Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Haziran '12

 
Kategori
Öykü
 

Yedi yer yedi öykü - Göynük

Yedi yer yedi öykü - Göynük
 

Akşemsettin Konağı Salonu


2010 Nisan ayı ilk haftasının ortalarıydı, galiba perşembe günüydü; saat on iki de yola koyuldum, tek başıma seyahat edecektim.. Boğaz köprüsünü geçtikten sonra gözüm tabelalarda İzmit yazısını aradı ve bir süre sonra İzmit - Ankara yoluna girdim. Alışkanlığımdır, otomobilime bindiğimde hareket eder etmez radyo 3’ü açarım, gene öğle yaptım; uzun süre Portekiz ve İspanya’nın ortak halk ezgisi Fado’dan örnekler yayınlandı, zevkle dinledim, kimi yerlerde aklım atmışlı yılların sonu ile yetmişli yılların başına takıldı; gençlik yıllarımdı; iyisiyle kötüsüyle sevdalı yılların yoğunluğuyla geçen yıllardı.. Tabii, gözlerim tabelaları ihmal etmiyordu, bir de baktım ki, Adapazarı’na giriyorum; tam zamanında Bilecik sapağını gördüm ve girdim. Bilecik’ten sonra Taraklı - Göynük yoluna saptım.

Göynük’ü hiç görmemiştim; dağ tepesinde, tarih yanı ağır basan, küçük ve şirin bir kasaba olduğunu öğrenmiştim. Normal saydığım hızımla ilerliyordum; artık ova ya da o anlamda olabilecek yerleri geride bırakmıştım; küçük tepelerden dağlara tırmanıyordum; fado yayını bitmişti, radyonun program yapımcısı Vivaldi’den örnekler yayınlayacaklarını anons etti; ama önce yaşam öyküsü... Vivaldi’nin müziğinden keyif aldığımı söyleyebilirim; ama yaşam öyküsünü bilmiyordum, bugüne dek merak etmemiştim ya da zamanım olmamıştı veya tembellik etmiştim; o an öğrenmek için güzel bir fırsattı.. Dağlara tırmanmaya başlayana kadar geçen zaman içinde yaşam öyküsünü dinleyip öğrendim. Kulaklarım müzikte, gözlerim hem yolda hem de doğadaydı. Sağ ve sol yanımda gördüklerim cennetten birer örnekti sanki; tam karşımdaki dağların tepeleri ise karla kaplıydı; sağda durdum, fotoğraf makinemi çıkardım, zumla karlı ve sisli tepelerin resmini çektim. Arabama döndüğümde radyoda Vivaldi sona ermişti, şimdi, Beethoven’ın dokuzuncu senfonisi çalınıyordu, radyonun sesini sonuna kadar açtım, yola koyuldum. Dağlara dokuzuncu senfoninin ihtişamıyla tırmanmanın tadı bir başkaydı. Bu ihtişamı önceki yıllardan biliyordum, bir yönüyle benim keyifli alışkanlığım olmuştu; uzun yolculuk yaparken yanımda Beethoven kasetini bulunduruyor, defalarca dokuzuncu senfoniyi dinliyordum; bugün kasete gerek kalmadı.


Göynük’e gün batımından bir saat kadar önce girdim. Avuç içi kadar şirin bir kasaba... Tabii, ilk işim otel aramak oldu. Pansiyon çokmuş; ama düzgün bir otel tekmiş. O otele girdim, resepsiyondaki görevli, “Yerimiz yok; ama isterseniz sizi konakta misafir edelim,” dedi. “Nasıl,” dedim. “Konak restore edildi, orada da otel hizmeti veriyoruz,” diye açıkladı; sadece “Fiyat farkı var,” diye anlattı. “Tamam” dedim. Bana bir anahtar uzattı; konağın anahtarıymış. “Şu an orada kimse yok, boş; dilediğin odada kal,” dedi ve konağı tarif etti. Aldım anahtarı konağa gittim; babamın malı gibi kapıyı açtım girdim içeri. Sokaktan giriş bahçeye göre konağın ikinci katıymış, bir de üçüncü kat varmış; üçüncü katta, muhteşem salondan girilen odalardan birini tercih ettim ve yerleştim. Salon ve tüm odalar eski gelenek ve göreneklerimize göre, son yıllarda Türk evleri dedikleri tarzda düzenlenmişti; bu, benim için yeni bir yaşam biçimiydi; hoştu!

