Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Ağustos '14

 
Kategori
Blog
 

Yazın dünyasının miyopuna köşe yazarı, hipermetropuna blog yazarı deniyor!

Yazın dünyasının miyopuna köşe yazarı, hipermetropuna blog yazarı deniyor!
 

Yazın dünyasının bu klinik vakasının teşhisini kendi tecrübelerime dayanarak koyuyorum. Eminim birçok blog yazarı da aynı duygular içerisinde bulunmaktadır.

Tabii ki istisnalar kaideyi bozmaz. Az da olsa hipermetrop köşe yazarları bulunabileceği gibi, 'yansıma' blog yazarlarının ise miyop olmamaları düşünülemez bile. Bunlar ay gibidirler. Güneşleri olmasa kapkaranlık olacaklar.

Peki, yazın dünyasının görme hastalıklarının bu şekilde nüksetmesinin sebepleri ne olabilir acaba?

Bununla ilgili görüşlerimi şöylece açıklayabilirim:

1- Köşe yazarları doğal olarak çok daha yoğunlar. Bu durum zihni bir yorgunluğa sebep olmaktadır. Dolayısıyla hem niceliksel hem de niteliksel olarak sağlıklı düşünmeye ve olayları doğru yorumlamaya yeterli zamanları yok.

2- Türkiye'nin siyasi kutuplaşma ortamında, köşelerini koruma adına, kendilerini belli bir siyasi görüşe ve eğilime angaje olmaya mecbur hisseden köşe yazarları, görüş kapasitelerini daha işin başında kısıtlamaktadırlar. Adeta beyinlerini dar bir hücreye hapsetmektedirler.

3- Yine bu kutuplaşmanın sonucu olarak karşılıklı kamplarda her gün bir atışma, bir kayıkçı kavgası yaşanmaktadır. Ayrıca polemik yazıları daha çok prim yapıyor. Demem o ki; birbirlerine söz yetiştirmekten düşünmeye zamanları kalmıyor. Kör dövüşü, onları gerçekten kör ediyor. Burada bir şey itiraf etmeliyim ki, "Şey ede şey ede bizi öldürecekler" başlığında olduğu gibi kabalaşmada, hakarette, seviyeyi düşürmede sınır tanımıyorlar. Bu konuda değme mücitlere şapka çıkartıyorlar.

4- Köşe yazarlarının bu olumsuz durumlarına karşılık blog yazarlarının önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Hem sağlıklı ve zinde düşünmek için bol zamanları vardır hem de yazdıklarıyla ilgili herhangi bir maddi ve manevi zarar kaygıları bulunmadığından olabildiğince özgürdürler.

Yazılı ve görsel basında her gün bir sürü süslü ve yaldızlı sözler okuyoruz ve dinliyoruz. Her biri altın ve pırlanta değerinde. Mecaz yapmıyorum.  Gerçekten de bu sözler altın ve pırlantadan daha fazla ücretlerle yazılmakta ve söylenmektedir.  Ama altından ve pırlantadan daha değerli olan bu sözler daha ayını doldurmadan kalpa vurmakta ve tenekeye dönüşmektedir.

Kamuoyunun yanlış bilgilendirmesi ve yanlış yönlendirilmesi de cabası!

Yanlış teşhisten doğru tedavinin çıkması düşünülemez.

Bereket versin ki fazla etki alanları yok. Çünkü güven dip yapmış vaziyette.

Ama beni esas üzen ve şaşırtan ise; önünü bile göremeyen, geleceğe dönük her öngörüsü yanlış çıkan bu yazarların, hiçbir şey olmamış gibi ya da her yazdıkları ve söyledikleri doğru çıkmış gibi yine köşeleri ve ekranları işgal etmeye devam etmeleridir.

Sanırım popülaritenin kolay kazanılamayacağı kaygısı; bu kısır döngünün, bu saçmalığın süregitmesini sağlamakta ve kendisini ispatlamış yeni yüzlerin, yeni kalemlerin önlerini kesmektedir.

Bütün bu yazdıklarımı doğrulayacak sayısız örnekler var. Her seçim öncesi bülbül gibi şakıyan ve öngörülerde bulunan yazarların seçim akşamları nasıl karardıklarına, dillerini yuttuklarına hatta bazılarının halkı suçlayarak kendi öngörüsüzlüklerini perdelemeye çalıştıklarına şahit oluyoruz. 

Bangır bangır ortalıklara savrulan ve toplumu rahatsız eden bu öngörüsüzlüklere karşılık; bir blog sitesinde ya da mütevazi bir blog sayfasında; hor görülen, önemsenmeyen, yazdıkları linke konmaya bile değer görülmeyen o küçük küçük kalemlerin neredeyse yüzde yüze yakın doğru çıkan öngörülerini sadece kendi iç dünyalarında kutlamaları, ıssız bucaksız yüce dağlara haykırılmış sözlerin aksisedasıyla teselli bulmaları çok üzücü olsa gerek.

