Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Aralık '14

 
Kategori
Kültürler
 

Yeni yıla girerken

“Barış ve huzur içinde içinde binlerce yıl yaşayın... Sizden gelenler sizin dilinizi hiç unutmasınlar.. Analarının babalarının diliyle konuşmaktan, şarkı söylemekten zevk alsınlar.”  Cengiz Aytmatov *

Henüz geçtiğimiz 21 Aralık ile gündeme gelen ve medyanın bilmeyenler için farkındalık yarattığı Nardugan Bayramı bana bazı kavramları, doğayı, ortak bilinçdışımızı düşündürttü. Aslında Kazak Türkçe’sinde düşünmek (tüsünmek) anlamak anlamına geliyor. Belki ben de düşünürken ve yazarken anlamışımdır kim bilir. Hal böyle olunca düşündüklerimi sizinle paylaşayım istedim.

Önce Muazzez İlmiye Çığ’ın dilinden Nardugan Bayramı’nın anlamını okuyalım:

“Hıristiyanların İsa’nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramıdır. Türklerin, İslamiyet öncesi inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor. Buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.

Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık’ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.

Bayramın adı NARDUGAN
(nar=güneş, tugan, dugan=doğan) Doğan güneş.

Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen’e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan.

Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.

Akçam ağacı yalnız Orta Asya’da yetişiyormuş. Filistin’de bu ağacı bilmezlermiş, bu yüzden olayın; Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa’ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor. İsa’nın doğumu ile hiç ilgisi yok. Doğum, güneşin yeniden doğuşu.”

Benzer şekilde Haluk Berkmen Hoca’nın derlediği makalesinden edindiğimiz bilgilere göre: Asya’dan Amerika kıtasına göç etmiş ve Kızılderili dediğimiz insanların güneş doğarken yaptıkları ayinler ve tüm bitkilerin ruh taşıdıklarına dair inançları Asya Şamanlığının devamıdır. Aynı şekilde hayat ağacının Osmanlılardaki anlamını anlatırken her bir yaprakta bir insanın kaderinin yazılı bulunduğu ve bir insan öldüğünde o ağaçtan bir yaprağın düştüğü bir milyon yapraklı hayat ağacından bahsederler (Nevil Drury) Yine Viking inancında yanında Tanrı Odin (Ülgen)’in durduğu Yggdrasil ağacı resmedilir. O ağaç “urd”.(yurd- urd- erde - earth)’un üstünde durur. Yine İzlanda dilinde yazılmış bir kitabın (Prose Edda) önsözünde şöyle yazılıdır: ‘Dünya’nın merkezine yakın, avlanmaya uygun olan mükemmel insanların yaşadığı, adı Troy olarak  bilinen fakat bizim “Türk Ülkesi” dediğimiz  bir bölge vardı’.” (Berkmen, Kadim Diller ve Yazılar – Noel ve Nardugan başlıklı makale).

Bazı  kavramlar vardır, bazı nesneler ya da mekanlar bizi nedenini bilmesek  de çeker. Gider gider onları veya oraları  seçeriz. Şimdiye kadar sanatın pek çok  dalı ile ilgilendim; benim motifim genellikle  ağaç oldu: Hayat Ağacı. Hâlâ canım sıkılsa, enerjim düşse mutlaka bir ağaç ararım sarılacak  veya altında oturacak. Bir süre sonra o ağacın dallarından, köklerinden bana enerji aktığını hissederim ve rahatlarım. Bazen benimle konuştuğunu duyarım dalların, yaprakların, yaprakların arasından süzülen ışığın. Doğadaki her bir canlının benimle konuştuğunu duyar gibi olurum bazen de duyamam, anlayamam üzülürüm ne dediklerini anlayamadığım için. Ama her durumda bilirim ki onlar canlı ve Allah’ın yarattığı bilinçli varlıklardan. Bazen Allah benimle onlar aracılığıyla konuşur diye düşünürüm. O nedenle kutsal  bilirim. Dedemin “seherde ağaçların secde ettiğini görürüm”  dediğini hatırlarım. Ve ibadet sayarım ağaçların altında otururken yaptığım tefekkürü, şükrü. Seherin kızıl vaktinde öten bir kuşun serenadı ruhumu yükseltir adeta. Birlik bilinciyle bütünleştiğimi duyumsarım.

Çocukluğum bağlık bahçelik evlerde geçti. Toprakla oynamayı hep sevdim. Sanatların içinde de en çok seramikle uğraşmayı sevdim çünkü bana çamur hep canlı, karşılık veren ve öğretici geldi. Ağaca ve toprağa düşkünlüğümde bunun da etkisi var mıdır bilmiyorum ama hep tutkun olduğumu  biliyorum. Her yağmur yağdığında içimde bir coşku olur; çünkü  yine dedemin diliyle o yağmur değil rahmettir.

