Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Aralık '09

 
Kategori
İstanbul
 

Yeşil gece

Yeşil gece
 

Yaşım, size eski İstanbul'un ne kadar güzel bir şehir olduğunu anlatacak kadar geçkin olmasa da, bugünkü haliyle tarihteki bilinen önemini yitiren bir kent olduğu da aşikar.. Bu şehirde geçirdiğim yıllar arttıkça, benle birlikte İstanbul'un da biraz daha saçının ağardığını, yüzünün kırışmaya başladığını, uzuvlarının işlevini eskisi gibi yerine getiremediğini görüyorum. Kısacası şehrimin biraz daha yaşlandığını görüyorum her sabah..

Örneğin, yapılaşmada sürekli verilen tavizlerle, şehrin ciğerleri olan yeşil alanlar gitgide azalıyor. 2009 Kopenhag İklim Zirvesi sırasında yapılan bir araştırmaya göre, İstanbul'un 30 metropol arasında yeşillikte 25. sırada kalması boşuna değil yani. Bu ne demek? Avrupa'da büyük şehirlerde yaşayan insanlar, yeşile bizden çok daha kolay ulaşıyor.. Peki, bizde ne var? Bol bol beton!

Yıllar boyunca, şehrin yeni yeşil alanlar kazanmasından ziyade, mevcutlarının adım adım tükendiğini görüyoruz. İstanbul'da kişi başına düşen yeşil alan miktarı 3, 5 metrekare iken dünyada kabul edilen norm, kişi başına 7 metrekare. Yani İstanbul'un şu anda, sahip olduğu kadar eksiği var! Halbuki günlük hayatımızdaki çok ufak detaylarla kendimize ait olacak yeşil alan payını arttırabiliriz. Mesela, sadece okuduğumuz günlük gazeteler başta olmak üzere kağıt atıklarımızı düzenli olarak geri dönüşüme kazandırsak, kesilen ağaç sayısı da milyonlarca adet azalabilir.

Sadece İstanbul'da, bir yılda çöpe atılan kağıt miktarı tamı tamına 185 bin ton. Yılda 3 milyonu aşkın yetişmiş ağaç anlamına gelen bu miktar sizce de dehşet verici değil mi? Çok cazip bir takas şansı var İstanbulluların. Atık kağıtların geri dönüşüme kazandırılmasına karşılık, kişi başına düşen 3, 5 metrekarelik yeşil alanın biraz daha artacağı gerçeği.. Bireylerin, bu kazanımda kendi aktif katkılarının olduğunu bilme duygusunun verdiği haz da cabası..

**

Estetiğin yerini alan her taş parçasından kar elde etme zihniyeti, şehrin siluetini ufak ufak kemiriyor.. Aslında şehirdeki genel problem de bu günümüzde! Estetik demişken, bizim binalarımız da o kadar güzel değil hani... Ne vardı bu kadar sıklıkta, bu kadar çirkin yapıyı yan yana dizecek.. Genelde şehirlerin birer karakteristiği olur Avrupa'da. Televizyonu zaplarken bir belgesele denk geliriz.. Beynimiz daha “Aaaa, ne güzel yer” mutluluğunu, vücudumuzun tüm bölgelerine yaymamışken hemen düşünürüz, “Acaba neresi burası?”.. Ben genellikle şehri bize tanıtan modern gezgin konuşmadan bilmeye çalışırım, gördüğüm yerin nerede olduğunu.. Kendimce bir oyun işte... Tahminimi yaparken neye bakarım biliyor musunuz? İlk önce görüntüdeki binalara. Çünkü bunlar çok şey söylerler bize. Estetikleri.. Şehirleri, yapı estetikleri ile tanırız çoğunlukla.. İstanbul'un kayıp olan kimlik kartı!

**

Denizi var bir de İstanbul'un. Hem de dünyadaki birçok metropolü kıskandıracak bir şekilde, ortasından akıp giden.. Dünyayı kuşatan sonsuz suların, dünyada Bosphorus adıyla bilinen kısmı, şehri ikiye bölmekle kalmıyor.. İki kıtayı ayıracak kadar inatla akıyor akıntı, şimdilik(!) Anadolu ve Avrupa yakaları arasındaki iki boğaz köprüsünün altından. Bir üçüncü gölge düşecek birkaç yıla kadar boğazın serin suları üstüne.. Ve biz gene bir gün, boğazı bir arabayla dikine değil de, bir vapurla boyuna arşınlarken; martılara simit atmak için her eğildiğimizde, boğaz sularında iki kulaç mesafede yüzen onlarca deniz anasını görürken kaşınan beynimizden şu düşünceler geçecek; “Bir zamanlar buralarda yüzülüyor muydu sahi?”

**

İstanbul'un nev'i şahsına münhasır bir yönü de havasıdır. İstanbul havası yaramaz genelde, alışık olmayan bünyelere. İstanbul falancayı bozdu derler, sorumlusu havasıdır çoğunlukla.. Bir açar, bir kapatır çünkü güneş yüzünü. Genellikle Balkanlar üzerinden gelen bulutlar da şehrin bu temposuna ayak uydururcasına acele ederler İstanbul semalarına gelince.. Bu yüzden, bir sabah karla uyanıp, öğleden sonra yakan kış güneşinde pardösümüzü atmışlığımız çoktur.. Ya da, şehrin öbür yakasında oturan arkadaşımıza, yolları sel bastığından geciktiğinizi anlatmak yeterli bir mazeret olmaz bu şehirde.. Buraya bir damla bile rahmet düşmemiştir çünkü..

