Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Aralık '07

 
Kategori
Tarih
 

Yazı

Yazı
 

Yazı nasıl ortaya çıktı? İnsanların yazıyı basit bir ihtiyaç yüzünden icat ettiği sanılıyor. Hesap kaydı tutmak için... Her şey bugünkü Irak’ta, Mezopotamya’da, Dicle ve Fırat nehirlerinin arasında kalan bölgede başladı. “Yazı” denebilecek en eski belgeler Sümerlere ait Uruk kentinin büyük tapınağının kalıntılarında bulunan kil tabletlerdir. Günümüzden altı bin yıl kadar önceden kalma bu tabletlerin üzerindeki işaretlerin bir hesap kaydı olduğu bilinmektedir. Ne yazık ki ABD’nin Irak’ı bombardımanı ve işgali sırasında insanlığın bu değerli mirasının büyük bir bölümü yok edildi ve yağmalandı.

Yazı bir yerde bulunup oradan dünyanın her tarafına yayılmış gibi görünmemektedir. Dünyanın değişik bölgelerinde yaklaşık aynı dönemlerde birbirinden bağımsız biçimde ortaya çıktığı sanılıyor. Üretim ilişkileri belli bir düzeye geldiğinde kayıt tutma ihtiyacı ortaya çıkmış o ihtiyaç da yazıyı doğurmuş olmalı.

Uruk tabletleri Sümerlerin toplum düzeni hakkında da bilgi veriyor. Bu belgelerden Sümerlerin parayı icat eden ve faizle borç veren bir toplum olduğunu da öğrenebiliyoruz. Sümerler yazıyı zaman içinde geliştirdiler. Önceleri sadece nokta ve çizgi biçiminde basit işaretlerden oluşan bir sistem kullanılırken zamanla “piktogram” denen resimyazı kullanılmaya başladı. Bunlardan birkaçı bir arada kullanıldığı zaman bir düşünce anlatılabiliyordu buna da “ideogram” deniyor. Resimyazıda, örneğin “kadın”, vulva çizgili bir pubis üçgeniyle, “kral” ise başında taç olan bir insan figürüyle anlatılıyordu.

Yazıcılar kamıştan yapılma kalemler kullanıyorlardı. Kamışların ucunu sivriltip yumuşak kil tabletler üzerine resimler çizip sonra bu tabletleri kurutuyor ya da pişiriyorlardı. İşaretler yalnızca kendilerini gösteriyorlardı; yani bir “öküz başı” öküzü, “ayak” yürümeyi gösteriyordu. Sonra çok önemli bir aşama kaydedildi ve göstergelerin somut varlıkları değil sesleri temsil ettiği bir sistem bulundu. Böylece aynı işaretle çok daha fazla şey anlatılabilir hale geldi. Mezopotamya’nın Sümerler, Akadlar, Babilliler ve Asurlular gibi kadim halkları sadece yazıyı değil aynı zamanda mektuplaşmayı ve posta sistemini de icat ettiler. Kilden zarflar bile yapmışlardı. Çiviyazısıyla edebiyat metinleri, dualar ve ilahiler de kayda geçirildi. Gılgamış Destanı da Eski Sümerler tarafından yazılmıştır. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında yer alan büyük “Tufan” efsanesi de ilk defa bu destanda yer almıştır.

Eski Mezopotamya’da yazıcıların ayrıcalıklı bir yeri vardı. Hatta krallardan bile güçlü bir soylu sınıf oluşturuyorlardı. Okuma yazma bilmek önemli bir güçtü, yazıcılar bilginin iktidarına sahipti. Aslında bu durum bugün dahi fazla değişmiş değildir.

Çiviyazısı ses göstergesi olma özelliğinden dolayı başka dillere de uyarlanabildi. Örneğin, Akadlardan farklı diller konuşan Elamlar ve Anadolu’da yaşayan Hititler de çiviyazısı kullandılar.

Eski Mısırlılar ise hiyeroglif denen bir yazı sistemi kullanıyorlardı. Hiyeroglif en başından itibaren sesleri simgeleyen gerçek bir yazı sistemiydi. Hem somut varlıkları simgeleyen piktogramlar hem düşünceleri ifade eden birleşik göstergeler hem de seslere gönderme yapan fonogramlar bir arada kullanılıyordu. Böylece hemen hemen her şey ifade edilebiliyordu. Mısırlılar bu yazıyla tarihi olayları, kralların soyağacını, kraliyet düğünlerini, savaşları, muhasebe ve hukuk kurallarını, tıp, eczacılık ve astronomi bilgilerini, kehanet ve büyücülük sanatını ve ayrıca takvimi kaydetmişlerdir.

