Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Eylül '09

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Yeşil kurtlar!

Yeşil kurtlar!
 

Benim İskelem!


Alışamadım gitti bu yeşil kurtlara! Onlara dokunduğumda, kabuklu taze ceviz soymuş gibi, parmaklarım önce yeşile, sonra kınaya çalan bir renge dönüşüyor. Bunları kumdan çıkarması bir dert, iğneye takması başka bir dert. Ellerimizi temizlemesi ise tam bir eziyet. Ne yaparsan yap, kurtların salgıladığı bu sıvı renk kolay çıkmıyor.

Kürek ve elek olmadan bu yeşil kurtların toplanması, neredeyse imkânsız!

Kıyı şeridinde, dizlere kadar olan sığ sulardan toplanırlar. Su içinde bıraktıkları izleri bulduğumuzda, küreği bu izlerin on-on beş cm kenarından, ulaşabildiğimiz derinliğe kadar daldırıyoruz. Sonra kaldırdığımız bu kumu eleğin içine döküyoruz.

Kenardan bizi seyredenlerin birçoğu, kaybettiğimiz bir ziynet eşyası aradığımızı düşünüyor olabilir!

Eleği sağa sola sallıyoruz. Kumlar eleğin gözlerinden akıp giderken, eleğin içinde kalan kurtları, şortumuza bağladığımız pet şişesinin veya bir poşetin içine atıyoruz.

Bu yeşil kurtlar kolay bulunmuyor! Denizin içinde açılan sayısız çukurlar sırf bu yüzdendir. Bunun için fazladan bir güç harcamak gerekiyor. Bazen, bir kaç kürekte bir tane dahi bulamadığımız oluyor.

Önceleri elimle dokunamazdım bu kurtlara. Eczaneden aldığım ameliyat eldivenleri ile yeşil kurtları iğnelere takmayı denerdim, ancak her defasında iğne eldivene takıldığı için eldivenin parmak uçları çok çabuk delinirdi.

Sonunda “ne olursa olsun” diyerek kurtları iğnelere çıplak elle takmaya başladım.

Bu yaratıkları iğneye takarken elime aldığım her an, müthiş tiksinti duyuyorum. Midem ağzıma geliyor, içim ürperiyor. Kurtlarla aynı kaptaki canlı bir tekenin iğnesi elime battığında, sanki yem kabında akrep varmış gibi elimi hızla yukarı çekiyorum.

Küçücük yaratıkların (tiksintiden doğan) insana zarar verebilecekleri düşüncesinin bilinçaltına yerleşmesi ise ayrı bir muamma! Bu duruma alışabilmem neredeyse imkansız gibi çok zor görünüyor…

Bize verdiği bunca eziyetten sonra parmaklarımızı boyamasına ise ayrıca bir öfke duyuyorum. Bu öfke genellikle oltama delice vuran bir mırmır, levrek, minakop, karagöz, mercan vs gelinceye kadar sürüyor!

Sonra, görevini yerine getirdiklerinde bu kurtlara iyiden iyiye saygı duymaya başlıyorum. Sanki gözüme ilk başlardaki kadar kötü görünmüyorlar!

Bazen bu riyakâr davranışım yüzünden kendimden utanıyorum ama ne yapabilirim ki? Bende bu “balık aşkı” yüzünden kilometrelerce uzaktan geliyorum.

Denizde olan denizde kalır” der reisler… Biz olta balıkçıları her ne kadar kıyıda da olsak, tuzlu suyun …. … değdiğinde ondan vaz geçilemeyeceğini iyi biliriz!!!

...........

Beş gün önce yine aynı yerde yeğenim ile birlikte çadır kurmuş, sabahlamıştık. Akşamüzeri bizimle avlanan başka balıkçı arkadaşlarımız da vardı. Onlar yeşil kurtları yem olarak kullanırken, biz, midye, teke, tavukgöğsü, ak yem vs kullanıyorduk ama balıklar bize değil, sürekli bu arkadaşlara gidiyordu.

Saat 23.30 sırası arkadaşlar, on, on beş parça mırmır ve ispari ile sahilden ayrılırken kurtlardan kalan son parçacıkları bize verdiler. İşte o saatten sonra, şans bize de gülmeye başlamıştı!

Yemleri değiştirip oltamı denize atar atmaz kısmetime ilk balık gelmişti. 400 - 500 gr arası bir mırmır.

Ancak bu kez de hava müthiş bozmuştu. Dalgalar bulunduğumuz iskelenin üzerini aşıyor, bazen bizi gafil avlıyordu. Defalarca baştan aşağı ıslandığımız oldu.

Deniz suyu sıcak olduğu için üşümüyorduk. Ancak olta takımlarımızı, kamışlarımızı ve yemlerimizi korumakta güçlük çekiyorduk.

Buna rağmen ikinci ve üçüncü balığımızı da almıştık.

