Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Aralık '19

 
Kategori
Kitap
 

YENİDEN HAYATA DOKUNMAK

                                             YENİDEN HAYADA DOKUNMAK

Yeniden Hayata Dokunmak kitabının yazarı Halis Kuralay, 1968’de Çanakkale’nin Bayramiç ilçesinde dünyaya geldi. 1986’da Büyük Çekmece Lisesi’nden mezun oldu. Aynı yıl Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümünü kazandı. 2005-2012 arasında İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nde Özel Eğitim Şube Müdürü olarak görev yaptı. Halen Aile Ve Sosyal Politikalar, İstanbul İl Müdür Yardımcısı olarak görevine devam etmekte.

 

Hayattan memnunsa insan,
Gören de bir görmeyen de.
Bulamıyorsa huzuru,
Gören de bir görmeyen de.

 

 Yazar, bir bülbülün hikayesiyle başlıyor. Bülbül, uçamayan insanlara hayretle bakıyor, bu hallerine oldukça üzülüyor, acıyor. Nasıl olur da uçamaz insanlar? Uçabilseler çoğu sorunlarını halledermiş insanlar, bülbüle göre. Hem güzel manzaraları bir de yukarıdan görselermiş keşke. Acaba uçmak istemez mi ki şu insanlar? Ah keşke uçsalar. Keşke uçmanın getirdiği kolaylıklardan faydalanabilseler.

 Neden bülbül, neden uçmak? Biraz düşününce ve ileride de yazarın kendi ifadesiyle anlıyoruz durumu. Kitabı okumaya başlamadan önce çokça düşündüm ben de bunu. Bu kitabı yazanın bir âmâ olduğunu biliyordum. Olaylara bakarken onun bakış açısıyla bakmam, ona göre değerlendirmem gerekiyordu. Gözlerimi kapayıp onun yerinde olduğumu düşündüm. Ama bir etkisi oluyor gibi değildi. Nasıl olacaktı peki? Onu, onun gözünden nasıl görecek, nasıl anlayacaktım? Yazar bunun olacağını düşünmüş gibi kitabına başlarken bu hikâyeyi koymuş, sorularıma mükemmel bir cevap vermişti sanki. Görmeyen insanların halini, bizim onlara karşı bakışımızın, onların penceresinden nasıl gözüktüğünü sanırım daha iyi izah edemezdi. Aslında bendeki bu bakış, benim kitabı anlamamı kolaylaştırmayacaktı. Zaten nasıl olabilirdi ki. Halbuki bunu düşünürken niyetim oldukça ‘halisti’. Sonuçta onu daha iyi anlamayı düşünüyordum değil mi? Daha kitabın girişinde ders vermişti bana adeta. Kendi açımdan baktığımı göstermişti bana. Aramızdaki farkın bir öneminin olmadığını anlamıştı şaşkın bülbülle.

 

BAYRAMİÇ

 Yazar, doğduğu yer olan Bayramiç Kasabası’ndan, sokaklarından, insanlarından, o insanların uğraşlarından bahsediyor. Bu küçük ve şirin kasabada dünyaya gelmiş. Altı çocuklu ailenin altıncı çocuğu. Komşulardan birinin de telkinleriyle görmediği anlaşılmış. Bildikleri, buldukları tüm doktorlara gitmiş aile, yavrularının gözü açılır umuduyla. Fakat yazgı bu ya, bir sonuç alamamışlar.

 Her çocuk gibi küçük Halis de yerinde durmayan, koşup oynayan bir çocukmuş. Yazar burada duyanlara hayret verici bir kesit de veriyor. Ata, eşeğe bindiğinden; sokaklarda çocuklarla birlikte top koşturup bisiklet sürdüğünden bahsediyor. Bizim için imkânsız olan şeyin onun için ne kadar normal olduğunu görüyoruz. Gözünüz kapalı olduğu halde bisiklete bindiğinizi, kaleye şut çektiğinizi bir düşünsenize. Çok fazla düşünmeyin. Bunu yapabilmek imkânsız değilse de oldukça zordur bizim için. İşte burada bizim algımızdaki yanlışlık ortaya çıkıyor. Nasıl mı? Biz bu işleri yaparken görerek yaptık, o şekilde öğrendik. Ama o bunları görmeden, kendi algılayış şekliyle yaptı, öğrendi. Hepsi bu. Bu kadar basit aslında.