Mezopotamya ve Mısır’da kullanılan yazılar okunmuş ve bulunan belgelerde anlatılanların hemen hemen tamamı anlaşılmıştır. Ancak günümüzden dört bin yıl kadar önce Girit’te kullanılan yazının sırrı çözülememiştir. “Faistos Tekeri” denen bir taş üzerinde yazılmış yazı hâlâ okunmayı beklemektedir.

Çinliler ise şimdiki kullandıkları yazı sistemlerini bundan dört bin yıl önce bulup iki bin yıl önce de son biçimini vermişlerdi. Çin yazısı da temelde bir piktogram yazı olarak başlamış sonradan ses göstergelerine dönüşmüştür Çinliler ilk dönemlerde yazılarını kaplumbağa kabukları ve geyiklerin kürek kemiklerine yazıyorlardı..

Günümüzden üç bin yıl önce ise yazıda asıl büyük devrim gerçekleşir ve alfabe bulunur. Bugünkü Lübnan topraklarında yaşayan, denizci ve tüccar bir halk olan Fenikeliler çok işlevsel bir yazı sistemi buldular. Piktogram, ideogram ya da çiviyazısı temelli yazı sistemlerinde çok sayıda resim, gösterge ve simge kullanılır, bu da bu simgelerin hepsini ezberlemeyi ve akılda tutmayı gerektirir ki kolay bir şey değildir. Alfabe ise “harf” dediğimiz otuz civarında göstergeyle her şeyin yazılabilmesini sağlar. Örneğin bugün kullandığımız alfabeyle Türkçe okuma yazma öğrenmek isteyen birinin 29 harf öğrenmesi yeterliyken Hiyeroglif yazısının kullanıldığı eski Mısır’da bir öğrenci yüzlerce göstergeyi ezberlemek zorundaydı.

Bugün kullanılan hemen hemen bütün alfabeler Fenike alfabesinden türemiştir. Daha sonra da bugün İsrail’de kullanılan Aram alfabesi ortaya çıktı. “Alfabe” sözcüğü bu alfabenin ilk iki harfi olan “alef” ve “beth”ten gelmektedir. Alef İbranice’de “öküz” beth ise “ev” demektir. Daha sonra Araplar da kendi alfabelerini oluşturdular. İbranice gibi Arap alfabesinin kökeni de Fenike alfabesidir. “Alef” ve “Beth” Arapça’da “Elif” ve “Be”, Yunanca’da “Alfa” ve “Beta”, bugün bizim kullandığımız alfabede ise “A” ve “B” adını aldı.

Yunanlılar ise Aramca’dan aldıkları sessiz harflere sesli harfleri ekleyip kendi dillerini yazıya geçirmeye başladılar. Alfabenin bulunuşu edebiyat ürünlerinin de yazıya geçirilmesini mümkün kıldı. Antik çağ edebiyatının serpilip gelişmesini ve günümüze kadar ulaşmasını alfabenin bulunuşuna borçluyuz. Hindistan da M.Ö. 500 yıllarından itibaren alfabetik bir yazı sistemine geçilmişti.

Bugün kullandığımız Latin alfabesi Romalılardan bütün Avrupa’ya yayılmış Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Harf Devrimi’yle de bize kadar ulaşmıştır. Türkler VII. yüzyıldan itibaren kendilerine ait bir alfabe kullanmaya başladılar. Kökeni Fenike alfabesine dayanan ve Runik denen bu alfabede, 4’ü sesli, 34’ü sessiz, 38 harf vardı. Bu alfabeyle yazılan en eski belgeler Orhun yazıtlarıdır. Bu tip yazıtlara eski Türkler “Bengi Taş” diyorlardı. “Bengi” ölümsüz demektir. Anlamlı bir adlandırma… Ayrıca Uygur Türkleri de kendilerine özgü bir alfabe kullanmışlardır. Türk boyları İslamiyeti kabul ettikten sonra yaklaşık bin yıl boyunca Arap alfabesini kullanmışlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra 1928 yılında yapılan Harf Devrimi’yle Latin alfabesine geçmişlerdir. Bugün Azerbaycan’da Latin alfabesiyle Rusların kullandığı Kiril alfabesinin karışımı bir alfabe kullanılmaktadır.

Uzunca bir süre yazı sanatı genellikle din adamlarının tekelinde kaldı. Hristiyanlığın kabulünden sonra keşişler yazı sanatının temsilcileri oldular. Keşişler yazıyla yeni bir şey ortaya çıkarmadılar, belli metinleri kopyalamakla uğraştılar ancak bunlar da kendilerini kaligrafi sanatında geliştirdiler.