Kendi tecrübelerimden birkaç somut örnek vermek istiyorum:

1- Spesifik örnekleri sıralamadan önce Türk siyasetiyle ilgili genel bir değerlendirmede bulunmak istiyorum. AK Parti'nin 2002'de tek başına iktidara gelmesinin sebepleri ile ilgili köşelerde hep ideolojik ve sosyolojik nedenler ortaya konuldu. Buna göre Türk toplumu aşırı muhafazakârlaşmış, merkez sol bitmiş, merkez sağ ise aşırı sağa kaymıştı. Yani yapacak bir şey kalmamıştı. Bunu dediğinizde, özellikle tüm 1990'lı yıllar boyunca hüküm sürmüş ve 2001 kriziyle duvara toslamış olan geçmiş yağma ve talan düzenini yok saymış ya da unutturmuş oluyorsunuz. Bu düşüncenin doğal sonucu 'günah keçisi' ve tek suçlu halk olmaktadır. Muhalefet partilerinin bu teze yaslanarak kendilerini temize çıkarmalarını ve bu şekilde çok sevdikleri koltuklarını korumalarını belki anlayabiliriz. Ama bu konuda kamuoyunu yanlış yönlendiren ve bu kirli oyuna alet olan köşe yazarlarına ne demeli!

Ben ise siyaset yazmaya başladığım 2007 yılından beri geçmiş siyasetimizin çok kötü olduğunu, bu kötülüğe tepki olarak sıfırdan kurulan AK Parti ile merkez sağın kendini yenilediğini, merkez solun da kendisini aynı şekilde yenileyerek güven tazelemesi gerektiğini, bu olmadığı için de demokrasimizin 'topal' olduğunu yazdım. Siyaseti birinci derecede ekonominin belirlediğine defalarca vurgu yaptım. Tabii ki ideoloji ve sosyolojinin etkileri de yadsınamaz.  Ama belirleyici olan ekonomidir. Bunun en bariz örneğini 2009 yerel seçimlerinde gördük. Tayyip Erdoğan, 'One minute' rüzgarlarını arkasına alarak 2009 yerel seçimlerine girmesine rağmen oy oranını % 38'lere düşürdü. Çünkü 2008'deki dünya krizi Türk halkının da ekonomisini olumsuz etkilemişti. Yani ekonomi 'One minute'u bile gölgelemişti. Bu gerçekleri, tekrara düşme pahasına, ısrarla yazmaya devam ettim. Son günlerde bu konuda genel anlamıyla belli bir konsensüsün oluşması beni sevindiriyor. Ama bozuk plak gibi hâlâ ideoloji ve sosyoloji diyenleri hayretle karşılıyorum. Özellikle iktidar partisine yakın bazı kalemlerin, seçim başarılarıyla ilgili baş örtüsü gibi bazı hakların kazanılmış olmasına vurgu yaparak Türk seçmeninin kazandığı hakları kaybetmek istemediğini yazmaları beni daha çok şaşırtıyor.

2- Şimdi de birkaç spesifik örnek vermek istiyorum:

a) 2009'un Ekim, Kasım aylarıydı... O zamanlar Vatan yazarı olan Mehmet Tezkan başta olmak üzere bazı yazarlar erken seçim yapılacağını, bu kapsamda 2010 yılının seçim yılı olacağını iddia ediyorlardı. Hatta Mehmet Tezkan, sanki iş kesinleşmiş gibi kendinden emin bir şekilde yazılarında "2010 seçimleri" demeye başlamıştı bile. 

Buna karşılık ben de, 03.11.2009 tarihli "Çok merak edenlere tarihi örnekler ışığında erken seçim tarihini açıklıyorum" başlıklı bir yazı yazdım. Bu yazımda, iddia edildiği gibi 2010'da erken seçim yapılmayacağını, normal seçim tarihinin Temmuz ayı olması, yaz tatili ve sıcaklar gibi zorunlu nedenlerle seçimlerin bir kaç ay önceye alınabileceğini kesin bir dille ifade ettim. 

Daha sonra 09.11.2009 tarihli "On maddede Mehmet Tezkan'a reddiye" başlıklı yazımda da Mehmet Tezkan'ın öngörülerinin yanlış olduğunu söyledim. 

b) Mayıs 2010'da bir kaset skandalı sonucu Baykal CHP Genel Başkanlığından istifa etmiştir. CHP MYK'sı derhal toplanarak, 22 Mayıs 2010 olağan CHP kurultayında genel başkanlığa aday olacakları peşinen hain ilan etmiştir. Baykal'ın dönmesini istemeyen CHP sempatizanı köşe yazarları da dahil olmak üzere, neredeyse bütün köşe yazarları Baykal'ın kesin geri döneceğini iddia etmektedirler. Genel başkanlık için adı öne çıkarılan Kılıçdaroğlu da iki de bir mikrofonların karşısına geçiyor ve "Bu kurultayda kesinlikle aday olmayacağım" açıklamasını yapıyordu. 

Peki bu süreçte ben neler yazmışım? Kronolojik olarak arzediyorum:

Baykal, kaset olayından sonraki 10 Mayıs 2010 tarihli grup toplantısında istifasını açıkladı. 

