Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Mart '12

 
Kategori
Kitap
 

Yazın - yayın için manifesto

Yazın - yayın için manifesto
 

"Dokun Bana O Kadar Kolay Ki" romanının ön kapağı


"Dokun Bana O Kadar Kolay Ki" romanımı Ücretsiz Dağıtıyorum. Bilgiler aşağıda.

Sevgili dostlar, arkadaşlar; bir iki ay önce, duyuru anlamında, “Dokun Bana O Kadar Kolay Ki” romanın yayıneviyle olan sözleşmemi  iptal ettiğimi, yazın ve yayın (Manifesto) ile ilgili bir yazı düzenlemekte olduğumu, sonrasında elimdeki romanları isteyenlere ücretsiz dağıtacağımı yazmıştım. Sözünü ettiğim yazım aşağıda. Uzun sayılabilir ama işin hikâyesi için en kısa özettir; lütfen okuyun, arkadaşlarınızla, dostlarınızla sayfalarınızda, alanlarınızda paylaşın. Bu romanı edinmek isteyenlerden telefon bekliyorum, ya da epostayla bildirin. Telefon ve e mail adresim aşağıda. Kitabı okuyunca genel düşüncelerinizi, sınırsız eleştirilerinizi bana yazarsanız sevinirim; yazmazsanız da sağ olun!

 

Not: 1-Bu bildirimi adres fortföylerinin farklı olması nedeniyle birden fazla almış olanlar olabilir; ayıklamak zordu, kusura bakmayın. 2- Sizin arkadaşlarınız ve dostlarınız da istekte bulunabilirler. 

 

Yazın – Yayın İçin Manifesto

“Dokun Bana O Kadar Kolay Ki” romanının yazımı, yayın hikâyesi,  yazın dünyasına  ilişkin düşüncelerim ve bir ‘soru’nun irdelenmesi:

 

Sorulan: “ ‘Dokun Bana O Kadar Kolay Ki’ romanının konusu gerçek yaşamınızdan aktarılanlar mı? Kişilerin yakın ilişkilerinin anlatımı doğru mu veya gerekli mi?”

Yanıt: “Evet ama hayır, diye yanıtlamak olanaklı; çünkü romanın kurgusunu oluşturan ve kurguyu ete kemiğe büründüren yazardır. Bu romanın konusu cinayet olsaydı; bu soru gene sorulacak mıydı? Katil sen misin demek saçmalık olmayacak mıydı? Herhangi bir öyküde birebir gerçekler sıralansaydı, ‘o’ belgesel olurdu. Genel anlamda, romanın konusu, yazarın özgürlüğüyle yaratıcılığını içerir; bir roman bütünüyle gerçek de olabilir, kurgu da olabilir; ana iskelet dışında her şey hayalin ürünü de olabilir. Seksin (yakın ilişkilerin) sınırlı, denetimli anlatımını toplumsal ve dinsel baskılara boyun eğmeden neden kabullenemiyoruz? Anlayamıyorum! Cesur davranarak, çok sınırlı betimlemeyi yenilik anlamında romana dahil ettim. Estetik sınırda kalmak iyi bir yoldur, diye düşünüyorum.”

 

Genel değerlendirme; biçim ve içerik.

 

Roman kurgulanırken “kalıplaşmış düşünce ve biçimlerden” uzaklaşarak birçok yenilik amaçlandı. İnsanların amacı sınırsız düşünce yapılarıyla yeniliklere ulaşmaktır. Aksi, ortaçağ düşünce biçiminde ısrar etmektir. Televizyon yayınların ilk yıllarıyla bugününü anımsayalım: Bin dokuz yüz ellili yılların başlarında, İngiliz gazeteci bayan yazarın, “Televizyonlara seks konuları girmelidir,” anlamında bir makale yazdığı bilinmekte ve televizyon sektöründeki gelişimin bu yazarın görüşleriyle başladığı ve bugünlere gelindiği ifade edilmektedir.

Böyle bir gelişim romanda niçin olmasın?

“Dokun Bana O Kadar Kolay Ki” romanında Arzu ile Süreyya, yaratıcı olan Tanrı’nın seksten tat almayı bahşetmesini, “Soyunu sen yarat,” emrinin teşviki anlamında irdeleyip tartışılıyorlar. Bu nedenle de yakın ilişki estetik ölçülerde, anlatım sınırı iyi hesap edilerek sadece üç yerde betimlenmiştir. Ortaçağ değerlerinin internet devriminin yaşanmakta olduğu bu çağda geçerli olması düşünülemez. Ayıp kavramı dahi bu çağa yakışır düzeyde olmalıdır.

Romanda ana hikâyeyi oluşturan Arzu ile Süreyya’nın aşk öyküleri yanında; onların düşün dünyaları, siyasal ve sosyal irdelemeleriyle fikir alışverişleri ve sanatlardan tarihe kadar çok farklı konulardaki anlatım ve sohbetleri yapıtın önemli yapı taşları olmuştur. Bu kapsamda, Anadolu kavimlerinin binlerce yıllık geçmişine ilişkin yorumlara; Foçalılardan Troylara; Hitit’ten Kenger Türkleri’ne ve cumhuriyet dönemiyle bugünün siyasal, toplumsal tartışmalarına; doğumdan ölüme insan yaşamının; mutlulukların, özgürlüklerin irdelenmesine; “Ölüm yok oluş mu, özgürlüğe kavuşmak mı?” tartışmalarına; resim sanatından tiyatroya, şiirlerden öykülere ve daha birçok konuya yer verilmiştir. Böylece roman olumsuz, eylem ve söylemlerden arındırılarak düşünmek isteyen düşünsün, tartışsın; sadece aşk öyküsünü merak eden aşk öyküsüyle yetinsin ve bu yetinme doyurucu olsun, diye çok yanlılık amaçlanmıştır.