Konağın adı: Akşemsettinoğlu Konağı. Dış kapıdan sonra üç dört basamakla sahanlığa çıkılıyordu; karşı duvarda soy ağacı vardı.. Odama yerleştikten sonra soy ağacını inceledim; konağın sahibi, saymadım, bilmem kaçıncı göbekten Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin Hazretleri’nin soyundanmış.

Konağı gezdim.. Konağa giriş itibariyle sahanlığın sol, ön bahçeye göre ise ikinci katın sağ bölümünde ayrı bir daire konumundaki yer “harem”miş; zeminden biraz yüksekçe olan birinci kat mutfak ve konak çalışanlarına ayrılan yermiş; şimdi ise, eski geleneğe göre düzenlenerek kış aylarında sabah kahvaltılarının verildiği yermiş; yazın ise, sabah kahvaltılarını bahçede veriyorlarmış. Harem dairesini ertesi günü sabah gelen hizmetkâr ile gezdim; üç ayrı odadan ibaretti, tabii, şimdi bu odalar otel odaları; ama konağın tümünün eşya ve işlemeleri ve her tür düzenekleri eski Türk aile yaşamındaki gibiydi. Üçüncü kattaki kapıdan toplantı ya da kabul salonu anlamındaki, görkemli, geniş bir salona giriliyordu. Salonun uzun kenarından biri sokağa, kısa kenarından biri de bahçeye bakıyordu. Salonun diğer kenarlarında dört kapı vardı; kapıları tek tek açtım, salondan girilen ya da şöyle diyebilirim; salona açılan dört ayrı odaydı. Her halde odalardan biri Akşemseddin Hazretleri’nin odasıydı, diğerleri ise itibarlı konuklara ayrılmış olmalıydı, diye düşündüm. Tabii, şimdi pırıl pırıl otel odalarıydı. Geniş salonun çevresi o yılların gelenek ve göreneklerine göre sedirlerle çevriliydi, sedirlerin üstünde uçları dantelli beyaz örtüler vardı; keza sedir ve köşe yastıkları da ince oyalı, sanat eseri anlamında işlemeli örtülerle kaplıydı. Burada bir süre oturdum, salonun bütününü oturduğum yerden tekrar inceledim; daha doğrusu o ortamda yaşamaya çalıştım. Orta yerde pirinçten kocaman altın gibi parıldayan mangal vardı. Tam karşımda, eski usul camlı dolabın yanındaki masada kocaman bir semaver vardı. Sedirlerle mangalın arasındaki büyük alanda, iki ayrı yerde, büyük boy iki bakır yemek tepsisi vardı. Daldım gittim, haydi hayırlısı dedim; ama acıkmıştım, her ne kadar burası tekmil bir konak ise de şu an konakta benden başka ne in vardı ne de cin; pardon benden başka insan olmadığı kesin; ama in cin var mıydı, yok muydu bilemem. Her ne hâl ise, sonuçta açıkmış olduğum için dalıp gitme duygusunda başarılı olamadım. Ziller çalıyordu midemde, sabah kahvaltısından bu yana bir şey yememiştim: Fado ile dokuzuncu senfoni ve Vivaldi'nin konçertoları ruhları doyuruyordu; ama karınları doyurmuyordu.


Çıktım sokağa, dedim ya, avuç içi kadar bir yer; beş on dakika sonra bir lokanta buldum. Sıcak bir çorba iyi geldi. Yemekler tükenmişti; ızgara yapalım, dediler. Öyle yaptık. Bir dilim ekmek, bir küçük kavanoz yoğurt aldım ve konağa geri döndüm.


Taşınabilir bilgisayarım yanımdaydı, onu aldım, Akşemseddin Hazretleri’nin konuklarıyla görüşüp konuştuğunu düşlediğim haşmetli salona girdim; saat 21’di.. Dosyamdaki şiirlerimi gözden geçiriyordum, geç olmuştu.. Bir süre sonra düşler ülkesine doğru yola çıktım; bir dize üstünde çok düşündüm, sonunda başımı ekrandan kaldırdım, baktım, Akşemseddin Hazretleri Kuran okuyordu, gece yarısı olmuştu, daha doğrusu sabaha az kalmıştı, odama çekilmek için izin istedim. “Rahatına bak evlat benim şu ‘hatim’i bitirmem gerekli,” dedi. Gittim yattım.


