Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Nisan '08

 
Kategori
Öykü
 

Yazmak Azınlık Olmaktır

Yazmak Azınlık Olmaktır
 

Beşinci İzmir Öykü Günlerinde, çok sayıda yazar, Alsancak Kültür Merkezini hıncahınç dolduran öykü sevdalılarına öykücülüğün abecesini öğrettiler “Ağır ağır çıkacaksınız bu merdivenlerden..." diyerek.

*** Yaratıcı Yazarlık ve Kısa Öykü ***

Aydın ŞİMŞEK: “Yazmaya yönelmek öncelikle azınlık olmayı göze almaktır. Yazmaya yönelen azınlığın bir üyesidir. Ve bu azınlığın birbirlerinden yazı dışında hiçbir çıkarı yoktur… Unutulmamalıdır ki yazar, ideal okurun kendisidir. Bu nedenle dış dünyaya ve okura karşı birinci dereceden sorumluluğu yoktur yazarın. Kendine, yazının iç disiplinlerine, dinamiklerine karşıdır asıl sorumluluğu. Metnini oluştururken en son düşüneceği şeydir okur. Okurun yararına bir metin ancak okur yok sayılarak kurulabilir…

“Arkadaşlar... Her toplumda egemen akıl tüm algı alanlarını kodlayarak, toplumsal sağduyuya dönüşür. Bu olgu, toplamımızın bileşkesi olarak bizi esir alır ve zamanla yerleşik ezberleri yaratır. Sanatın, yazmanın amacı bu klişeleri, ezberleri, kuralları aşındırmak olmalıdır. O nedenle yazmak uzun-ince-dar bir yoldur. Bu yolu geçmek için ağırlıklarından kurtulmak zorundadır yazar.

“Ben yazmak istiyordum ve Hava Kuvvetleri’ndeki görevim bir ağırlıktı. 5 yıl çalıştıktan sonra ondan kurtuldum. Her şey ile ancak herkes gibi olunur. Yazar radikal değil, değişen ve deneysel düşünen biri olmalı. Tutucu ve gerici değil, devinen ve dönüşen bir zaman kavramını ele almalı; kendi gerçekliklerinin ötesine geçmeli.

“Sözcükleri cilalayıp öykü diye sunmak nostaljik bir travmadır. Burada okunan bazı öyküler 300 yıl öncesinden daha yeni ve daha estetik değil; iyi yapılmışların kötü birer tekrarıydı. Yazar öncesiz olamaz. Okumadan yazılmaz. Bizden önceki en iyi yazarları okumadan, bilmeden yola çıkmak; acımasız ve uzamsız bir ormana ışıksız girmek gibidir. Bize ışık tutanlar ‘şimdi’ye yazanlar ve en çok satanlar listesine girenler değil; ‘zaman’a yazanlar ve tarih projesi içine yerleştirilmiş, gelecek projelerini üretmeye ışık tutacak yazılardır. O nedenle yüz binlerce yazardan sadece birkaçı hatırlanıyor ve hâlâ okunuyor. Yazan kişi ip cambazı gibidir ipin yani dilin karşısında. Ama elleriyle tutacağı bir denge aleti yoktur! Öyleyse, merkez-yazarlardan el almak zorundadır.

“Dilinizi bireyselleştirin ve dilin toplumsal aidiyetini kırın. Dilin kurallarına bayrak açın ve malzeme olarak kullanın, ama anlaşılır olmak için değil. Gündelik dil yazıdaki gerilimi yumuşatır; oysa üst ya da estetik dil içsel veya açık bir gerilim yaratır. İyi metinlerde kesinlemeler, kurallar ve sonuçlar bir arada bulunmaz. Elma ağacının ideolojisi elma vermektir; fakat insanla tanıştığı zaman ortaya elma şarabı çıkar. Yazar dille tanışık kişidir, ondan her şeyi çıkarma yetisine sahip olabilir, olmalıdır, olanlar vardır.