 Namaz kılmayı nasıl öğrendiğinden bahsediyor ilerleyen sayfalarda. Ailesinin ona namaz hareketlerini gösterişini, babasının yanında namaz kılarken onu taklit etmesi için ailesinin ona yardım edişinden bahsediyor. Sadece namaz hareketlerini değil, dua ve sureleri de babasını yardımlarıyla ezberlemeye başlıyor. Daha sonraları ezberlerine Karşıyaka Camii’nde devam ediyor. Babasının ona verdiği güvenin etkisini görüyoruz burada. Yapamaz deyip ihmal etmemiş, aksine yapabileceğine güvenip ona fırsat vermeyi, desteklemeyi seçmiş.

 

OKULA BAŞLIYORUM

 Okumaya başlaması araba plakasıyla başlıyor yazarın. Mahalleye gelen arabanın plakasına dokunarak okumaya çalışıyor, çabalıyor. Ailesi ondaki bu merakı görünce telden harfler yapmakta buluyor çareyi. İlkel olmakla birlikte oldukça anlamlı aslında. Çünkü ondaki bu çaba, babasını onu okutma isteğiyle doldurup taşırıyor adeta. Onu okutmak için başlıyor araştırma yapmaya. Bayramiç’te okuyabilmesi mümkün gözükmüyor, oradan ret cevabı alıyor. Fakat yılmıyor, oğlunu okutması gerekiyor, bu konuda oldukça kararlı. Araştırmaları, soruşturmaları neticesinde ‘Körler Okulunun’ varlığından haberdar oluyor. Buraya başvuruyor sonra. Bekledikleri haber geç de olsa geliyor. 1976 yılının sonbaharında, yedi yaşında başlıyor okula. Tabii çocuk ya, türlü kandırmacalarla getiriyorlar onu İstanbul’a. Okula gelmek istemediğinden değil bu kandırmaca, ailesinden ayrılacak olmanın verdiği üzüntüden aslında.

 60 kadar öğrencisi olan Körler Okulunda anneciğinden uzak, bir başına, zorlu ve uzun bir maratona böylece başlıyor Küçük Halis.

 

KAYNAŞTIRMA EĞİTİMİ

 4. Sınıf başında yazarı ve arkadaşlarını yanlarındaki okula başlatıyorlar. Bu okul görmeyenlere özel bir okul değil. Yaklaşık 50 kişilik sınıfta yazar ve iki arkadaşı görmeyenlerden oluşuyor. Zaten buraya gönderiliş amaçları da bu. Kaynaştırma programı. Diğer çocuklarla birlikte yaşamayı öğrenmeleri, sosyal hayata adapte olmaları amaçlanıyor. Tabii bu sadece yazar ve arkadaşları için geçerli bir durum değil. Sınıf arkadaşlarına da farkındalık kazandırmak hedefleniyor aynı zamanda.

 Burada dikkatimi çeken bir anısından bahsediyor yazar. Öğretmenleri öğrencilere Türkiye’de nerede petrol çıkarıldığını soruyor. Sınıfta bu soruya cevap veren çıkmıyor tabii. Öğretmen kimseden cevap alamayınca kendisi cevaplandırıyor sorusunu. Tabii bu öğrencilere sıra dayağına mal oluyor. Bizim yazar ve arkadaşları da nasipleniyor avuçlarına birer sopayla. Beni hayrete düşüren kısım asıl bundan sonra geliyor. Yazar bu yediği sopadan duyduğu memnuniyeti dile getiriyor. Kim sopayı sever ki? Hele bir de çocuklar. O öğretmenden nefret eder için için değil mi? Fakat bunun değeri yazar için başka. O, insanlardan ayrılmamış, görmez olduğu için acınıp sopadan muaf tutulmamış, kendi değimiyle de normal insan muamelesi görmüş ya, onun sevinci ve memnuniyetinde. Ve şu zarif betimlemeyle özetliyor olayı: “Elim acımıştı fakat ruhuma iltifat edilmişti.”

