Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Eylül '12

 
Kategori
Eğitim
 

Yeni öğretim yılı başlarken manzara-i umumiye

Yeni öğretim yılı başlarken manzara-i umumiye
 

Konya Karasınır Ortaokulu 1978


Bugün yine, yeni bir eğitim öğretim yılının başındayız. 2012-2013 eğitim öğretim yılının ilk günü. Milyonlarca öğrenci ve milyona yakın öğretmen, on ay sürecek ve kıyasıya bir yarış halinde geçecek yeni bir maraton için start aldılar. Adet olduğu üzere “Hayırlı uğurlu olsun” diyorum. Fakat başarılı olacağına hiç, ama hiç inanmıyorum.

Çünkü Türkiye’de eğitim, ellili yılların ortalarından bu yana siyasete alet edildi. Sekiz yaşındaydım. Öğretmenim, köyümüze gelen milletvekiline “Hoş geldiniz” diye elini uzattığında, milletvekili: “Ben senin gibi komünistin elini sıkmam” demişti. Ben milletvekili ve komünizm sözcüklerini ilk kez duymuştum. Ne olduğunu bilmiyordum. Yalnızca öğretmenin ne demek olduğunu biliyordum. Ama daha o gün, hiç duymadığım ve bilmediğim bu iki sözcükten birisine karşı soğurken diğerini daha insancıl ve sıcak buldum. Evet, sekiz yaşımda verdim kararımı, milletvekili kötü bir şeydi. Ondan iyilik ve fayda beklenemezdi.

Üçüncü dünya ülkelerinde siyaset böylesi bir pislik olup, siyasi partiler hiçbir zaman için, “Ülkeye nasıl bir insan gerekir” sorusunu sormadılar. Ellili altmışlı yıllarda güdülecek insanı tercih ettiler, sonrasında ise bununla da yetinmeyerek, partilerine militan yetiştirmenin adına eğitim dediler.

Gençleri çatıştırdılar. Milleti birbirlerine kırdırtıp, köşelerinden keyifle seyrettiler. Gerçekten çok keyifliydiler. Çünkü çatışmalar insanları saflara ayırıp, kemikleştirince, bu saflardan birisinin başındaysanız, ülke için ve onlar için hiçbir şey yapmanıza gerek kalmadan, devleti rahatça söğüşleyebiliyordunuz. Yönetimlerden vatandaşa tek destek, karşı tarafla kavgada ve kavgaya şartlanmada geliyordu. Çünkü soygun dumanlı havada daha kolay yapılıyordu. Çünkü devleti soymak, Türk yönetim geleneğinin değişmez ve tek geçer kuralıydı. Bu yüzden Osmanlıdan bu yana 45 başbakanımız asılmıştı.

Yönetimler bu uğurda kendilerine karşıt olanı içeri atıp, dünyanın en utanç verici en aşağılık işkencelerini yaptılar. 17 yaşında çocukları astılar. Savaşa hayır dediği için 15 yaşındaki çocukların hayatlarını kararttılar. Bu ve benzeri çağ dışı iklimlerde TC’yi kirlettiler. Vatanın ve milletin ırzına geçtiler. Sonra da büyük bir pişkinlikle vatan ve millet için yaptık dediler. Kirli siyaseti savundular.

Oysa siyaset bir mürekkep damlası gibi litrelerce suyu kirletebiliyor; çünkü siyaset elma zehiri gibi bir gramıyla yüzlerce litre suyu zehirleyebiliyor; çünkü siyaset bir kanser virüsü gibi girdiği organı felç ettikten sonra tüm bedene de yayılarak öldürebiliyordu. Çünkü siyaset, kolera ve veba mikrobu gibi salgınlar yaratabiliyordu. Yakın tarihimiz bunun örnekleriyle doludur.

Üçüncü ligden ikinci lige atladığımız söylenen bu günlere gelince, ülkede aynı günde 8 polis 4 asker şehit olmuş… Devlet vatandaşı koruyamayacağını anlayınca onu gözden çıkarıp, valisini korumanın peşine düşmüş… Yani valilere zırhlı araç tesis edilecekmiş… Terör azmış, almış başını gidiyor... Dünyanın beşinci büyük ordusu bunun hakından gelememiş. Korucu sistemi de sökmemiş. Hükümet polisle çözmeye kalkışmış. Bir anda şehit polis sayısı da artmış. Üstelik bunlar neden böyle oluyor sorusu da yasakmış. Çünkü terör örgütü sevinirmiş. Terör örgütü sevinmesin diye başarısızlığımıza bile methiyeler düzenlemeliymişiz.