“Öykü 12 roundluk bir boks maçı gibi, uzun ve gevşektir. İzleyiciler bunu bildiği için etrafa bakınır, çekirdek yer, aşırı dikkat sarf etmeden izler maçı. Oysa kısa öykü 3 roundluk bir maça benzer, üstelik her an nakavtla bitebilir. İzleyici gözünü kırpmaz, konsantre olmak zorundadır; çünkü işin içinde çağın geçerli ideolojisi olan hız vardır. Kısa öykü bu hızdan daha hızlı hareket ederek onu geride bırakmalıdır. Kısa cümlelerde derin bir şeyler oluşturmalıdır. O hâlde indirgemeli, açıklama yapmamalı; fakat hızı da yavaşlatma kaygısını taşımalıdır. Melih C. Anday’ı, Mehmet Fuat’ı kim anımsıyor? Çağın hızı bunları unutturuyor. Artık zaman gündoğumu ile günbatımı arasında ve kağnı hızında değil. Hız, minimal zamanda, mikro makinelerle makro üretimi gerçekleştirmek üzere akıyor. Yazarın görevi zamanı yavaşlatmak ve hangisi olursa olsun geçerli ideolojiyi yıkmaktır; çünkü mutlak doğru diye bir şey yoktur.”

Feridun ANDAÇ: “Öykü, uzunca tasarım süreci gerektirmez. Çoğu şey yazarken ortaya çıkar, kurulur, biçim alır. Roman gibi değildir. Başka havuzlara girip girip çıkmazsınız. Uzunca araştırmalar, yan/ön okumalar sizi almaz içine. Hayattan süzülüp gelenlere sizde buluşanların, çakışıp çatışanların kıvılcımından doğar öykü. Öyküyü, ‘hayatı karşılayan yazı biçimi’ olarak nitelendirmek isterim. Öykü yazarın duruşu/ hayata bakışı/ yaşama biçimi/ duygu-düşünce atlasıyla birebir ilintili bir yazma/ söyleme/ anlatma biçimidir.”



*** Öykü Yaratım Süreci ***

İnci ARAL: “Öykücülük, zor bulunan ilk cümle ile, bir türlü konulamayan son nokta arasındaki yorucu işçilik sürecidir. Bir tek fazla kelimeye tahammülü olmayan öyküyü acımadan yontup cilalamaksa bir tür kuyumculuktur. Beni öykü yazmaya iten davetkâr motiflerin başında koku, daha sonra görsel imgeler gelir. Öyküde tematik bütünlük sağlamak ve başarısızlık duygusunu sıkça yaşaMamak için aylarca düşünmüş olmak gerekir.”

Nalan BARBAROSOĞLU: "Bir dil işçiliği olan öykü, enerjisi yüksek motivasyonlarla besleniyorsa çabuk bitiyor; değilse bir kenara nadasa bırakılıyor genellikle. Motivasyon kaynağının hayatla olan ilişkisi çoksa, bunun bizi ve herkesi zenginleştireceği hissine kapılıyor insan ve hemen yazmaya başlıyor. Eleştirilere rağmen yazmayı inatla sürdürmek gerekir.”

Ayşe SARISAYIN: “Benim için öykü, bir ‘an’dır. O an öylesine geniş bir zaman dilimini kapsar ki, bazen tüm bir yaşamı özetleyebilir. Şiddetli bir etkilenmenin yarattığı pırıl pırıl, tertemiz bir gülümsemedir öykü, akmasına engel olunamayan gözyaşıdır. İnsanı altüst eden bir duygunun özenle, iyi seçilmiş sözcüklerle aktarımıdır. Geçmişin izini sürmek, bugünü kavramak, geleceğe tutunmaktır; kendimize tuttuğumuz aynadan dışarıya yansımasına izin verdiklerimizdir. Asla “anlaşılmaz” olmaması gereken; ancak, kolaylıkla da “anlatılamayacak” bir yazı türüdür öykü.

*** Öykünün Dile Katkısı ***

Doğan GÜNAY: “Edebiyatta dil sadece araç değil, araç ve amaçtır. Yabancı dillere ne kadar gereksinimimiz varsa, onlardan daha fazla kendi dilimizi iyi öğrenmeye ve kullanmaya ihtiyacımız vardır. Sözcükler tarihimizdeki sayfalar gibidirler; dilimizdeki kelimeler ne kadar azsa, kendi kültürümüzü ve tarihimizi, dolayısıyla ait olduğumuz ulusu o kadar eksik ve az tanır, az duyumsarız! Dilden toplum sorumludur; fakat topluma önderlik edenler daha fazla sorumludur. Yazın insanları, şairler, felsefeciler, meslek grupları gibi... Öykü, bizden olan gerçeği bizden olmayan bir dil ve kurgu ile anlatmaktır. Nesne göstergeye, gösterge nesneye benzer; ama öyküde önemli olan bu benzeşme değil, okuyucunun zihninde uyandıracağınız imgeler ve tepkilerdir.”

