünkü her yazarın bir düş evreni vardır. Yazar, yazacaklarını düş evreninde oluşturur. Sizin de düşündüklerinizi, gözlemlerinizi, duygularınızı geliştirip kurgulayacağınız, gün yüzüne çıkaracağız bilinçaltı verilerinizin olması gerekmez mi?
 
Peki, neden yazmak isteriz? Kalıcı olmak için mi? Zamanı öldürmek, sonsuz olmak için mi? Yoksa sadece düşüncelerimizi aktarmak için mi? Okuyanların beğenisini sağlamak, takdir edilmek için mi? Varolmak mı? Birkaçı ya da hepsi mi?
 
Tıpkı üreme içgüdüsü gibi... Bu sorunun, birçok şekilde cevaplandırılmasına rağmen cevapsız kalışının kaynağını da orada aramak gerekir.
 
Kimi balıkları, denizlerde binlerce kilometre kat ederek üreme görevini yerine getirdikten sonra ölüme terk eden içgüdünün kaynağı ne ise, yazarı yazma sancısı ile kıvrandıran içgüdünün kaynağı da odur
 
George Orwell, niçin yazdığını açıklarken; “Henüz beş altı yaşlarındayken, büyüyünce bir yazar olacağımı biliyordum” der. Yazarların erken yaşlarda bile çevresindeki insanlardan oldukça ayrıcalıklı olduğudur. Orwell, yazma içgüdüsünü; bencillik, estetik merak, tarih merakı, siyasal amaç gibi dört madde altında toplarsa da satır aralarında yazarı kutsamaktan geri durmaz.
 
Eğer her şeye rağmen “Niçin yazmak istediğimiz” sorusuna vereceğimiz cevabın bir önemi varsa deriz ki; yazma, insanın kültürel birikimini gelecek kuşaklara aktarma içgüdüsüdür.
 
Yazmak, sözcüklerin kabuğunu kırmak, onlara anlamsal ve çağrımsal boyutlar kazandırmaktır. İster kurmacasal olsun, ister bilgilendirici yazının başarısı da buna bağlıdır büyük ölçüde (Emin Özdemir, Nasıl Yazar Oldum?)
 
Peki, yazma tekniklerini öğrenek de yazar olunmaz mı?  Olunmaz demeyeyim de zor. Yazma tekniklerini öğrenmek sizi Tolstoy, Balzac, Yaşar Kemal da yapmaz
 
Roman yazmak teknikleri öğretilebilir. Ancak hedefiniz çok büyük bir romancı olmaksa unutmayın ki tüm bunları bilmek sizi Tolstoy, Balzac, Yaşar Kemal da yapmaz. Tüm teknik öğretileri harfiyen öğrenseniz ve uykusuz gecelerle yoğun bir emek verseniz de Dostoyevski olamazsınız. 
 
Yazarlık her şeye egemen olmaktır. Yazmak büyük bir inceleme, araştırma, bulma sürecidir. Belleğimizde oluşturduğumuz bir gemiye binerek çıktığımız seferlerde gerçek ve gerçek üstü birçok bilinmeyeni bulmaktır, yazarlık. Önce kendi iç dünyamızdaki bilinmeyen gizli kalmış birçok duygumuz ortaya çıkar. İnsanları tanırız, onların acılarına, sevinçlerine, sırlarına dokunuruz. Bambaşka yaşamlar yaratır; besler,büyütür ve sonlandırırız. Yazarlık bir yönüyle de tinsel bir yapıyla her şeye egemen olmaktır. Her şeyi baştan yaratmak, bir dünya kurmaktır. Çok sıkıntılı olan bu sürece belki de bu nedenle katlanırız. O süreci yaşayabilmek o zorlu yolları yürüyebilmek için. 
 
Sadece romancılar, öykücüler, denemeciler, şairler mi yazıyor? Kuşkusuz, hayır. Yazmak  isteriz! Ama nasıl? Eğer bir ağaca sevgilimizin ismini kazıyacaksak çok önemli tekniklere ve altyapıya sahip olmamız gerekmez. Bir çakı, kolay yontulabilecek güzel bir ağaç ve o ağaca zarar veriyor olmamızın umursamazlığı yeterli olacaktır. 
 