Düşünce ve anlatım yönünden sınırlayıcı olan bölüm adı yerine sıra numarası tercih edilerek çalışma sahası genişletilmiştir. Bölüm içi, * * * işaretiyle fasıllara ayrılarak özgür çalışma amaçlanmıştır. Diyaloglar tireyle verilirken ara konuya geçiş anlamındaki konuşmalar satır başlarıyla tırnak içi verilerek biçimsel yönden de tekdüzelik reddedilerek okuma rahatlığı sağlanmıştır. Noktalama işaretleri bolca kullanılarak kolay okunma, kolay anlaşılmayla birlikte okuyana soluk alma, nefes verme sürelerinde rahatlık tanınarak sakince düşünme, hislenme; duyguları boşaltarak daha büyük güçle okuma olanağı verilmek istenmiştir.  

Paris’te Moulin Rouge’da tanışıp Londra ve Viyana günlerinde oluşan aşk İstanbul şansıyla ilahi kader gibi hayata geçiyor: Anadolu sevdalısı âşıklar İstanbul’dan Çanakkale’ye, İzmir’e, Didim’e, Dalaman’a, Köyceğiz’e ve Şavşat’a dek gezileriyle ortam renkleniyor. Özel yaşamlarında sınır tanımayan âşıkların yakın ilişkileri 417 sayfalık kitapta, 3 yerde yarımşar sayfadan 1,5 sayfayla “estetik kurallar” içinde betimleniyor; o üç sayfa vazgeçilmez değildir!

Farklı temaların ana öyküyle bağlantılarının olumlu düzeyde tutulma çabası, okuyucuya akarsu niteliğinde bir bütün sunulması, önemli uğraşımız oldu.

Çizilmeğe çalışılan bu tablo bütünlüğüne dikkat edildiğinde alışılmış roman biçim ve içeriğinin çok ötelerinde yenilikler görülecektir.

Ana yapıya bir başka köşeden bakalım: Uçurumun kenarındaki Arzu’nun “ağır yaşam yanlışına” karşın, bu güzelim aşkı; kavgadan döğüşten, tabancadan bıçaktan, kandan; hileden hordadan, entrikadan, düzenbazlıktan; her türlü kötülükten uzak tutmaya; okuyanı germek yerine düşünmeye, tartışmaya, fikir üretmeye sevk etmek için özen gösterildi. Bunun için içerik zenginleştirilip sürükleyici oluşum sağlanmağa çalışıldı. Arzu’nun konumuyla ilgili olarak Süreyya toplumsal acımasızlıkla burun buruna gelinmesine karşın aklın öne geçmesi yeğlendi. Süreyya’nın katil konumunda olmaması tercih edildi. Bu roman; kan, tabanca bıçak, entrika sevenler için değil!. Fikre, duyguya, düşünceye; sanata; siyasete, Anadolu sevdasına yer vermek tercih edildi. İsteyen aşk hikâyesiyle yetinsin, isteyen toplumsal, siyasal ve düşün dünyalarıyla sanatlar arasında gezinsin dengesi oluşturulmağa çalışıldı.

Kitap arka kapak yazısını şöyle düzenledim:

“Dokun Bana O Kadar Kolay Ki” Roman’ında neler var?

“Toulouse Loutrec, Molin Rouge; Leonardo da Vinci, Mona Lisa ve Anadolu sevdalısı iki çılgın aşığın Paris’te başlayan yıldırım aşklarıyla doğumdan ölüme kadar yaşam felsefesi; aydınlanma, Atatürk cumhuriyeti; sosyal politikalar; özgürlük, mutluluk ve İstanbul’dan İzmir’e, Şavşat’tan Köyceğiz’e toprağın altıyla üstüyle bizim olan güzel ülkem Anadolu ile ülkemin güzel insanları var. Duygu dolu sımsıcak; ama trajik bir aşk öyküsü var.”

Roman, öykü, şiir yazımı ve yayın aşamaları hakkında düşüncelerim:

 

Her tür yazı için; biçim ve içerikte; basmakalıbı, şablonu kabullenmiyorum. Roman, öykü, şiir yazarın özgür iradesi dışında şablonla, siparişle oluşmamalı; yazarın özgürlüğü önünde set oluşturulmamalı. Yazar önce kafasının içinde özgür olmalı.

Uzun yıllardan bu yana gelip kalıplaşanlar “Tanrı’nın Kelamı” değildir.

Bu söylem yayın aşamalarında hiçbir öneri kabullenilemez anlamını taşımaz. Görüşme elbette olacaktır. Yanlış olanı, estetik olmayanı görüp öneri getiren editördür! Karşılıklı değerlendirmeler; kalıplar dışında kalarak, yanlışı bulma, doğru olanı saptama yönünde olmalıdır. İki örnek: Sarmısak sözcüğü yanlıştır, sarımsak olacak uyarısı editörlük değildir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde, Ö. Asım Aksoy başkanlığında düzenlenen Ana Yazım Kılavuzu’nda “sarımsak” diye bir sözcük yoktur; çarşıda, pazarda vardır. Editörün görevi, ayıp saydığı satırların yanına üç beş tane X işareti koymak değil, yazarla konuşup tartışarak doğruyu birlikte bulmaktır. Sonra; konuşacak yüzün yoksa neden yayınladın derler!