 

DAKTİLO ÖĞRENİYORUM

                                                                                            

 Kendine yetmek, kendi yağıyla kavrulmak düşüncesiyle karşılaşıyoruz başta. Başkalarına bağımlı olmamak ana fikir. Fakat bu fikri bize basit gelen bir olayla açıklıyor. Yazı yazmak. Kalem kullanarak değil tabii. Daktiloyla yazacak yazısını. Bizim şimdi bilgisayarlarla yazdığımız gibi düşünülebilir. Bizim için ne kadar sıradan değil mi? Hızlı yazamazsak da tuşları ve harfleri görerek yazıyoruz iyi kötü. Yazar için ise bir devrim niteliğinde bu işlem. Nasıl mı? Artık daktilo öğreniyor ve artık ailesine dilediğince mektup yazabilecek. Bunu yaparken başkasına ihtiyaç duymayacak. O zamanlarda telefon da yaygın değil tabii. Bizim şimdilerde telefonu kapatırken dilimize kolay gelen “Allah’a emanet ol” u, mektupları başkalarına yazdırırken rahat rahat söyleyemezken, şimdi dilediğince bitirebilecek mektubunu.

 

 Şimdilerde ayakkabı boyamasak da on yıl öncesine kadar, evde babamla ayakkabı boyadığımız günleri anımsıyorum. Çok zevkli ve bir iki denemeyle rahatça alışabileceğiniz basit bir olay. Akşam boyuyorsanız ışıkları açmayı unutmayın sakın! Ayakkabıyı berbat edebilir, hatta siyah yerine kahverengi boyayabilirsiniz istemeden.

 Yazar da yatılı okulunda merak sarıyor bu işe. Arkadaşıyla uzun uzun düşünüyorlar. ‘Acaba yapabilir miyiz?’ sorusu var akıllarında. Sonunda cesaretlerini topluyorlar, borçla alıyorlar bir boya sandığı. Hava aydınlık, ışıklar kapalı. Ellere ışık gerekir mi ki? Onlar istemiş bir kere, artık kim durabilir karşılarında? Azmin, çabanın meyvesi müşteri memnuniyetiyle geri dönüyor onlara.

 

 Üniversiteye nasıl hazırlandınız? Kaç kaynak kitap okudunuz mesela? Öğretmenin tahtaya yazdıklarını defterinize not ettiniz mi? Eve gelip tekrar etmek var şimdi bu notları. Sonra, kaç test çözdünüz? Soruları çözdükten sonra doğru cevapların üstüne şöyle kocaman bir ‘TİK’ attınız mı?

 Yazar da artık üniversiteye gidecek. Hazırlıklara başlaması gerekir yavaştan. İyi ama konuları nasıl okuyacak? Derste dinledi aklında kaldı diyelim. Soru tarzlarını görmesi gerekiyor. Nasıl çözecek o kadar testi? Sanki baştan kaybetti gibi görünüyor. Yeterince soru çözemez ki. Yazar da zorlukların farkında aslında. O da biliyor ki işi kolay değil. Sınava hazırlık yapması gerekiyor, bu bilinen bir şey ve herkes için geçerli. Fakat onun hazırlığa da hazırlık yapması gerekiyor bu durumda.

 Teyp almakla başlıyor işe. Arkadaşına test okutuyor. Konuları ise kapı kapı dolaşarak okutabilecek birini bulabilirse okutuyor, zaman zaman da teybine kayıt ettiriyor arkadaşlarının sesini. Elindeki kaynaklar bunlardan ibaret. Tahmin edebilirsiniz ki bu üniversiteye girmek için yeterli değil. Gerçi bu yargı geçmiş için geçerli. Şimdilerde yedi yaşındaki çocuğu sınava sok o bile kazanır üniversiteyi değil mi?