Ağaçlara kazınan adlar, duvarlara yazılan sloganlar, kamyon çamurluklarına ya da kasalarına yazılan bin bir çeşit maniler, özdeyişler, atasözleri; gençlerin tükenmez kalemle vücutlarına sevdiklerinin adlarını yazması; bin bir riski göze alarak üniversitede bildiri dağıtan öğrencilerin izbe odalarda gizlice yazdıkları siyasal metinler ve daha neler neler…
 
İnsanın en temel duygularından birinin geleceğe kalmaktır. Bunun için psikoloji eğitimi almamıza gerek yok. İnsan üretme duygusuyla kalıcı olmak ve ölümsüzleşmek ister. Duygularımızı aktarmak, yaşadığımız toplumu değiştirmek, güzellikler katmak, güçlü dürtülerimizdir.
 
İyi bir yazar olmanın birçok koşulu var. Bunlar arasında önem sıralaması yapmak gerekirse ilk koşulun iyi bir okur olmak olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ardından ilgi, merak, sabır, bilgi birikimi, yetenek gibi öğeler gelmektedir.
 
İyi bir yazar olmak çok roman yazmak demek değildir. Harpler Lee sadece tek bir kitap yazmıştır. Bülbülü Öldürmek adlı yapıtı dünya edebiyatının klasikleri arasındadır. Yine Margaret Mitchell, Rüzgâr Gibi Geçti isimli romanı dışında bir yapıt vermemiştir ve bu yapıtı dünya edebiyatının en saygın çalışmalarından biridir. Her iki kitabın da filmi yapılmıştır ve yine her iki film de sinema klasikleri arasında sayılmaktadır.
 
Ne var ki, sizi Freud ve Jung’un psikanalizleri ile yormak istemem. Ama size yazma isteğinin dayanılmaz sancısı ile kıvranan büyük öykü üstadı Sait Faik’in şu cümlelerini sunabilirim: “...Niyetim yazı yazmak bile değildi. Balığa çıkacaktım. On kuruşa kahve, yirmi kuruşluk köylü sigarası içecektim. Kaybettiğim her şeyi; insanlığı, cesareti, iyiliği, saffeti, dostluğu, alın terini, sessizliği yeniden bulacak; belki yeniden bir adam olmasam bile bir temiz hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecektim. Aklıma ara sıra esen yazı yazmak arzusunu değil, kötü huyunu, bu tek kötü huyu muvaffakiyet, şöhretler düşünmeden ‘ve düşünürsem Allah canımı alsın!’ düşüncesiyle yeniden bulabilirsem, kalemsiz, kâğıtsız, dağlara fırlayacak balığa çıkacaktım. 
 
Söz vermiştim kendi kendime: yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi. Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet, neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”(Haritada Bir Nokta’dan)
 
Tarık Buğra’ya sorarsanız, yazmak; “sürüden ayrılmak”tır. Yazmaya soyunan kişi, az çok kalabalıklardan farklı olduğunu sezinleyen insandır. Onun farklılığına toplumun gereksinmesi vardır. O halde, yazar taşıdığı değerin ayırdına varmalı ve kendisini sıradanlaştıracak duruşlardan uzak olmalıdır. Toplum da yazara gereken önemi vermelidir. Tarık Buğra, verdiği bir mülâkatta bu düşüncelerini şöyle açıklar. “Bir ödül için kendisini satan adam, ne yazar olabilir, hatta insan bile olamaz. İnsan olunmadan da yazar olunmaz. Bağımsızlık lâzım. Sıradan insan değildir yazar. Ama gerçek yazar, sıradan bir insan değildir. Ona gereksinmesi vardır toplumun. Bu gereksinme duyan toplum yükselir. Bu ihtiyacı karşılayan insan kazanır.”
 
Ya hayat ya da yazmak, seçim senin. Eğer yazmak istiyorsak, önceliğimiz bu olmalı. Yazmak çok zor bir eylemdir ve hobi olarak yapılabilecek bir şey değildir. Birinci önceliğimiz, ilgi alanınızda temel öğe yazmak olmalı. Tüm benliğimizle, ruhumuzla yazmaya odaklanmalıyız. Olması gereken bu olmakla birlikte yaşam koşulları, geçim derdi, zorunluluklar bu odaklanmayı azaltmaktadır. Geçinmek için 10 -12 saat çalışmak zorunda olan bir kişi ne derece yazmaya odaklanabilecektir? Bir yanda yaşam koşulları, diğer yandaysa tüm zamanınızı yutmak isteyen bir yazma. tutkusu. Yazarlık, zaman sınırı tanımayan dünyanın en zor işlerinden biridir.
 