Yanlış olanla, estetik olmayanla “yenilik” olamaz; yenilik daha iyiye, daha güzele, daha ileri özgür düşünceye ulaşmaktır; dar kalıplardan çıkıştır, okuyuculara daha fazla özgürlük tanımaktır. Yazılanlar halk içindir: Yazar yazma tekniğiyle halkı düşünmeye, tartışmaya, sorgulamaya yönlendirmeli; kendinden bir şeyler bulmasına olanak tanımalıdır.

Günün koşulları yarın dar gelebilir; bunu unutmamak gerekir!

Bu düzende; romanı, öyküyü, şiiri basmakalıbın içine koyan, şablona oturtan ödüllere layık görülebilir; iyi para kazanır; ama özgürlüğünden vazgeçen yazarın yapıtı özgür değildir; alt alta sıralanmış buz kalıplarıdır; halkın satın alıp bir köşeye attığıdır. Özgürlükten uzak olan güdülendir; ruhtan uzak, fikirden yoksun, estetikten habersiz yığındır: halka saygısızlıktır.  

Çağın değişim ve gelişimlerine estetiği göz ardı etmeden ayak uydurmak gereklidir. Sanatlarda değişimi, gelişimi zorlayan etkenin teknolojik gelişme ve bilgi paylaşımı olduğu göz ardı edilemez. 1450’de matbaanın bulunmasıyla paylaşımın yaygınlaşması, Rönesans’sın doğumunu, Ortaçağ yazının değişimini sağlamıştır. Buhar gücünün keşfi; buhar makinelerinin 1662’de İngiltere’de kömür ocaklarına ve 1804’de yine İngiltere’de lokomotife güç kaynağı olarak girmesi Sanayi Devrimi’ni yaratmış ve 1917 Rusya sosyalist devrimini doğurmuştur. Bu devrimlerden yazın dünyası da etkilenmiş; böylece yeni ufuklar açılmıştır. Bu bağlamda, internet devrimini göz ardı etmek, devekuşu misali olur. Yazının bu devrimden de etkilenmesi doğal karşılanmalıdır.

Yazar; teknolojik gelişimin hızına düşünce sınırlarını genişleterek uymalıdır; sınırsız olanakların, özgürlüğün farkında olmalıdır! Düşünce ve ifadede “kaygı” ; doğruları bulma ve estetik arayışında olmalıdır. Yazar toplumu geri çeken, bölen değil; ileriye, iyiye, güzele, mutluluğa yönelten, birleştiren olmalıdır. Yazarın özgürlük sınırı; yazım kurallarına, estetik zorunluluğa uyum ve daima aydınlıkta kalma düşüncesi olmalıdır.

Türü ne olursa olsun yazı; okurun eline geçtiğinde, kendini kendisi okutmalıdır; reklamcının hüneri değil! Örneğin bir şiir, şiir gibi kendini okutmalıdır; üslubuyla, yaşayan halkın diliyle, anlaşılırlığıyla! Halka inanarak, “Fuzuli” olmamak gereklidir; “Nazım Hikmet” gibi anlaşılır olmalıdır! Sözcüklerden, dizelerden dolambaçlar oluşturmak sanat değildir. Sanat; Ayşe Hanım’ın, Hasan Bey’in anlayabildiğidir. Yazarı ölümsüz kılan halkın gönlüne oturan yapıtlarıdır. Satın alınıp okunmaya başlanan; ama bırakılıp atılan kitap için okuru suçlamak yeni dinozorlar yaratmaktır; kendini halktan soyutlayıp büyüklenmektir.

Yapıtın biçim ve içeriğiyle; fikriyle, duygularıyla, üslubuyla, estetik ölçüleriyle özgür olabilen yazar; özgürlüğü okuyucuya da yaşatandır; amaç böyle olmalıdır!

Okuduğumuz 400 sayfalık bazı romanları düşünelim; şunu görüyoruz: üç yüz ellinci sayfaya kadar “mıy mıy da mıy mıy”dan öte ne bir fikir, ne bir duygu; hiçbir şey yok! Konu açılımı anlamında aynı sözleri yinelemekten öte bir olgu yok. Bu mıy mıylardan sonra düğüm oluşur; son elli sayfada sözüm ona düğüm çözülür: kalıplara uyulmuştur ve “SON.” Kitap bitti! Okuyanlar hariç, kitabın oluşumunda emeği geçip karşılığını alanlar mesut bahtiyardır: Al gülüm ver gülüm meselesi sürüp gider!

Bu üç yüz elli sayfaya okuyucunun verdiği zaman ve göz nuru bu denli değersiz mi? Böylesi şablonculuk okurlara saygısızlık değil mi? Tüm insanların zamanlarının çok değerli olduğuna inanarak boş olan ‘o’ sayfaları birçok fikir, düşünce ve aktivite aktarımlarıyla donatarak halkın huzuruna çıkmak gerektiğine inanıyorum. Böylesi sonucu yaratmak sanattır!

Televizyonun, sinemanın, tiyatronun; tüm sahne sanatlarının edebi ve teknolojik boyutlarıyla, nereden nerelere geldiklerini düşünelim: Göreceğimiz baş döndürücü bir hız, değişim, gelişimdir. Hâl böyleyken neden yüzyıl öncesinin kalıplarında, ayıp olgusunda ısrarcı olalım? Halk adına ahkâm kesip buz kalıplarını öne sürmek yerine kararı halka bırakmak en doğrusu değil mi? Halkın beğendiği romanın baskıları sürecektir; beğenmediği roman ise ilk baskısını aşamayacaktır. Yayıncının mesleki hüneri bu ayrımı anlayarak karar vermesindedir: yayınlayacak veya reddedecek; bunun için dosyanın okunması gerekli!