 Olayı direk sonucunu söyleyerek açıklamak istiyorum. Yazar Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü kazanıyor. Bizim şimdi bile kapısından geçemeyiz dediğimiz üniversiteyi, nasıl oldu da elindeki bu kadar imkansızlıkla kazanabildi? Sınava dinlediğin kasetlerle, konuları başkalarının sana okumasıyla hazırlanacaksın. Üstüne üstlük bir de sınavını da başkası gelip sana okuyacak. Cevapları tek tek sıralayacak. Sen de doğru olanı seçip işaretleteceksin. Olacak iş mi bu? Valla olmuş işte. Olmuş bize de okumak kalmış. Ve eminim ki yazar benim düşündüğüm kadar düşünmemiştir bu işi. ‘Nasıl oldu da kazandık buraları bu şartlarda?’ dememiştir sanırım. Burada en doğrusu ve en ibretlik olanı yine onun kendi ifadeleri diye düşünüyorum: “Siz sabırla eldeki imkanları kullanıp, elden geleni yaptıkça, Allah’ın size görünür görünmez türlü imkanlar sunacağını hiç unutmamak gerekir. Tevekkülün manası da bu değil midir? Elden geleni yap, gerisini Allah’a bırak. Tevekkül gerçekten çok bereketlidir.”

 

 “Yanına âmâ geldi diye yüzünü ekşitip döndü. Nereden bileceksin, belki de o günahlarından arınacaktı. Yahut öğüt alacak ve öğüt kendisine fayda verecekti.” (Abese 1-4)   

 Allah (cc), sevgili Peygamberini böyle uyarmıştı bu ayetlerde. Bu demek oluyordu ki bir âmâ da dinin yükümlülüklerinden sorumlu tutulacaktı. Haramdan ve helalden, ibadetlerinden ve insanlarla olan ilişkilerinden o da sorumluydu Rabbinin katında. Bunun bilincinde olan yazar ve arkadaşları, Rablerinin onlara mesajını bizzat kendileri okumanın isteğiyle, aşkıyla kabartma Kur’an-ı Kerim öğreneceklerdi. Ne mutlu onlara. Kısa sürede muvaffak oldular, okumayı söktüler. Şimdi sıra edindikleri bu ilmin zekâtını vermeye gelmişti. Onda da çok gecikmediler. Etkili ve ısrarlı, azimli girişimleriyle âmâlar için ‘Kabartma Kur’an Öğreniyorum’ seti hazırladılar. Gece gündüz demediler, seslerini kaydettiler teyplere. Bununla da kalmadı tabii. Bir de kabartma kitapçık hazırladılar. Allah kabul etsin.

 

 “Hayatımın önemli köşe taşlarından birisi, beni ben yapan, kendimi bulmama vesile olan” olarak tanımladığı Beyazay’ı kuracaklardı yazar ve arkadaşları. Hayatta edinmiş oldukları tecrübeleri diğer engellilere aktaracak, onlara destek olacak ve daha nice güzelliklere vesile olacak yerdi Beyazay Derneği. Hatta bir de dergileri olacaktı. Sayfaları olmayan, resimlerden uzak bir dergi. Kaset dergi. Öyle ya, isteyince her şeyin çaresi vardı değil mi?

 Beyazay zamanla işitme engellilerin de sorunlarına cevap vermeye başlıyor. Onlar da burada bulunuyorlar. Yazar görme engelliler ile işitme engellilerin anlaşmasının bir hayli zor olduğundan bahsediyor. Fakat imkânsız değil. İstendiği vakit bunun da yollarını bulmak mümkün. Valla üstadım hayret doğrusu. Biz görenler, işitenler birbirimize derdimizi anlatamıyoruz çoğu zaman. Halbuki yüzlerimizi görüyor, seslerimizi işitiyoruz. Sanırım bazı zamanlarda ellerimizi sizden çok kullanıyoruz. Hatta ellerimiz daha az yorulsun diye de silahlar yapmışız çokça. Özür dileriz.