Dalgaların arka arkaya gelip iskelede patlaması ve denizin derinliklerinden gelen güçlü sesin hissedilmesi insanı ürkütüyordu.

Denizin bu güçlü dalgalarına meydan okuyan beton iskele, ayaklarımızın altından kayar gibi oluyordu.

Dalgalar çok şiddetlendiğinde yani iskelede durmak mümkün olmadığı anlarda ise oltalarımızı iskeledeki demir merdivene bağlayıp kıyıya çıkıyorduk!

Nedir bu hırs anlamış değilim. Gidip yatmak varken dalgalara meydan okumakta neyin nesi? Ziller şiddetli rüzgârdan habire çın çın ötüyor... Balık tutulmuş olsa bile, balığı iskeleye almak neredeyse imkânsızken biz neyin telaşını yapıyor, neyi ispat etmeye çalışıyorduk?

............

Arkamızda ormanlık dik bir yamaç ve zifiri karanlığın içinde yükselen, yükseltileri orantısız ölçülerde onlarca, yüzlerce beton merdivenler vardı. Medeniyete ancak buradan, bu ıssız merdivenlerden sahilin bütün yorgunluğu omuzlara yüklenilerek çıkılırdı!

Yolun tam yarısında, metruk bir binanın girişi var. Zaman zaman patlak kurna sesinden fışkırdığını gördüğüm çeşme sularının merdivenlerden denize doğru akışından oluşan küçük şelalelerin içinden, paçalarımı sıvayarak güçbelâ yokuşu çıktığım çok oldu!

Eski zamanlarda yaşlılar şöyle derdi. “Geceleri nerede bir akarsu veya kurnası bozuk tıslayan bir çeşme varsa, mutlaka o suyun başında bir su perisi vardır! Bu periler, ara sıra size bir yakınınızın kılığında görünürler” …

Bir keresinde rahmetli babam da bana başından geçen böyle bir hikâye anlatmıştı.

Gecenin bir vakti eve giderken, köyümüzün tam ortasında akan ve köyü ikiye bölen dere kenarında oturan halasına rastlamış ve ona “Hala bu saatte burada neden oturuyorsun?” diye sormuş. Hala babama hiçbir tepki vermeden öylece duruyormuş.

Babam, halasına eğilip dikkatli bakınca, onun gençleştiğini ve yüzünün garip şekilde parladığını görmüş. Bir şeyler olduğunu anlamış ve çok korkmuş! Bildiği bütün duaları okuyarak arkasına bakmadan oradan uzaklaşmış.

Kimseye söylemedim ama bende her defasında bu metruk binanın önünden geçerken, istem dışı da olsa gözlerim hep tanıdık birini arıyor!

Yıkık binanın duvarlarında, satanist gençlerin çizdikleri garip resimler var. Merdivenleri ise labirent gibi dönemeçli, dar ve uzun.

Burası şimdilerde geçen yıldan daha fazla bir çöküntü halinde. Çatısı denize doğru domino taşları gibi akmış. Kalan birkaç parça eşya, sandalye ve masaların ağaçlar arasında dağılmışlığını ve parçalanmışlığını görmek mümkün.

Giriş kapısı önünden geçerken yer yer yıkılmış duvarların arasında, sıkışıp kalan küçük boşluklardan, her an gizemli bir yaratığın çıkıp insana cööö yapacak veya arkadan boynumuza sarılacakmış gibi geliyordu.

Burada insanı ürküten, düşündüren, fesfeseye sürükleyen korkunç bir durum söz konusu. Küçükken, zifiri karanlıkta mezarlığın yanından tek başına geçmek gibi bir şey bu!

Tepedeki iki katlı evin dışında, insanların topluca yaşadığı yerden çok uzakta bulunan bu yıkık virane mekanın içinden, zaman zaman denizin dalga seslerine karışan insan çığlıkları, köpek havlamaları, karga ve baykuş seslerinin geldiğine kulak veren, pür dikkat kesilen ve tedirgin olan bir çok arkadaşım olmuştur.

Tepedeki evin yanan bir dış lambası ve o lambanın altında görünen insan silueti! Bütün bir gece hiç tepişmemesi en az bu metruk ev kadar dikkat çekici ve esrarengiz. Işığın, bir dal parçasından veya ipe bağlı sallanan bir nesneden dolayı sabaha kadar bize göz kırpması ise ayrı bir endişe yaratıyordu.

Bu güne kadar buraya birçok kez geldim ve her seferinde yanımdakiler bana buranın çok korkunç bir yer olduğunu ve bir daha buraya gelmeyeceklerini söylemişlerdi.