On ikinci yüz yıl sonunda Avrupa’da kilisenin eğitim tekeli kırılmaya başlar. Ticaret burjuvazisi sözleşme, senet gibi resmi belgelerini kaleme alacak bir yazıcılar sınıfına ihtiyaç duymaktadır. Böylece laik bir yazıcı esnafı ortaya çıkar. Eserlerin türü ve içeriği zenginleşir. Felsefe, mantık, astronomi, tıp kitapları da yazılıp çoğaltılmakta ve alıcı bulabilmektedir.

15. yüzyılın ortalarında ise yazıyla ilgili bir büyük devrim daha gerçekleşir ve kitaplar matbaada basılmaya, çoğaltılmaya başlar. Aslında matbaa yeni bir icat değildir. Matbaaya benzer aletler üzüm sıkmakta, kumaşların üzerine baskı yapmakta çok öncelerden beri kullanılıyordu. Çinliler harflerin elle dizildiği bir çeşit matbaa kullanıyordu. Ancak “Gutenberg” diye bilinen Johannes Gensfleisch, yine Çinlilerin bir icadı olan kâğıdı ve matbaa makinesini birleştirip baskıyı mekanik hale getiren bir teknik geliştirdi. Ne yazık ki bu icadı Gutenberg’e fazla yaramadı. Matbaa için bir bankacıdan borç almış, borcunu zamanında ödeyemediği için bankacı bütün malına el koyup, matbaasını işletmeye başlamıştı. Matbaada basılan ilk eserde yayıncı olarak Gutenberg’in değil bankacı Fust’un adı geçer. Gutenberg ise birkaç yıl sonra sefalet içinde ölür.

Matbaanın gelişmesi kitapların çoğalmasına, okur yazar sayısının artmasına, dolayısıyla bilginin yaygınlaşmasına yol açar. Yazı ve kitaplar bir sınıfın ayrıcalığı olmaktan çıkıp yavaş yavaş halka doğru iner. Avrupa’da Rönesans dönemi yaşanmaktadır. İnsanlar bilgi peşinde koşmaktadırlar. Bu da Aydınlanma Çağı’nı başlatır. 1783’te Fransız matbaacı Didot baskı makinesini daha da geliştirdi. Tipografik ölçü birimi “punto”yu tanımladı (örneğin bu yazının ölçüsü sekiz puntodur). Aynı yıllarda makara halinde kâğıt üretimine başlandı. 1812 yılında bir düzlem ve karşısında yer alan bir silindirle işleyen bir sistem geliştirilir, mürekkebi makineye otomatik olarak aktarma yöntemi bulunur. 1846’da ise karşılıklı iki silindir biçiminde çalışan “rotatif” tekniği geliştirilir. Bu teknikle saatte yüz bine yakın nüsha basılabilmektedir.

Matbaanın gelişmesi gazetelerin de yaygınlaşmasını sağladı. Aslı taa Roma İmparatorluğu’ndaki duvar duyurularına kadar giden gazete, çağdaş biçimiyle ilk olarak 1700’lerin başında Hollanda ve Almanya’da ortaya çıktı.

Yeryüzünde üç bin kadar farklı dil konuşulurken bunlardan sadece yaklaşık yüz kadarı yazıya aktarılmıştır. Türkler kendi alfabelerini oluşturmakta fazla gecikmediler ama kâğıt ve matbaayı kullanmakta epey geciktiler. Aslında matbaa Osmanlı topraklarına çok erken bir tarihte girmişti. 1492'de İspanya'daki Engizisyon zulmünden kaçıp Osmanlı'ya sığınan Yahudiler matbaacılık tekniğini beraberinde getirmişlerdi. David ve Samuel ibn Nahmias kardeşler 1493 yılında İstanbul'da ilk matbaayı kurdular. Ancak uzun yıllar boyunca Osmanlı'nın İslam tebaasından kişilere matbaa kurma izni verilmedi. Müslümanlara matbaa kurma izni ancak 1727 yılında Lale Devri'nde verildi. Kurucusu Macar asıllı İbrahim Mütefferika’dır. Aynı yıllarda Amerika’da çıkan gazeteler kitap ilanlarıyla doluydu. Bir yazarın bir tek kitabı sadece iki ay içinde yüzbinden fazla satılmıştı.

Günümüzde yetmiş milyon nüfuslu ülkemizde iki bin nüsha basılan kitapların bile satılamayıp kitapçı raflarında eskidiği düşünülürse bu konuda Batıyla aramızdaki üç yüz yıllık açığın hâlâ devam ettiği söylenebilir.
..........

Not: Bu yazının bazı bölümleri için Georges Jean'ın "Yazı:İnsanlığın Belleği" adlı (Yapı Kredi Yayınları) kitabından yararlandım.

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..