Şükran FARIMAZ: “Başarılı öyküler zihnin kötü çocuklarıdır. Yazar ve şair olağan dili bozmakla yükümlü olmalıdır. Gerçek, acı veya tatlı olabilir; ama büyüleyici değildir. Vurucu gücü olan öykücü kendi içsel gerçeklerini bozguncu dille anlatır, zamanötesidir. Yazmak azınlık olmaktır.”

Ümit KAFTANCIOĞLU: “Öykü, düşüncenin, özümlenmiş bir olayın, bir tanıklığın, bir yaratımın hiçbir biçime, kalıba girmeden, kolay okunur, hemen anlaşılır ölçüde ak kâğıt üstünde karalanmasıdır… Biçim aramam öyküde. Öykü kafamın içinde gelişmeli, taşınmaz duruma girmeli ve ‘Beni yaz!’ demelidir. Bulutlar yükünü almadan nasıl yağmazsa, öykü de zihinde yoğrulmadan kâğıda yağamaz. Öykü, okuyucuya bir şeyler taşımalı, yeni bir şeyler.”

*** 100 Temel Eser Üzerine ***

Hüseyin YUTTAŞ: “İçinde geleceğin ışığını barındırmayan, geçmişte kalmış yazarlarla geleceğe yürünür mü? Milli Eğitim Bakanlığı’nın 9-14 yaş grubundaki çocuklara önerdiği “100 Temel Eser” denen ucube koleksiyon, aslında yetmiş yıldan daha önce yazılmış ve telifsiz kalmış hepsi ölü yazarların sözde eserlerinden başka bir şey değil. Bunlar sözde eserler; çünkü hem ne idüğü belirsiz yayınevlerince başı, sonu, ortası değiştirilerek yeniden yayımlanıyorlar, hem de yabancı yazarlara ait olan otuz kadarı tercümenin tercümesinin tercümesi olduğu için özgünlüğünü, dil güzelliğini ve bütünlüğünü kaybetmiş durumdalar.

“Çocuklarımıza birçok diğer sebepten de ötürü hiçbir şey kazandırmayacak, hatta onları okumadan soğutacak olan bu kalite kontrolsüz ticarî mallar 40 kitaplık setler hâlinde 30-40 YTL’ye satılıyor. Çocuk bu 100 eserden 85 tanesini okumazsa, hiçbir şey kaybetmez; bazılarını ise okuması sakıncalıdır.

“Bunların eğitsel ve ahlaki değerlerinin olup olmadığını kim saptadı acaba? Şiirin amentüsü, yani Yunus Emre yok; uzun yaşadığı için cezalandırılan F. Hüsnü Dağlarca yok, Atatürk’ün Nutuk’u yok... Üstelik son çeyrek yüzyılın verimli ve çağdaş çocuk edebiyatı bile güme gitmiş. Kemalettin Tuğcu, Muzaffer İzgü, Gülten Dayıoğlu, Yalvaç Vural yok! Keloğlan’la başlıyor, Nasrettin Hoca’yla bitiyor! Yazık, çok yazık, çocuklarımızın geleceğine yazık!”

Dünyayı verelim çocuklara
hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim
oynasınlar
oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim
sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
dünyayı çocuklara verelim
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı...
Çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler... Nâzım Hikmet

İnsan çocuktur, gerisi kirlenme... Sunay Akın
Büyüdüm, bozuldu büyü... Cuma Duymaz
Ben çocuktum, şimdi de çocuk... Halim Yazıcı
Benim güllerim sevinen çocuk gözlerinde açar... Bedri Rahmi Eyüboğlu
Bir beşik gibi sallanır dünya, rahat uyusun diye bütün çocuklar... Ahmet Muhip Dıranas
Bir çocuk kadar güzel olur başını göğe doğru kaldıran... Fazıl Hüsnü Dağlarca
Yaşamak gerekiyorsa eğer, bir çocuk kadar renkli olsun... Ceyhun Atuf Kansu
İsyanı çocuklardan öğrendim... Cahit Irgat

Nilay YILMAZ
: “Bu 100 kitaptan bazılarının dili bir yana, içeriğine hiç bakan olmamış galiba! Temel böyle inşa edilirse, bina her an yıkılabilir; bu kitaplarla iyi okur nasıl sağlanacak ki! Önce Seçici Kurul, çağdaş yazarların da kitaplarını listeye alıyor diye Bakanlık tarafından baskı altına alınınca toptan istifa etti. Ardından, 130 kişiden mektupla katkı istendi. 4.700 kitaplık bir liste oluştu ve birileri bu isimlerin içinden yüz tanesini seçip “Temel Eser” diye 9–14 yaş grubuna önerdi. Peki, 7 ve 8 yaşındakiler ne okuyacak? Bu çok önemli okuma çağını nasıl rehbersiz bırakırsınız?!