Çocukluğumda burun direğime sinmiş kömür kokusu, bazen İstanbul'dan dönünce de ara ara sızlardı kilometrelerce uzakta. Benim için “İstanbul Kokusu” bu demekti. Şimdi, eskisi kadar yoğun değil bu hava kirliliği, ama yok da olmadı tamamıyla. Zaten hiçbir şey tamamen yok olmaz ki bu dünyada, mutlaka bir kalıntısını bırakır.. Bazen eski bir dost gibi hatırlatıverir kendini.. Güneş battıktan sonra şehrin biraz da sessiz, arka sokaklarından birini hızlıca yürürken mesela. Biz hızlandıkça, ciğerlerimiz de daha hızlı çalışır ve o an içimize çektiğimiz nefeste, o anıların canlandığını hissederiz.. Hızlı yürürüz.. Çünkü gene daha ışıltılı, daha kalabalık, daha canlı bir sokağa atıvermek isteriz kendimizi.. Daha güzel kokan bir sokağa.. Yeni anıları kaydetmeye başlar beynimiz.. Anılarımızın çoğunu kokularla hatırlarız çünkü..

Gece, yıldızları göremezsiniz İstanbul'da.. İstanbul kıskanır yıldızları.. Kendi ışığını yayar ve gökyüzünde parıldayan yıldızlar yerine, şehrin ışıkları yansır karanlığa. En parlağı olmak ister o yıldızların, şehirlerin güneşi olmak ister İstanbul.. Zaten insanlarının da aklına pek gelmez kafayı kaldırıp Venüs'e, Jüpiter'e ve diğer yıldızlara bakıp, gökyüzünün yanıp sönen gözlerine bir göz kırpmak. Şehirde yer yoktur böyle zaman kayıplarına. Her zaman bir telaşe vardır insanlar arasında. Yollar her zaman tıklım tıklımdır, hızlı ve daha hızlı yürüyen insanlarca.. Mutsuz ve daha mutsuz ifadeli maskelerle dolaşırlar çoğu zaman. Yıldızlara hiç bakmamış bu insanlar, ne zaman başlayacağı meçhul bir maskeli balonun tek yıldızıymış gibi davranırlar bu şehirde, bencilce.. Hiç bilmezler mi, gökyüzünde yıldızlar asla yalnız değil, bir bütündürler..

**

Dönüp de tarihine bakınca bu toprakların, üç devlete başkentlik yapmış bir şehrin yorgun ama mağrur duruşu gene de göz kamaştırıcı her şeye rağmen.. Kronik göç alma hastalığıyla yaşamaya alışmış bir vücut gibi İstanbul. Özellikle trafiğin ve hızlı yaşamak zorunluluğun yarattığı stres, bu vücudun hücreleri olan bizleri kemiren bir illet. Hücrelerin yenik düşmesi de birebir içinde bulunduğu vücudu, yani bu kenti yıpratıyor.. Üstelik genetiğinde de deprem gibi ölümcül bir gerçek var..

Ancak bu şehir de çok çalıştı ve hizmet etti içinde yaşayanlara.. Acı acı öksürürken gene de tebessüm ettirecek bir emeklilik ikramiyesine hak kazandı. Bir kez daha başkent olacak Şehr-i İstanbul. Yılbaşını kutladığımız saatlerde, koşar adımlarla gelen yeni yıl, beraberinde çok önemli bir de liyakat getiriyor İstanbul'a; 2010 Avrupa Kültür Başkenti unvanını!

Kısacası, dünyanın gözü 2010 yılında burada olacak.. Tarihe baktığımızda 1453'ten beri “bizim” gördüğümüz bu şehirde geçirdiğimiz süre topu topu 557 yıl. Şehirde bugüne kadar bulunmuş en eski kalıntının gösterdiği tarihin M.Ö 6500 yılları olduğunu düşünürsek, 8500 yıllık periyotta sadece 557 yıldır buradayız. İstanbullular olarak, kültürlerin beşiği bir kentte yaşadığımızı; şehrin sahibi değil emanetçisi olduğumuzu unutmayalım.

Evet İstanbul'da geceleri kuzey ışıklarından oluşan yeşil bir gökyüzünü düşlemek, koskoca bir hayal olurdu. Ama milyonlarca yıldız hala üzerimizde hiçbir karşılık beklemeden bize göz kırpmaya devam ediyorlar.. Her ne kadar onları göremesek de, orada olduklarını bilmek, aslında umudun yüreklerimize serpilmiş yıldız tozlarıyla kentimizi ışık yumağına çevirebileceğimizin bir göstergesi değil midir?

Mutlu Yıllar İstanbul..

 
Toplam blog
: 27
: 1014
Kayıt tarihi
: 15.05.07
 
 

Yazmayı severim. Diğer yazılanları okumayı da... Güncel olayları takip edip, fikirlerimle kamuoyunda..