 

Geçen yüzyılları anımsayalım:

İsa’dan önceki yüzyıllarla, özellikle Roma Dönemi sonlarına; “Tek Tanrılı Dinler” dönemine kadar yazılıp çizilenlere dikkat edelim: Şiir, resim, mozaik ve işleme sanatlarını düşünelim. Ressam ‘nü’lerini, Horatius’un bazı dizelerini, Antakya Mozaik Müzesi’ndeki mozaik tabloları anımsayalım! Bugünün insanları o yapıtlara hayran hayran bakıyor, yazın örneklerini gıptayla okuyor; kimse “ayıp” demiyor; bu haklı sanat hayranlığı “ayıpçılar ve yazın / yayın dinozorları” açısından ikiyüzlülüktür. Tek Tanrılı dinlerin “Aklı” poşete sokma gayretlerine rağmen insanoğlu ortaçağı aşmayı başarabilmiştir. Çağımızda “estetik” olmayan poşete girmiş, ciddi toplumsal tepki görmemiştir. Kadını çıplak kareleyen Pirelli Takvimleri estetiktir, poşetlik değildir; ama kimi teşhirciliği içeren çıplak fotoğraflar estetik değildir: poşetliktir; sınır “estetik” olgusudur! Estetik sınırlar içinde kalan yapıtlar; okuyanı, izleyeni rahatsız etmez; hatta mutluluk sınırlarında yeni ufuklara doğru yol alınmasına neden olabilir.

Yazarın, çağa yakışan düşünce içinde; yazdığı her satırı, sözcüğü kuyumcu titizliğiyle arayıp bulma zorunda olduğunu; böylesi titiz çalışmayla halka saygılı olunabileceğini, kitabı satın alan insanları ne verirsen alır diye görmenin saygısızlık olduğunu, düşünüyorum.

Yirmi birinci yüzyılda yapıt veren yazar yüzyıl öncesinin biçim ve içerik sınırlarını aşmalıdır; bu, özgür olmakla olanaklıdır. Toplumda; karanlıkta kalmaya ahdetmiş katmanlar, hatta ülkesinin bağımsızlığına kastedenler de olacaktır; ama yazarın hedefi onlara çanak tutmak değil aydınlık çağdan yana tavır koymaktır.         

 

Denenmek isteyen yazar adayları denenmelidir!

Dosya okunmadığı sürece kapitalden yana olan yayın sektörü daha da aşılamaz hale gelecektir; kaldı ki kapitalist dünya, yazarın arkasındaki motor güçtür. Yayınevleri iş sahası olarak yazın dünyasını tercih etmiş ticari kuruluşlardır. Para kazanıp büyüyerek yollarına devam edeceklerdir; fakat yayıncı bu sektörü seçmekle ülkesi halkıyla “toplumsal bir sözleşme” yapmış gibi sorumluluğu kabullenendir. Bu nedenle Çin Setti ören değil yol açan olmalıdır. Tuhaf olan şu: yayınevlerinde köşe başlarını tutanların kimi, önceki yıllarda, yazın dünyasına emeği geçen sosyalistlerdir.

 

Kimseyi hedef almış değilim, bu dünyanın fotoğrafını çekmeye çalıştım!     

 

İnternette, arama motoruna “yayınevleri” yazalım; şaşırmamak olanaksızdır, sonuç binden fazladır, çoğunluğu tek kitaplı yayınevleridir; kitabın yazarıyla yayınevi sahibi aynıdır. İçlerinde, uzmanlığı toplumca kabullenilmiş kişiler vardır. Dosyasını okuyacak yayınevi bulamayan yazar adayları işe yayın evi kurmakla başlamıştır. Bu yol çare değildir; çünkü yayıncılık başka iştir. Basım sağlanabilir; tanıtımı, dağıtımı sağlanamaz; kitapçının rafına dahi girilemez: her adım birbirleriyle organik bağ içindedir; düzen böyle kuruludur!             

Yazım sonrası aşamalar Çin Setti misalidir. Üç yılda, beş yılda yazdınız; ama dosyanızı KİMSEYE OKUTAMAZSINIZ! Sizi dileyen çıkarsa eğer o da kös dinler. 

Şu söylemi hep işitiriz: “Halkımız kitap okumuyor.” İnanırdım; giderek şu sonuca vardım: Ülkemizde sanıldığından çok kitap satılmaktadır: Bir, devletin resmi istatistiklerine değil, mantığa dayalı göstergelere baktığımızda, sadece yayıncının değil sıradan herhangi bir kitapçının dahi bir fazla müşteriye ihtiyaç yok gibidir. İki, halkımız kitap okumasaydı eğer birçok kitabın korsan basımları olamazdı. Üç, bu kesim insanlarının sosyal değişimi / gelişimi söylenenlerin aksini işaret etmektedir.

Yayıncı; toplumsal sözleşme gereği, dosya okunmasını sağlamalıdır. Elbette, çalışma programları içinde. Okunan dosyanın beğenilmemesi, para kazanma umudunun olmaması gibi nedenlerle reddedilmesi saygı ile karşılanır. Ancak, okunmamanın izahı yoktur.

Batı ülkelerinde yayınevleri yazar adaylarının peşinde teşvikleriyle dururken, yeni yazarlar keşfetme uğraşısı içindeyken, ülkemizde yazar adayları dosyasını okuyacak kuruluş bulamamaktadır. Çünkü bu düzende “Toplumsal Sözleşme”den söz etmeden pekâlâ para kazanılmaktadır! Hâkim olan zihniyet, “Bir yerde ödül kazanda öğle gel,” düşüncesidir. Tabii, ödül kazanmak güzel bir sonuç; ancak bir kişi ödül kazanmış ise yayıncılar onun peşinde koşmalı! Kaldı ki ödül bir başka hikâyedir. Ülkemizde ödül kazanıp ünlü olan vardır; ama dünyadaki çoğu ünlü yazar, dosyası yayınevince okunup yayınlandıktan çok sonra ünlü olanlardır. İşin kolayı; ödül kazanda gel zihniyeti ve şöhret olmuş kişiyi transfer etmektir.