“Bunlar tek tip düşünce üretmeye yarayan, yaratıcılığa katkısı olmayan kitaplar. Üstelik beraberinde bir okuma programı da verilmiyor. Hangi kitabı, hangi yazarı, hangi sırayla okutacak; müfredat programının neresine neyi yerleştireceksiniz? Bu da yok. Öğretmenler soruşturmadan filan çekindikleri için fazlaca yorum yapamıyorlar; fakat anababalar işin farkına varıp bakanlığa baskı yapmalılar.”

*** Öyküden Beslenen ve Öyküyle Beslenen Sanat Dalları ***

Efdal SEVİNÇLİ: “Bence, Dünya Edebiyatı Gogol’un ‘Burun’ ve ‘Palto’ öykülerinden çıkmıştır. Tüm sanatlar kardeştir. Öykü de tiyatroyla ve sinemayla çok barışık kardeştir. Öykü, öykü olarak kalmaz her zaman. Örneğin Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı önce romana, sonra tiyatroya dönüştürülmüş, ardından filmi çekilmiş ve son zamanlarda televizyon dizisi olmuştur.”

Oğuz ADANIR: “Yaşam, öykü yazmaz. Yaşam olaylar zinciridir, yaşamda olaylar vardır. Olaylardan esinlenenler ve onları öyküleştirenler yazarlardır. Aslında hiçbir yaratım süreci bağımsız değildir; bizden öncekilerden esinlenir, hatta kopya çekeriz. Fakat çalınan malzemeyi değiştirir, tanınmaz hâle getirirseniz sizin olur. Her okuyucu da okuduğu her öykünüzü sizin yazdığınız gibi anlamaz; ondan kendi öyküsünü çıkarır.”

Cihan DEMİRCİ: “1980 öncesinde kendini mizahla eleştiren, düşündüren ve sarsan bir toplum vardı. Yapılan askerî darbeyle yeni bir toplumun inşasına başlandı. Bugün o toplum yaratılmıştır; okuma tembeli ve mizahın derinliğini yitirmiş bir kuşak... Mizah öykülerinin adını “Geyik Muhabbeti” koydum, kısalttım, iki üç satırlık öyküler yazdım, Laforizma yaptım; değişen bir şey olmadı, olmuyor. Zaten mizah dergileri öyküyü, hatta mizahı terk ettiler. Cezmi Ersöz ve Nihat Genç “LEMAN”ı çıkarıyor. “PENGUEN”se hâlâ mizah yapmaya çalışan bir dergi. Okur ve tiraj kaygısı ve toplumun bu acıklı hâli yüzünden, mizah yazarının yükü artık çok ağır. Toplum öyle değiştirilmiş ki artık aptal bile değil, ne olduğuysa hiç belli değil. Çağın geçerli ideolojisi olan hızın önüne geçme, onu yavaşlatma ütopyası filan hiç umurumda değil! Ama önden, arkadan, sağdan, yukarıdan konuşan biri olarak, iyimserliğimi koruyor ve hâlâ ciddî bir mizah dergisi oluşturmaya çalışıyorum.”

*** Ustalara Saygı ***
Sona doğru yaklaşan Öykü Günleri’ndeki bu bölümde Aziz Nesin anıldı.

(Aziz NESİN): “Toplumumuzun köylüsünden, işçisinden askerine, patronuna kadar her kesimi ile ilgili konularda yazdığım doğrudur. Bu durum, özellikle öykülerimde açıklıkla görülür. Bunun sebebini bu kesimlerin diğerlerinden ayrı düşünülemeyeceği, herhangi birindeki aksaklığın diğerini de etkilediği gerçeğinde görmek mümkündür...”

(Sait Faik ABASIYANIK): “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım, koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım, kalemi yonttum. Yonttuktan sonra da tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım. Bana kalırsa, yazıcılık işinde, insanın yazıları ahım şahım olmasa da zararı yok pek. Elverir ki, namuslu olalım. Kalemimizi ne devlete ne patrona ne de hatta millete satalım…”

Tarık DURSUN K.: Hikâye, küçük hikâye… Bence edebiyat türleri içerisinde şiirden sonra gelen en zor üretim dalı… Hikâye birtakım geçmiş birikimlerime, deneyimlerime, bir de gözlemlerime dayanıyor. İnsanın, yazarın kafasının içerisinde hangi merkezde, hangi odak noktasında oluşmaya başlıyor bilemiyorum ama… Sonra sonra bir gün size “yaz” dürtüsü geliyor. Yazma zorunluluğu ortaya çıkıyor. Tıpkı Sait Faik’in “Yazdım ve kurtuldum. Yazmasaydım ölecektim!” dediği gibi. Ben yazmaya kalkıp da yazamadığım bir öykü nedeniyle ölmedim; ama yazmak yine de bir tür kurtuluş sayılır.”