Aynı şekilde Kurban Bayramlarını hiç hayvan boğazlama, kan akıtma olarak hatırlamam çocukluğumdan. Çünkü Allah’a gideceğinin bilinciyle ve sevgiyle uğurlanırdı o hayvanlar bahçemizden. Zaten öncesinde beslenir, sevilir ve bir bağ kurulurdu. Şimdi nasıl oldu  da toplum olarak bu hale gelindi anlamakta zorlanıyorum. Bir yanda ağaca, suya, hayvana düşman gibi davrananlar, öte yanda onları korumak adına bu ruhsallığı ve kültürü görmezden gelenler ya da doğu mistisizminin etkisiyle yeni bir keşifmiş gibi öğretmeye kalkanlar…

İsviçreli Psikiyatrist Carl Jung’un arketiplerini çalışırken ya da aile dizilimi uygulamasında geçmiş yaşamlarda, genlerimizde, ortak bilinçdışımızdaki konuların bizlerde doğal olarak ortaya çıktığını öğrendim. Jung ruhsal kalıtım dünyamıza “ortak bilinçdışı” der. Ortak bilinçdışımızı oluşturan öğelere de “arketipler” der. İnsanın atalarından kendisine geçen ve günlük yaşamda farkında olmaksızın verdiği kararlar, belirlediği yöntemler, ihtiyaçlarını etkileyen unsur, arketip kavramına denk düşer. Öyle ki hayatımızda, davranışlarımızda ortaya çıkan bir kavram, ihtiyaç ya da yöntemi aslında doğamızdan, genlerimizden, ortak atalarımızdan ve kültürümüzden getiriyoruz. Yani içimizde bir ağaç imgesi olmasa dış  dünyada o ağacı  bilemeyiz veya sevemeyiz.

Sonra hepsini toplamaya çalışıyorum ve aldığımız kültür mirasına hiç de uygun yaşamadığımızı fark ediyorum. Bu nedenle de mutsuz ve hastalıklı bir toplum haline geldiğimizi, düşünüyorum. Oysa bütün tükenişlerin nedeni toplumların kendilerini var eden değerleri ihlâl etmeleri veya görmezden gelmeleri, kutsal sayılan değerlere saygı gösterilmemesi  değil mi?. Ortak bilinçdışını oluşturan değerlerden uzaklaşıldığında genetik mirastan mahrum kalınmıyor mu?.

Sonra hemen Cengiz Aytmatov’un “Beyaz Gemi” si geliyor aklıma. Aytmatov kültürümüzün tamamen ülkü değerler üzerine kurulduğunu ancak karşıt değerlerle yozlaşabileceğini ve üzüntülere sebep olabileceğini nasıl da güzel anlatmıştır o romanında. Tıpkı insanın fücur ve takva tarafı  gibi. İyilik ve kötülük gibi ; aydınlık/ışık  ve karanlık gibi; biri diğeri olmadığında ortaya çıkan ve yüce yaradılışlı insanın seçimine bağlı  olan… Yaratılmış olan bütün bilinçli varlıklara saygı duymanın Mümin olmak olduğunu  vurgulayan…

Koskoca bir yılı acısıyla tatlısıyla geride bırakıyoruz. Elbette her şey olması  gerektiği gibi ve merkezinde ama biz yine de insan olarak seçimlerimizi aydınlıktan, iyilikten, inançtan yana yapmayı hatırlayalım istiyorum. Yeni yılda içimden tüm insanlık için, ülkemiz için, yaşadığımız evren için ve yaratılmış bütün bilinçli varlıklar için Allah’ın sevgisini, huzurunu ve şifasını  diliyorum. Sahip olduğumuz değerler için her an şükürde ve farkındalıkta kalmayı, Mümin ve insan olmanın bilinciyle, özümüzü, kültürümüzü, değerlerimizi hatırlamayı ve saygı duymayı diliyorum. Seçimlerimizi kötülüğe göre iyilikten; karanlığa göre aydınlıktan yana yaparak felaha eriştiğimiz bir yıl diliyorum.

*(Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, 1995- Kırgızlar için  Maral Ana’ya verdirilen öğüt)

 

 

 

 
Toplam blog
: 35
: 155
Kayıt tarihi
: 07.01.14
 
 

Hacettepe Ü. İİBF Yüksek Lisans Ankara Ü. Din Psikolojisi Doktora Araştırmacı- Yazar ..