Yayınevince dosyanın kitap oluşumu için verilen emeğin, harcanan paranın kazançla geri dönüşümü, “OBJEKTİF” beklenti ve değerlendirmeyle oluşmalıdır.

 

Yazma tutkum ve  yayın serüvenim:

İlkokul dördüncü sınıf sonrasında, yaz aylarından birinde, konuk olduğum bir bağ evinde; bir sabah, üzüm kütükleri arasında dolaşırken bana yol gösteren, yöntem öğreten çok genç bir kadının öncülüğünde üzüm topladıktan sonra; çardak altında, bağı gözlediğim sırada, elime geçen atık karton parçasına bir şiir yazdım. Herhalde üç ay sonraydı, bir de tiyatro oyunu yazdım. Maalesef onlar şimdi yok. Hatırlıyorum, şiirin duygusallığını halen yüreğimde hissedebiliyorum; oyuna sadece gülüyorum, prensesi kurtaran kahramanın ismi Nakre idi, Erkan’ın tersten yazımıydı. Lise sonrası gençlik yıllarımda siyasal, toplumsal makaleler öne çıktı; bir yandan da bazı dergilerde ve gazetelerin pazar eklerinde şiirlerim yayınlandı. 1960-1975 yılları arasında mahalli bir gazetenin birinci sayfasında siyasi içerikli makalelerim halk arasında ilgi gördü; fakat kamuda ve siyasiler arasında hedef olmama neden oldu. Daha sonraki yıllarda öykü ve roman devreye girdi; ama şiir hep vardı.

1974-1976 yıllarında yazdığım, “On Kuruşluk Yüzyıl” adını verdiğim romanla yayın dünyasına çıkma denemesi yaptım. Duvarları aşma olanağının olmadığını görerek dosyamı rafa kaldırdım, halen orada duruyor. İnternetle çok şey değişti; benim şiir kayıtlarım izinsiz kopyalamalarla on binlere ulaştı. Tek tesellim şu: Beğenilmeseydi alınmazdı! Birçok örnekten ikisi: Milliyet blokta, “İnat Olsun” şiirimi okuyan blog yazarı Bay şöyle yazıyordu: “Ne ilginç sade bir şiir söyleme biçiminiz var. Biraz Orhan Veli’msin. Fakat orijinal. Güzel ve keyifli..” Aynı şiir için blog yazarı Bayan, “Hayata bir direnişti şiiriniz.” diye yazıyordu; ama bunları yayın dünyası yetkililerine anlatma olanağı yok; çünkü köşe başındakiler yalnız kendini ve benzerini beğeniyor; bu sav yarışmalar için de geçerli!

1976 yılındaki roman yayın denememi biraz açalım:

“On Kuruşluk Yüzyıl” roman dosyamı, ülkemin yayın dünyasının ilk üçü arasında olan bir kuruluşa götürdüm; sahibiyle görüştüm: “Okuyalım,” dedi. Okuyacak kişinin adını verdi; ünlü bir gazetenin ünlü bir yazarıydı. Altı ay sonra görüşmek üzere ayrıldım. Altı ayı aşan bir süre sonra gittiğimde, “Henüz okunmadı,” dedi. Altı ay sonra tekrar gittiğimde yine “Henüz okunmadı,” dedi. Okunması için beklenilen bir yılı aşan süreyi okunmayacağının delili olarak gördüm. Dosyamı geri istedim, nereye koyduklarını unutmuşlardı, zor buldular.

Sonraki günlerin birinde, dosyamı Adam Yayıncılık’a yolladım. Bir ayı geçmeyen bir sürede iade ettiler; mektubu şu an aramızda olamayan Sayın Memet Fuat imzalanmıştı: “Dosyanız çok hacimli olduğu için değerlendirmeye alamadık, size (…) yayınevini salık veririz,” anlamındaydı. Doğru dürüst cevap almaktan memnun olmuştum.

Önerilen yayınevine telefon ettim. Bu yayınevi yeni kurulmuş; ama kısa sürede güven kazanmıştı. Telefondaki kişi yayınevinin kurucusu, ünlü bir yazardı. Öneriyi anlattım, görüşmek isterlerse randevu rica ettiğimi söyledim. “Hemen gelin hemen,” dediler. Sevindim ve “hemen” gittim. “Kendim okuyacağım, sizi sonra ararım,” dedi. Altı ay geçti, ses yoktu;  altı ay daha beklemeyi uygun gördüm, bir yılı aşkın süre sonra gittim. “Böyle böyleydi, ne oldu?” dedim. “Unuttum,” dediler. Dosyamı geri istedim; zor buldular, aldım çıktım.

Bu düzende ciddiyet anlaşılmıştı. Başka girişimde bulunmadım. Hâlâ kütüphanemde duruyor. İlk adımda böyle bir sonuç beni yazı dünyamdan uzaklaştırmadı.