Yazmanın zorlu süreciden geçmeden yazar olunmaz. Büyük yazarlar da ünlü yazarlar da nitelikli yapıtlarını sancılarla doğururlar. Edebiyatın devlerinden Gustave Flaubert yazdığı bir mektubunda, tek bir sözcüğü bulmak için tüm gün çalıştığını ve büyük zorluklar yaşadığını anlatmaktadır. Yahya Kemal Beyatlı da şiirinin bütünlüğünü bozmayacak uygun bir sözcük bulmak için günlerce düşünmüş. Yazmanın zorlu süreci hep vardır ve var olacaktır. Kimi yazarlar, yazma eylemleriyle ilgili okurların hoşlarına gidecek yanıtlar verseler de gerçekte kurgulamanın sancısını hepsi yaşamaktadır. Ama biran önce çalakalem bir şeyler karalayanlar da yok değildir. Bunlar, popüler yazarlardır. Sabun köpüğü gibidirler. Klasikleşmiş yazarlar gibi sesleri, çağların derinliklerinden gelip geleceğe dek uzanmaz. Bozkır çiçekleri gibi hemen solarlar, yere düşerler. Klasikleşmiş yazarlar öyle mi ya! Uzun düşünme,araştırma,inceleme sonucu kurgulanan,yazarın iç benliğinden doğan deneme,makale;roman,öykü ilgi çeker, okura ulaşır…
 
Köy enstitüsüne girince kitaplar arasında bulmuştum kendimi. Enstitülerde kitabın yeri ekmekten önce gelirdi. Esat Mahmut Karakurt, Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu derken Balzac'ların, Hugo'ların, Dostoyevski'lerin, Çehov'ların dünyasına uzanmıştım. Yazının insan yaratısı bir güç olduğunu öğrendim. İnsanı ve toplumu değiştiren bir güç.
 
Nereden geliyordu yazının gücü? Okudukça, bir kitaptan ötekisine geçtikçe bu sorunun üzerinde düşünmeye başladım. Gorki'nin o ünlü üçlemesini, Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken, Benim Üniversitelerim'i okurken sınırlı da olsa bu sorunun yanıtını bulmuş gibiydim: İnsan gerçeğini, acıları, çekileri, umutları, sevgileri yansıtıyordu yazı. Sonra bir başka Gorki'yi, Balkanların Gorki'si sayılan Panait İstirati'yle tanıştım. Baraganın Dikenleri, Kodin, Sokak Kızı, Angel Dayı, Arkadaş, Kira Kiralina bulduğum yanıtı boyutlandırıp pekiştirmişti. (Emin Özdemir, Nasıl Yazar Oldum?)
 
Nedeni ne olursa olsun, yazarlar, şairler, genel anlamda bütün sanatçılar iyi ki varlar. Yazarlar, her şeye rağmen iyi ki yazıyorlar. İyi ki bize kapılarını ardına kadar açma cesaretini ve cömertliğini gösterebiliyorlar. Onların gizemli dünyasından –belki kendimizin de farkında olmadığımız- en ilkel ve en uygar yanımıza bir yansıma yok mudur? Yoksa onların özel dünyaları bizi niye bu denli çok ilgilendirsin ki. Belki de yazarlar bize, bizim içimizdeki bizlere, bilinçaltlarının karanlık noktalarına ayna tutma becerisine ulaşmış kişilerdir, ne dersiniz? Eğer öyleyse, Eflatun’un dediği gibi sanat; “Doğaya-ve doğanın ruhuna- ayna tutmak” mıdır? Kim bilir.
 
Kaynaklar
Emin Özdemir, Nasıl Yazar Oldum?
Mungan Murathan, Yazıhane, Metis Yayınları, 2003.
Özdenören Rasim, Yazı,İmge, Gerçeklik, İz Yayıncılık, İstanbul, 2003.
Haz. Emiroğlu Öztürk, Hisar’da Kültür Ve Sanat Konuşmaları, Kültür Bakanlığı Yayını, 2001.
Haz. Komisyon, TDK, yayını, Güzel Yazılar, Röportajlar, Ankara, 1997.
 
 
Toplam blog
: 391
: 2555
Kayıt tarihi
: 04.12.12
 
 

Hüseyin BAŞDOĞAN, 1942'de Malatya- Arapgir'de doğdu.Arapgir Ortaokulunu, Diyarbakır Öğretmen Okul..