Böyle bir günde, Başbakanımız Bosna’da kendine verilen bir ödül töreninde boy gösteriyor. Ankara’dakiler imam hatipliler, harp okuluna nasıl girerin hesaplarını yapıyor. Aynı gün okullar açılıyor. Devlet ana-babayı bir yana iterek, bu çocuğun sahibi benim, bunun geleceğine ben karar veririm… Çocuk beş yaşında okula başlayıp, dokuz yaşında imam hatip okuluna gelecek diyor. TV’lerimizde, aynı gün şehit düşen 12 şehitle, kimlik saptaması tamamlanan 25 Afyon şehidinin, cenaze görüntüleri, şarkılar, eğlenceler, televolelerle, yetenek veya yarışma, yemek ve evlenme programlarına karışıp gidiyor… Dizilerin gerilim ortamında kaybolup gidiyordu. Yaşam hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor. Haberlerimizin değişmez fonu, vahşet, dehşet ve cinayet görüntüleri korku filmlerini geçmiş, ama kimse farkında değil. Çünkü artık her şey kanıksanmıştı.

Her şeyi bir kavgaya, çatışmaya dönüştüren siyasi sistemde, herkes birbirini hain ilan ederek, hain olmayan tek kişinin kalmadığı ülkemizde atılan fitne tohumlarını yeşertmek için, din, milliyetçilik ve hamaset gübre olarak en üst düzeyde kullanılarak, kin ve nefret egemen kılınmıştı… Bu yüzden yüreklerde yeşeren sevgiyi, umudu ve yaşama sevincini, bir ayrık otu gibi kin ve nefret boğup yok etmiş vaziyettedir. Birbirlerine ret duygusu geliştirmeye şartlandırılmış beyinler sağlıklı düşünememektedir. Siyasi felsefemiz karşıdan gelen her şeyi hiç düşünmeden ret etmek üzerine kurulmuştur. Oysa ekonomik koşulları Türkiye’nin çok gerisinde olan gezdiğim İran ve eski doğu bloku ülkelerinde, insanlar yokluğa ve tüm olumsuzluklara rağmen, yaşama sevincini yitirmemiş, mutlu ve umutlu. Birbirine güveniyor. Sağlıklı düşünebiliyordu.

İşte her şeyi kanıksamış, duyguları dumura uğramış, yüreğine kin ve nefret duygusu egemen olan sinir ve stres küpü, patlamaya hazır bir bombadan farksız vatandaşlara, Makine Kimya Endüstrisinin tabancaları isteyen herkese kampanyalarıyla, kredi kartıyla ve uzun taksitlerle satılarak, vatandaş devlet eliyle silahlandırılmış ve insanlar sudan sebeplerle birbirini öldürüyor. Ama kanıksandığı için kimse farkında değil. İran’da üç yılda bir kez yapılan recm ve üç idamı, vahşet olarak algılarken, benim halkım kendi ülkesinde her gün yüz kadının, yüz yerinden bıçaklanarak öldürüldüğünün farkında bile değil.

İşte çok küçük bir vesikalık fotoğrafını verdiğim TC’de, öyle bir pazartesi yaşanıyor ki, hani sıradan bir pazartesi sendromu bile hissedilmiyor. İnsanlar eğleniyor, dinleniyor, öfkelenip birbirini öldürmeye devam ediyor, arada bir haber saatlerinde 37 şehidin tabutları ve ilenç gibi ağıtlarla yas sahneleri görüntüye giriyor. Ve spiker tam da görüntünün burasına bir nokta koyar gibi, “Ateş düştüğü yeri yakıyor” diyor.

Bence günün en samimi itirafı ve tek doğru tümcesi budur. Gerçekten ateş düştüğü yeri yakıyor, başka kimseyi etkilemiyor. Ve hiç kimse ateş kendisine gelmeden bir kova su dökmek niyetinde de değil. Yangını söndürmeye gidenler ağlama numaralarıyla olayı sömürmeye çalışırken, bağırıp çağıranlar işe kin ve nefret tohumlarını azdırmak için, dibine gübre döküyor.          

17 Eylül Pazartesi 2012

 
Toplam blog
: 81
: 702
Kayıt tarihi
: 21.11.08
 
 

Nazmi Öner 1946 yılında Burdur’un Bucak İlçesine bağlı Seydiköy’de doğdu. Seydiköy İlkokulu v..