2008’deki  ikinci yayın maceram:

Yazıp çizip dosyaları rafa kaldırarak 2004 yılına geldim. Yıllardır zihnimde taht kuran, “Dokun Bana O Kadar Kolay Ki,” romanını yazmağa başladım. Kurgu, yazım ve denetimler 2006 yılı sonlarında tamamlandı. Otuz yıl geçti; çok şey değişmiştir varsayımıyla tekrar denemeye karar verdim. Ülkemin önde gelen 20 yayınevine, kısaca dosyamdan bahseden ve “Okumak isterseniz lütfen randevu veriniz,” anlamında kısa mektup yazıp postaladım. Altı ay sonunda hiç birinden yanıt yoktu. Aynı mektubu 20 yayınevine daha yazdım; altı ay sonunda onlardan da yanıt alamadım. Pes etmedim, 20 yayınevine daha yazdım; altı ay sonunda onlardan da yanıt alamadım. Toplam 60 yayınevi olmuştu! Böylece geçen süre iki yıldı.

Yalnız, randevu talep ettiğim 60 yayınevinden ikisi telefon ederek programlarının çok dolu olduğunu bu nedenle ilgilenemediklerini bildirdiler; teşekkür ettim, çağdaş bir nezaketti!    

Uzun süre sonra üçüncü grup arasında olan küçük bir yayın evi telefon etti; gittim, “Kırmızı Değirmen” şiirler ve “Dokun Bana O Kadar Kolay Ki” romanım hakkında bilgi verdim. Üç gün sonra tekrar bir araya geldik, “Şiirlerde siyasi mesajlar var, basamam; romanı yayınlayalım,” dedi ve ilave etti: (…) lira katkıda bulunursanız…

Kendisi de yazar olan bu zata, “108 şiirden 15 kadarının bazı dizelerinde Cumhuriyet, Atatürkçülük ve laiklik söylemleri var. Siyaset işte bu! Siz bu düşünceyle Tevfik Fikret’i, Nazım Hikmet’i nereye koyacaksınız?” dedim. “O başka, romanı yayınlayalım, parayı yarın yatırın, gelin sözleşme yapalım,” dedi. “Önce okuyun, fikriniz olumlu ise parayı yatıracağım, sözleşme sonra,” diye yanıtladım. “İşin orasına karışmayın,” dedi. Görüşmelerden çekildim. Bir gün, İstiklal Caddesi’nde bir kitapevinin raflarına göz atarken yayıncı sıfatıyla benden para isteyen kişinin kitaplarını başka bir yayınevinin yayınladığını gördüm.

Bu olaydan birkaç ay sonra büyük bir yayın evinden mektup aldım; ilgileniyorlardı. Dosya ile birlikte üç sayfayı geçmeyen özet ve bazı sorulara yanıt istiyorlardı. Sevindim. İstenenleri hazırladım, yolladım. Romanımı ve kendimi anlatma (pazarlama) ve bin sayfaya yaklaşan dosyayı özetleme konularında tecrübesizdim. Kitap sayfası olarak, 417 sayfalık bu romanda “mıy mıy” faslından hiçbir örnek yoktur: Atlanamaz! Tarihten felsefeye, siyasete, sanatlara; şiirlerden, öykülerden, sinemadan tiyatroya ve yurt dışı yurt içi gezilere kadar birçok farklı irdelemeler ve tartışmalarla çevrili trajik aşk hikâyesini 15 – 20 sayfada özetleme olanağı olabilir; fakat 3 sayfada özetlemek imkânsızdır. O iş, özet değil aşk hikâyesi dışında her şeyi atlamak demektir. Tanıtımımda eksiklerim, yanlışlarım olmuş olabilir;ama “asıl olan romanın kendisi; nasıl olsa okunacak,” diye düşünüyordum. Yanılmışım!

Yirmi gün sonra dosyam, “Bir başka seferde görüşmek umuduyla,” ifadelerini içeren bir mektupla iade edildi. Tabii ki üzüldüm. Okuduysalar eğer, beğenmedik demelerini tercih ederdim. O zaman kendimi denetleme, yargılama olanağını elde edebilirdim. Yayınevinin bir faydasını görürdüm! İade dosyamı elime aldım, evirip çevirmeğe başladım. A4 kâğıdına tek yüz, çift aralıkla yazıldı, bin sayfaya yaklaştı; piyasadaki klasörlerin en genişine anca sığdı. Klasörün ilk sayfasına uzun süre baktım, sonraki sayfaları kamuda hizmet verdiğim müfettiş gözüyle inceledim. Birlikte düşünelim: Bine yakın sayfayı tek tek okuyup çevirelim, okuduk bitirdik, diyelim, sağdan sola çevrilen sayfaların zımba deliklerinin başına geleceklere dikkat edelim! Zımba deliklerinin takıldığı gibi, tahrip olmadan durması, okurken büyük özen gösterilse bile, sapasağlam kalması olanaksızdır! Kalıp gibi yolladım, kalıp gibi iade edildi.

Bu dosya okunmadı, özetle yetindiler. Bu düzende haklı olabilirler; ama romana verilen emeği çok iyi bilmesi gereken kişiler emek verip okumalıydılar. Tek bir ağaca takılmak yerine ormanı görme olanakları olurdu!

Diğer önemli olasılıklar:

1- “Kırmızı Değirmen” dosyasındaki şiirlerde siyasi mesaj var diyen küçük yayınevi gibi; büyük yayınevi de, roman özetinden, sorularına yanıtlarımdan, arka kapak yazısından “laik cumhuriyet, Kemalizm, sosyal ve siyasal yapının tartışılması ve dinciliğe karşı duruş” günün siyasetine aykırı bulunmuş olabilir.

2- Yakın ilişkilerin; 417 sayfalık romanda, toplam 1,5 sayfayla olsa bile anlatımı ayıp görülmüş olabilir; ama görüşerek 1,5 sayfadan vaz geçilip geçilemeyeceği aydınlatılmalıydı!