Göynük, dağların arasında, üç yönlü vadide kurulu güzel bir ilçe... Dağların daha yüksek tepelerinden gelen kaynak suları, kar suları, gürül gürül akarak kasabayı güzelleştiriyor diyeceğim; ama bu söylem pek doğru olmaz; çünkü akan sular bulanık, daha da kötüsü; hayretler içinde kaldım; genel tuvalet kasabanın göbeğindeki derenin üstündeydi. Sokak ve caddelerde kanalizasyon varlığını işaret eden bir rögar kapağı göremedim. Acaba evlerin atıkları, diye düşündüm; bir yanıt bulamadım.

Evlerin tümünün eski mimari özelliklerini koruduklarını gördüm, çok sevindim; tamamına yakını bakımlıydı; bu özen keşke derelere karşı da gösterilseydi..

Akşemseddin Hazretleri’nin türbesini ziyaret ettim. Allah kabul etsin; onun için bildiğim birkaç dua okudum.


Göynük’te ikinci günümün öğleden sonrasını çevredeki köy yollarında geçirdim. Gördüğüm vadilerin ve çevre yeşilliğinin hayranı oldum. Sık sık durdum, baharda açan çiçekleri yakından görmeye çalıştım, onların resimlerini çektim. Bu duruşlarımda ora yerlilerinin otomobilleriyle geçişleri oluyordu; her halde plakayı görüp bir yabancı, diyorlardı. Korna çalarak selam veriyorlar ya da durup bir ihtiyacım olup olmadığını soruyorlardı. Bu sıcak yaklaşım, Anadolu’nun halen yaşayan güzelim insancıllığının örneğiydi. O güne kadar akşamın oluşunu, gün batımını; denizde, gölde, İstanbul Boğazı’nda, hatta yurt dışında çok izlemiş ve o anları fotoğraf kareleriyle tespit etmiştim: İlk kez bir dağ tepesinden vadiyi izleyip karşı dağın tepelerinden güneşin batışını fotoğrafladım ve bir başka mutluluğu yaşadım.

Akşam yemeğini, bu akşam bir başka lokantada yedim; o lokantada Göynük’e özgü birkaç yemek yanında, hepimizin bildiği, Anadolu’nun ortak güzel yemekleri de vardı; rica ettim; iki tabağa yarımşardan dört çeşit koydular. Boğazına düşkün bir adam değilim, bana bir kâse yoğurt da yeter; ama yöresel yemekleri tadıp damak zevkiyle ilgili fikir sahibi olmak da güzeldi.


İkinci gecemde odamdan çıkmadım, kitap okudum.


Üçüncü günümün gündüzü de ikinci günümün benzeriydi; ama zamanımı daha çok, güzel bir pastanede, çay içip taze ve güzel çöreklerden yerken yanımdaki şiir kitaplarından şiirler okuyarak geçirdim.

Akşam; konakta, şirin odamda otururken zihnim yüzlerce yıl öncesine gitti ve kendime sordum, “O günlerin benzerini ben de yaşayabilir miyim,” diye. İlk gece, şöyle bir aşina olur gibi olmuştum ya, bu gece belki şansım açılabilir, diye düşünüyordum. Aradan çok zaman geçmedi, halayıklardan birisi geldi, “Hoca Efendi seni yemeğe bekler,” dedi. Kalktım, Akşemseddin Hazretleri’nin muhteşem salonuna girdim, bir köşeye oturdum. Kısa bir süre sonra, odasından çıktı; uzun aksakalı vardı, giysileri pırıl pırıldı, belki Hint ipeğinden bir dokumaydı; elinde gül ağacından bastonu vardı; ayağa kalktım temennayla selamlayıp karşıladım, sağ elini yüreğinin üstene götürerek selamımı kabul etti. Önümden geçerek karşı sedirin tam ortasına oturdu; daima öyle yaparmış.. O, izin vermeden konuşmaya başlayamazdım, beni fazla bekletmedi. Bir yandan da halayıklar sofrayı hazırladılar ve Hoca Hazretleri’ne başka emirleri olup olmadığını sordular; eliyle bir işaret yaptı, halayıklar çekildi, kapının dibinde birisi kaldı ve ayakta bekledi. Sofrada kuş sütü hariç her şey vardı. Hoca Hazretleri, “Sofraya buyur evlat,” dedi. Sofraya karşılıklı oturduk. Hoca Hazretleri işaret ettikçe kapı dibinde bekleyen halayık sofradakini kaldırıyor, aynı anda kapı açılıyor, diğer halayıklar diğer yemekleri getiriyorlardı. Uzun süre sofra başında kaldık. Yemek sonrasında sade kahveyle birlikte nargile içtik. Çok zaman geçti; geçen süre içinde durmadan konuştuk; o bir şeyler sorarak bugünü anlamaya çalışıyordu; ben de ona birçok şey sorarak geçmişi ve yaşamın sırlarını ondan öğrenmeye çalışıyordum. Sonunda korktuğum başıma geldi, “Ya ülkemiz,” dedi; kem küm ederek anlatmaya çalıştım. Çok üzüldü, verdi veriştirdi; ben ise adeta yok olmuştum utancımdan! Hoca Efendi Hazretleri anladı halimi: “Evlat odana çekilebilirsin,” dedi. Kalktım, onu selamladım ve arkamı dönmemeye çalışarak salondan çıktım ve gözyaşlarım seller gibi akarken odama girip şu dizeleri yazdım:


Akşemseddin


Göynük’e gitmeye karar verdim:

Düştüm yollara; dağ dere tepe aştım

Yol bilmem, iz bilmem; Göynük nire

Onu da bilmem!


Sora sora buldum sonunda dağın tepesinde…


Otelci, beyim yerim yok, dedi

Ak saçlarıma baktı baktı;

Al şu anahtarları dedi, konağın anahtarları;

bak odalara, dilediğinde kal...

Ancak, harem dairesine ilişme!..


Konak nerede dedim:

Üç yüz metre yürü, dön sola,

orada Akşemsettinoğlu Konağı, dedi.


Konağın kapısını açtım

Harem dairesine ilişmeden

Gezdim odaları tek tek;

Yerleştim birine.


Konakta, benden gayri; in cin top atıyordu.


Konak on altıncı yüz yılı yaşıyordu:

Küçük salonda, soy ağacını inceledim;

Köklerini salan Fatih Sultan Mehmet’in hocasıydı..


Büyük salon görülmeye değerdi:

Giriş kapısı dışında, dört kapı daha vardı;

Biri Akşemseddin Hazretleri’nin

Üçü özel konuk odalarının kapılarıydı

ben de sağ köşedeki odaya yerleştim.


Salonda birçok pencere vardı, perdeleri ipektendi,

Yerde kocaman Acem halısı seriliydi.

Kapıların iki yanı birer minder ve yastıkla

Dört duvarın her yanı sedir ve sedirin üstü

ve arkası işlemeli minder ve yastıklarla donatılmıştı.

Orta yerde kocaman pirinçten ayaklı mangal

Bir köşede altın sarısı gibi parıldayan semaver

İki tane de, yemekler için, büyük bakır tepsi vardı.


Üçüncü gün, akşam olmuştu, kapım çalındı, gel dedim;

Arap halayık, Hoca Efendi yemeğe bekler, dedi.


Bekletmedim, temennadan sonra

işaret edilen yere, karşısına oturdum.

Yedik içtik, daldan dala konduk;

ibrikli halayıklar su döktü, elimizi yıkadık

Ve sonra kahvelerimizle nargile içtik.


Bir yandan…


Fatih Sultan Mehmet’i anlattı, sırlar verdi bana

Ben de bugünün sultanlarını anlattım:

Ermeni Sultanı’ndan, Kürt Şeyhi’nden derken

Geldik Obama’ya; sus, bu kadar yeter, dedi:

Ya Sultan Mehmet duyarsa,

Ayrı devirlerin adamlarıyız amma..

Bir de Mustafa Kemal duyarsa,

o zaman siz, bırakın bu dünyayı

öbür dünyada bile bulamazsınız yatacak yer, dedi.


Hoca dedik sofrasına oturduk, güya yedirdi içirdi,

Sonunda, işte böyle, dövmekten beter etti:


Yok efendim Sultan Mehmet’le İstanbul’u küffardan

Bunun için mi almışlarmış;

Yok efendim Mustafa Kemal ve onun askerleri

bunun için mi savaşıp kovmuşlarmış düşmanı.

 

Ağlamaya başladım, gözyaşlarım seller gibiydi,

Hançeri sapladı göğsümün orta yerine ve noktayı koydu:

Sizler ne biçim adamlarsınız, emanete hıyanetlik olur mu? Dedi.


Üstüne üstlük, bir de, tuh size, demez mi!


Yedirdiklerini boğazıma dizdi bir bir;

Utandım, ağlayarak gittim odama, Arap halayık bile

acımadı halime: Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte:

“Ne zaman gitcen” dedi bana..


 

 
Toplam blog
: 34
: 326
Kayıt tarihi
: 30.04.09
 
 

Bir kamu kurumu yönetim kademesinden emekliyim. Yazı dünyam gençliğimden bu yana sürer, bu kapsam..