*** Dünya Öykü Günü Bildirisi ***

Onur Konuğu Adnan ÖZYALÇINER kapanıştan önce, Tarık Dursun K.’nın yazdığı 2006 Dünya Öykü Günü Bildirisi’ni okudu:

“Hikâye denince nedir aklınıza gelen? Yine hikâye, değil mi? Bugün dünyamızda yaşayan ne kadar insan varsa (yani milyarlarca insan) bir o kadar da hikâye yaşıyor, birbirine hikâye anlatıyor. Her şeyden bir hikâye çıkar, tamam, kabul de onu yapacak kişinin hikâye anlatan değil, hikâye yazan olması gerekir. İnsana, hayatı boyunca sevincine, kaygısına, sevgisine, düşmanlığına, ezilmesine ve ezdirmesine, hak yemişliğine ve haksızlığa uğramışlığına, mutluluğuna ve mutsuzluğuna hikâye kadar tanıklık etmiş bir edebiyat türü daha yoktur.
Ben böyle söylüyorum: Ey hikâye okumaz milletim, ‘hikâye günü’n kutlu olsun!”

*** Son Söz ***

Orhan ALPAYIM: “Öykünün Sevgili Dostları,
Öykünün İzmir’de yarattığı beşinci imbat bugün son kez esiyor. Beşinci yılda artık kılavuz istemeyen köy şudur ki, İzmir öykücülerin, öyküye kulak verenlerin, yazıya gönül düşürenlerin kol gezdiği bir koca kenttir. Bu büyük sonuca katkısı olanları, salonda yerini alarak en büyük sonucu yaratan siz dostlarımızı yürekten kutluyoruz. Hüzünlü ayrılık gününe hoş geldiniz, hoş buldunuz, hoş buluştuk...

"Başta saygıyla andığımız Halit Ziya Uşaklıgil, Samim Kocagöz, Halikarnas Balıkçısı, Şükran Kurdakul, Necati Cumalı; aynı havayı solumaktan onur duyduğumuz Ferzan Gürel, Tarık Dursun K., Muzaffer İzgü olmak üzere öykümüzün büyük adlarına gönlünden esin veren, onları bize armağan eden İzmir’e ne güzel yakıştı bu buluşma, bu birliktelik, bu bağrında sevinçler barındıran koşu…"

Y. Bekir YURDAKUL: “ İnsan öyküsüyle var… İnsan, öykülerle uzanıyor geleceğe. Ve geçmişi saklıyor öykülerde… Bütün dünya içindir dileğimiz: Bir insanı sevmekle başlasın artık her şey! Yaşıyorum, yaşıyoruz; öyleyse öykü... diyen dostlar; öykünün dostları! Gelecek yıl yeni öykülerde, yeni tartışmalarda, yeni öykücülerle buluşuncaya dek esen kalın, öykülerle kalın, öyküler gibi, öyküler kadar olsun günleriniz, düşleriniz… Katılımcılara ve Düzenleme Kurulu’nda emek verenlere binlerce teşekkür ediyoruz. Kalın sağlıcakla…"

*** Dip Not ***
Konu, kent kültürü olduğunda her yerde övünerek söylerim; İzmir Türkiye’nin kent kültürü ve kültür altyapısı en güçlü kentidir, diye. Dört gün boyunca, gerek katılımcı ve izleyici sayısıyla, gerekse konuşmaların ve soruların derinliği bakımından bir kez daha yaşayarak kanıtladık bunu. İzmir’imize bu olanağı sağlayan herkesi tebrik ediyor, bizleri zenginleştiren emekleri için teşekkürlerimi sunuyorum. Bu içerik çözümlemesinde adı geçmeyen bütün katılımcılardan da özür diliyorum. Mehmet Sağlam

 
Toplam blog
: 147
: 2923
Kayıt tarihi
: 05.05.07
 
 

İngilizce öğretmeniyim, çevirmenim, dilmaçım, araştırmacıyım. / Beş kitabım var: Beynin Kimliği, ..