3- Basmakalıpçı kafalar, yenilikleri: yaşam felsefesini ve sanatlara, siyasete, Anadolu tarihine; sosyal politikalara ve Kemalizm’e ilişkin irdelemeleri; halkı fikre, düşünceye, duygulara yöneltmeye çalışan; okura nefes aldırmayı hedefleyen etkenleri göremediler.

 

Varılan yer: Ülkemiz yayın dünyası 40 yılda daha da aşılamaz hale gelmiş!

 

Paranın sihri de yazardan yana değilmiş:“O” küçük yayın evinin para talebi bana yol gösterdi. İnternette bazı yayınevlerinin para karşılığı tüm yayın hizmetini verdiğini öğrenmiştim. Bu yola girmeyi kararlaştırdım. Cinius Yayınevi’ni seçtim. Hizmet paketi satıyor, aldığı para karşılığında editöryal çalışmadan satışa kadar yayın yayım vadediyordu: “Bildiğiniz yayınevi hangi hizmetleri veriyorsa biz de size aynı hizmeti sunacağız,”diyorlardı. İstenen parayı yatırdım, sözleşmeyi imzaladım: Bu işi ciddiye almıştım, bence tarihi olan gün için, karımı da yanıma almıştım: Saflık işte!

Dosyanın okunması, editör önerileri, yanıtlarım, kapak düzenlemesi, dizgi adı altında dosyanın bilgisayardan yazıcıya aktarılıp çıktıların ciltlenmesi; hepsi ayrı bir maceraydı; macera ne kelime adeta savaştı; hem para veriyorum, hem de sabrediyordum.

“Dokun Bana O Kadar Kolay Ki” romanıyla “Kırmızı Değirmen” şiirler kitapları çıktı; bu kez tanıtım ve dağıtım tartışmaları başladı; “Bildiğimiz yayınevlerinin” basım sonrasında yaptıklarının biri bile ortada yoktu. Web sitesine haber olarak koymaları, satış sayfalarına geçirmeleri TANITIM-DAĞITIM-SATIŞ faaliyetleriymiş! Şunu söyledim: “Boş lafı bırakın, İstanbul İstiklal Caddesi’ndeki kitabevlerinin raflarına giremeyen kitabın dağıtımından, satışından söz edilemez. Hiç olmazsa 200 kitabı seçeceğimiz 20 kitabevine yollayın.” 200 lira istediler; verdim; çünkü çaresizdim. Bir başka gün bir telefon, Beylikdüzü’nde Kitap Fuarı’na katılacaklarmış, benim kitapları da sergilemek için 150 lira istediler; talep inanılır gibi değildi; ama ödedim. Yukarıda açıkça yazdım, çaresizdim!

Yüz elli lirayı ödediğim gün şu kararı aldım: Sözleşme süresinin dolmasına bir iki ay kala “sözleşmeyi uzatmayacağımı,” bildirerek bağları koparacağım; öğle yaptım!

Basımından sözleşmenin iptaline kadar olan sürede, birçok kez, kitaplaşan dosyamın son biçiminin CD’sini istedim: Vermediler! Olaya hukuk ve etik açıdan bakıldığında da vermeleri gerekirdi. Yapmam gereken yasal yollara başvurmaktı; yani bir avukata bilmem kaç bin lira ödemekti. Artık bu iş için daha fazla masraf yapmak istemedim.

Dosyanız kitaplaştı varsayalım; tanıtım ve kitabevlerinin raflarına girmek için başka yol yok mu? Var! Yüz binler harcarsınız; büyük kentlerindeki dev reklam panolarını afişlerle donatırsınız, gazetelere reklam verirsiniz, medyanın röportajcılarıyla söyleşi yaparsınız, ya da işi tanıtım şirketlerine havale edersiniz; böylece tanıtım ve dağıtım işini hallederek satarsınız; hatta sadece yaşamakta olduğunuz aşkınızı anlatsanız bile!

 

Yazma eylemimde tünelin ucundaki ışık ve yayın serüveni sonu:

 

Yayın dünyasının fotoğrafını çekmeğe, yazma eylemimdeki düşüncelerimi aktarmağa çalıştım. Yeniliklerden söz ettim; peki, başarılı oldum mu? “Dokun Bana O Kadar Kolay Ki,” romanında ve şiirlerimde çabalarımı ortaya koydum; başarılı olup olmadığıma halkımız karar verecek; o zaman bu kervan ya yürüyecek ya da ben bu işten tamamen kendimi ayıracağım; ancak, aldığım olumlu bilgiler tünelin ucunda bana ışık oldu. Bu romanın ve halen üretilmekte olan şiirlerimin ilerideki aylarda yıllarda “Gün ışığına çıkıp çıkılamayacaklarını” göreceğiz. Gerçek olan şu: bir yayınevi dosyaları okuyup ışığı görmedikçe her şey bu düzende boş! Asıl karar verici halk; ama halka nasıl ulaşacağız? Ciddi bir yayınevi olmadan bu olanak da yok!

Tünelin ucundaki ışığı, nasıl gördüm?

Romanı yazarken ilk sayfasından sonuna kadar anlaşılırlığı sadece aşk öyküsünde değil, onu destekleyen tüm öyküsel anlatımlarda, siyasal tartışmalarda, yaratılışa ve insan yaşamına ilişkin irdelemelerde halkın beğenisine ulaşmayı ön planda tuttum. Okura sen de tartış demeyi hedefledim. Yazma işi bitti, örneklemeye dikkat ederek, saptadığım 9 kişiden okumalarını istedim. “Okuyup düşüncelerinizi özgürce yazar mısınız?” dedim. Bu kişileri; 20, 30, 40, 50 yaş gruplarından ve inşaat mühendisi, işletme mühendisi, iktisatçı; kamu personeli; müfettiş, müdür ve emekli devlet memuru gibi değişik mesleklerden seçtim. Dokuz kişinin 6’sı kadın, 3’ü erkekti. Okuyup yanıtladılar. Kitabın çıkışından sonra okuyanlardan düşüncelerini iletenler de oldu. İki grubun görüşleri örtüşüyordu. Sonuç, “Tünelin Uçundaki Işık”tı!