12.05.2010'da "Baykal artık siyasi mevtadır" başlıklı yazımı yazdım. Baykal'sız bir CHP'nin düşünülemediği, zihinlerin henüz buna hazır olmadığı bir tarihtir bu. 

Sonra 14.05.2010'da "CHP'de operasyon devam ediyor: Baykal kendi elleriyle Kılıçdaroğlu'nu koltuğuna oturtacaktır" başlıklı yazımı yazdım. Kılıçdaroğlu'nun bu kurultayda aday olmayacağını açıklamış olmasına rağmen bu başlığı kullandım. "Operasyon" sözcüğünü kullanarak bu yöndeki iddiamda da ne kadar haklı olduğum, Oda TV baskınından sonra ortaya çıkan olaylardan açıkça anlaşılmaktadır. 

16.05.2010 günü de "Benim bildiğim Baykal dönmez, dönemez, dönmemelidir" başlıklı yazımı yazdım. Bu tarih, başta Fatih Çekirge ve Onur Kumbaracıbaşı olmak üzere bütün yazarların "Baykal kesin dönüyor" dedikleri tarihtir. 

17.05.2010'da da Kılıçdaroğlu CHP Genel Başkanlığına aday olduğunu açıkladı ve Baykal perdesi bir anda kapandı. 

c) Son olarak güncel ve çok çarpıcı bir örnek vermek istiyorum. Sanırım 5 Nisan 2014 tarihli yazımın başlığı her şeyi çok iyi açıklayacaktır: "Erdoğan'ı manşetlerle ofsayta düşüren Gül şimdi manşetten gol yemekten korkuyor".

Türkiye'nin geleceğini birinci derecede ilgilendiren bir konuda bu kadar çarpıcı bir başlıkla kaleme aldığım bu yazım ne yazık ki en az okunan yazılarımdan biri oldu. Sanıyorum editörler bu yazıyı linklere koymaya değer bulmadılar. Onlar da haklı olmalıydılar. Çok absürt bulmuş olmalıydılar. Çünkü bu tarihte neredeyse bütün köşe yazarları Putin- Medvedev dönüşümünün yaşanacağı ve bununla ilgili Bayburt modelinin uygulamaya konulacağı konusunda hemfikirdiler. En kötü ihtimalle 2015 seçimlerinden sonra Gül'ün genel başkan ve başbakan olacağı kesin bir şekilde yazılıyordu ve söyleniyordu. Hatta bu konuda AK Parti'nin bazı önemli isimleri bu değişimin mutlaka gerçekleşeceğini açıklamışlardı. Özetle Gül'ün genel başlanlığına ve başbakanlığına kesin gözüyle bakılıyordu.

Böyle bir ortamda ben, Erdoğan'ın zihninde Gül'ün kesinlikle olmadığını, olamayacağını; son yıllarda yaşanan olaylardan yola çıkarak, kesin ifadelerle öngörmüşüm.

Yazımın girişinde yazdıklarım ise çok daha ilginçti ve adeta şimdi yazmakta olduğum yazımın anafikrini oluşturmaktaydı. Bakınız neler yazmışım:

"Siyasette her sözcüğün derin bir anlamı vardır.

Şakayla söylenmiş bir söz, bir espri çoğu zaman ciddiyetin ta kendisidir.

Onun için, yıllarca siyaseti takip etmiş köşe yazarlarının Abdullah Gül'ün söylediği 'manşet' sözcüğünün üzerinde hiç durmamaları beni çok şaşırttı.

Espri olarak söylenmişti ama anahtar sözcük oydu.

Aslında o sözcüğun esas muhatabı gazeteciler de değildi; gazeteciler mesajı adresine ulaştırmak üzere bir elçi olarak kullanılmışlardı.

Daha da açık söylemem gerekirse, manşet sözcüğünün bizatihi kendisi manşetti.

Cumhurbaşkanlığı ile ilgili sorulan soruya, "Başbakan'la aramızda konuşur hallederiz" diyebilirdi. Neden sürprizden bahsetti? Neden sürprizin icra edileceği yer olan manşete özellikle dikkat çekti?

"Ben sürpriz yapmam, o da yapmasın" demek istiyor.

Gül sürprizden, manşetten fena halde korkuyor."

Evet, köşe yazarları beni şaşırtmaya devam ediyorlar...

Zira onlar ileri derecede miyoplar.

Eeee ne diyelim....

Demek ki bu ülkede miyopluk para ediyor...

(İstisnaları tenzih ediyorum.)

Son günlerde yapılan analizleri de artık tebessümle izliyorum.

'Artık' diyorum, çünkü eskiden elimden geldiğince cevap vermeye çalışıyordum ama; ıssız dağların yankıları artık beni tatmin etmiyor.

Zira okunmak için yazıyoruz...

Yazılar linklere girmeyince de fiziki olarak engellenmiş oluyorsunuz...

O zaman yazmanın anlamı ne?

24 Ağustos 2014 

Hasan Basri Özgen

 
Toplam blog
: 337
: 4184
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Hukukçuyum... Hukukun üstünlüğünün ve hukukçunun saygınlığının ülkemde gelişmesini ve kalıcı olma..