 

 Kitabı bitirip, ana fikrini anlamaya çalışınca akla gelen ilk yargı “O görmüyor, bunca şeyi başarmış; öyleyse bizim daha çok şey başarmamız gerekiyor” oluyor. Aslında ilk bakışta akla mantıklı gelen bir yargı. Fakat burada yazarın dikkatimi çeken bir ifadesine yer vermek istiyorum. -Öncesinde kardeşlerinin eğitim durumlarından bahsediyor. Liseden sonrasına giden yok.- “Gözlerimin görmüyor olması beni, Bayramiç gibi küçük bir taşra yerine İstanbul gibi her türlü gelişmenin ve fikrin öncelikle uğradığı büyük ve kalabalık bir şehirde okumaya mecbur etmişti. Buna acizliğin kuvveti de diyebiliriz.”

 Küçük Halis’in okumaya olan merakı, babasının onu okutmak istemesine sebep olmuş, Bayramiç gibi bir kasabada da onun bu ihtiyacını karşılayacak okulun bulunmamasından dolayı İstanbul’a, eğitimin daha iyi olduğu yere gitmesine sebep olmuştu. Buradaki imkanların daha fazla oluşu belki de azmini artırmış liseyi, daha sonra da üniversiteyi okumasına sebep olmuştu. Şahsen bu detayı düşündükten sonra şu soruların aklımdan geçmesine engel olamadım: “Gözlerinin görmemesi avantaj mı? Dezavantaj mı?” Açıkçası daha çok avantaj gibi duruyor öyle değil mi? Hem Şaşkın Bülbül’den aldığım dersi de unutmamalıydım artık. “O görmüyor, bunca şeyi başarmış; öyleyse bizim daha çok şey başarmamız gerekiyor” sonucu, buradan çıkarılacak bir sonuç değil anlaşılan.

 Peki bana düşen pay ne bu hikâyeden? Neden okudum ki ben bunca başarı hikayesini? Gelin beraber bakalım biraz.

 ‘Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.’ Bu sözü küçüklüğümde duyduğumda ağaçları, insanları, kısacası ‘gözlerimin’ görebileceği şeyleri güzel görmek olarak tasvir etmiştim aklımda. Halis Kuralay, aklımdaki bu tasviri yıktı geçti desem kesinlikle yanlış olmaz. Hayatından kesitler verdiği kitabını okuduğumda, başına gelen olumsuzluklara rağmen o olumsuzlukları kötü görüp yılmayan, pes etmeyen bir insan karşıladı beni. Çiçeklere, ağaçlara bakıp da hayatı iyi yorumlamak olmadığını anladım. Olayların iç yüzüne, daha doğrusu her şeyine rağmen bana hissettirdiği güzelliklere yoğunlaşmam gerekiyordu aslında.

 Daha sonra yılmak, pes etmek anlayışını yok etti sözlüğümden. Onun yerine çabayı, azmi, hedeflerim için yılmadan çalışmayı ekledi bir bir. Hayatımda istemediğim şeylerin olabileceğini, olduğunu hatırlattı. İnsanlar beni dışlayabilir, sorunlarımı anlamayabilirdi. Benimle muhatap olmayabilir, belki iletişimlerini bile kesebilirlerdi. Belki de onlardan farklı bir yanımın oluşu olacaktı bunların sebebi. Bu farklılık toplumun gözünde iyi ya da kötü olarak nitelendirilebilir, sonuçta farklıydım onlardan. İlla bir duyumun çalışmamasından mı olacaktı ki? Ruhum farklıydı belki de onlardan.

 Yukarda yazar için sorduğum soruyu bu kez kendime uyarlayıp, yine kendime soruyorum: “Farklılıklarım avantaj mı? Dezavantaj mı?” İşte buradan sonrası bana kalacaktı artık. Farkımı lehime çevirip, hedeflerime giderken bir araç olarak mı kullanacaktım; yoksa pes edip kendimi, onlara benzetmek gibi boş bir çabaya mı adayacaktım. Karamsarlık olamazdı artık hayatımda. Görmeyen, ışıksız dünyasından, bir fener tutmuştu karanlıklarıma Halis Kuralay. Bu fenerle ki o, birçok insana umut taşımıştı.

 "Mutluluk her zaman vardır. Yeter ki en karanlık anında, ışığı açmayı unutma.''

 
Toplam blog
: 5
: 290
Kayıt tarihi
: 02.12.19
 
 

Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ---- Medeya ve İletişim mezunu ..