İletilenlerin özeti: Bütünüyle akıcı, sürükleyici; kimi yerde kahkahalar attıran, kimi yerde duyguya boğup ağlatan, düşündüren, diye vasıflandırılmış; yakın ilişkilerin çoğu yerde üç nokta ile geçiştirmesi yanında, üç yerde anlatımı, “seviyeli” bulunmuş, âşıkların gezdikleri yerlerin ve müzelerin anlatımı canlı, başarılı bulunup belgesel gibi deyimi kullanılmıştır. Doğumdan ölüme yaşam; özgürlük ve mutluluk irdelemeleri, seksin Tanrı’nın bahşettiği yaratıcılığa ortaklık gibi bir eylem olduğu tartışmaları cesurca bulunmuştur. Bayanlardan biri romanı okuduğu günlerin birinde, yattıktan sonra, neler oluyor merakıyla yataktan kalkıp tekrar okumaya başladığını; diğer de benzer tarzda yataktan kalkıp sabah ezanına kadar okuduğunu ifade etti. Altı bayandan biri görüş bildirmedi; beğenmediğini düşündüm. Üç erkekten birinin, yakın ilişkilerin anlatımını hoş görmediğini anladım. Bu kişi, açıkça söylem yerine arkadan dolanmayı tercih etmişti. 

Genel olarak, yakın ilişkiler üç noktayla geçiştirilmiş; fakat üç yerde yarımşar sayfayla estetik kurallar içinde, kuyumcu titizliğiyle de olsa anlatımın üç nedeni vardı. Birincisi, yaradılış, seks, yaşam felsefesi kapsamında irdelenmekte ve Tanrı’nın, “Kendi soyunu yarat,” emriyle bu işlevden tat alma duygusunun insanlara görevlerini hatırlatma anlamında olduğu; cennetten kovulma hikâyesinde elmanın simge olduğu yorumlarının yer almasıdır. İkincisi, Arzu ve Süreyya, Londra’da izledikleri tiyatroda: oyuncular kâinatın yaradılışını çıplak olarak yorumlarken bir kadın erkeğe, “Dokun Bana O Kadar Kolay Ki,” diyor. Bu tümce romana isim oluyor. Üçüncüsü, böyle bir açılımla romanda yenilik kapısı aralansın istendi.

Yakın ilişkileri yazarken şartlanmaları nasıl aşacağımı çok düşündüm. Kadın özelliği için“Cennetinkapısı” birleşik sözcüğünü yarattım. Erkeğin zorda kalışını “Elli altı milyonluk ordu hazır ve nazırdı” diye yazdım. Meme sözcüğünü kullanmakta duraksamadım; çünkü göğüs akciğerlerin bulunduğu geniş alanın adıdır. Meme sözcüğü TDK sözlüğünde ve yazım kılavuzlarında vardır; kullanılmaması “eşek için merkep” diyenlerin komik hallerine benzer.

 

Bu yazıyı yazmakta olduğum günlerin birinde bir arkadaş ziyaretime gelmişti, “Ne yapıyorsun,” dedi. Bu manifestoyu özetledim. “Kitaplarla birlikte sizlere sunacağım,” dedim. “Anlattıkların başlı başına roman,” dedi. Haklıydı, okuduğunuz bu yazı olabilecek en kısa özet; ama romanlaşsa kim yayınlayacak, tanıtacak, dağıtacak? Zaten konu bu!

 

Duyuru:

Elimdeki kitapları bu manifestoyu okuyanlardan isteyene bedava dağıtacağım.

Taleplerinizi Bekliyorum.

 

VE

A R A N I Y O R

 

“Dokun Bana O Kadar Kolay Ki” romanıyla “Kırmızı Değirmen” şiirler kitabını ve “Yedi Yer Yedi Öykü” dosyası ile toplumumuzda kangrenleşen miras paylaşımında kızların erkeklerce nasıl kandırıldıklarını gerçek olaylara dayanarak konu edinen “Uyanın Kızlar” roman dosyasını okuyup görüşüp yayınlayacak yayınevi aranıyor.

 

Erkan Yukarıoğlu

İletişim: erkanyukarioglu@gmail.com         

+90 212 293 9861         

+90 212 2712071

 

Not:  “Dokun Bana O Kadar Kolay Ki” romanını arzu edenler, lütfen, saat 14 – 19 arasında (0212 293 98 61) telefon ederek adres kaydı yaptırsınlar. 10 Mayıs 2012 tarihine kadar kayıt alınacak, 15 Mayıs 2012 günü dağıtıma başlanacaktır. Dağıtımın stoklarla sınırlı olacağı doğaldır. İstek bildirerek adres kaydı yaptıranlar kitap adreslerine geldiğinde sadece kargo ücretini kitabı getiren kargo görevlisine kendileri ödeyecektir. İstanbul’da olanlar dilerlerse bana gelip bizzat alabilirler; hem tanışmış, hem sohbet etmiş oluruz. “Kırmızı Değirmen” Şiirler’ in ise stokları yoktur. Sevgiler, saygılar.  

 

 
Toplam blog
: 34
: 326
Kayıt tarihi
: 30.04.09
 
 

Bir kamu kurumu yönetim kademesinden emekliyim. Yazı dünyam gençliğimden bu yana sürer, bu kapsam..