Oysa, balık denilince benim aklıma hep bu metruk yer geliyor.. Garip ama burada beni çeken bir şey var ve ben bu karanlığın içinde kendimi olduğundan daha fazla güvende hissediyorum. Nedendir bilinmez, üzerinde bulunduğum iskelenin her zaman bana ait olduğunu düşünüyor ve bu iskelenin üzerindeyken hiç korkmuyordum!

.......

Bir kez daha doğanın gücüne karşı durulamayacağını anlamıştık. Dalgalar periyodik olarak beş saniyede bir bizi iskele üzerinde adeta dövüyordu.

"Biz bu gece bu zor şartlar altında balık tutmak için dalgalar ile boğuşurken, başka birisinin benim için aynı saatlerde çektiği sıkıntıya bakın! Beşiktaş’tan Celal ağabeyimin bir gün sonra bana gönderdiği mesajda;

sv. Talip
Dün akşam seni rüyamda gördüm. Balık tutarken hır çıktı. Seni vurdular. Uyandığımda şakur şukur ağladım. şu ana kadar da etkisindeyim. Allah seni korusun. Rüyalar ters çıkarmış. Ömrün çok olsun.

Kendisiyle sanal âlemde (Milliyet blog) tanıştığım ve bir kere olsun yüz yüze gelmediğim Celal ağabeyim ile telepatik olarak kurduğumuz bu samimi dostluğun ömür boyu kesintisiz sürmesini dilerim”

Saat gecenin iki buçuğu, daha fazla direnmenin anlamı yoktu. Yeğenim saatler öncesinden beyaz bayrağı çekmişti ama metruk binanın etekleri dibine kurduğumuz çadıra korkusundan gidemiyordu.

Oysa ayakta uyukluyordu. Denizde bir olta bırakarak, birlikte iskeledeki takımlarımızı yüklenip çadırımıza gittik.

Med-cezir olayından dolayı, suyun çadırımıza bir metre kadar yaklaştığını gördük. Çadır iplerini ağır taşlarla güçlendirip içeri girdik. Ancak iskeleyi döven dalga seslerinden ve yerin bu güçlü dalgalar yüzünden sallanması, bizim uyumamızı zorlaştırıyordu.

Balığa gelme heyecanı yüzünden dün gece hiç uyuyamamıştım.Yeğenimin ve benim gözlerimizden uyku akıyordu. Tam iki saat uyumak ile uyuyamamak arasında bocaladık durduk.
........
Fasılalı uyku arasına sığdırdığımız kısa metrajlı filmler gibi, nasıl bu kadar kısa zamanda rüya görüyoruz… doğrusu şaşırıyorum.

Uykusuzluk kadar kötü bir şey yok herhalde! İstediğin kadar “ben uyumam, dayanırım” deyin. Uyku, yani gaflet geldiğinde uyuduğunun farkında bile olmuyor insan. Trafik kazalarının önemli bir kısmı, sırf bu yüzden olmuyor mu?

Aşırı uykusuzluktan gözler, kan çanağına dönüyor. Baş ağrısı da cabası. İnsan, birkaç günde kendini ancak toparlayabiliyor.
...........
Saat 04.30. İki saat içinde çadırdan bilmem kaçıncı kez başımı dışarı çıkarıyorum. Bu kez ayakkabılarımı giyiyor ve çadırdan çıkıyorum. Yeğenim yarı uyur, yarı uyanık vaziyette, onu örtüyor ve uyumasını söylüyorum.

Koşup iskeleye vuran dalgaların arasından oltamı elime alıp makineyi sarmaya başlıyorum.

Bir kaç tur sonra misine gelmiyor, belli ki dalgalardan oltam bir yere takılmış. Yapılabilecek her şeyi yaptım. Misinayı gerdim aniden boşalttım. Farklı açılardan çektim yok, kurtulmuyor misina. Sabah balığını kaçırmamak için oltayı koparıncaya kadar misinasını elimle çektim. klıpssin hemen üstünden misina kopmuştu. Kopmuştu ama benim de serçe parmağımın bir boğumunu misina kesmişti!

Hiç yoktan birde bu parmak acısı çeker oldum!

Alelacele oltaya önce bir klips sonra klasik üçlü bir olta takımı bağladım. Takımı yemleyip tekrar denize attım.

Diğer oltamı da aynı şekilde hazırlayıp denize attım. Nerdeyse kutuda hiç yem kalmamıştı. Taktığım yemler son umudumuzdu. Birkaç kurt parçasını bir araya getirerek iğnelere takıyordum.

İskelenin üzerinden taşacak kadar mecali kalmamış olmasına rağmen, dalgalar halen kıyıları dövmeye devam ediyordu.

Alacakaranlığın bittiği noktada bir başka balıkçının benim tarafıma geldiğini gördüm. Yeğenim ise çadırda halen mışıl mışıl uyuyordu.

“Selamünaleyküm, rast gelsin” dedikten sonra, yabancı, oltalarını açmaya ve takımlarını hazırlamaya başladı.

O anda oltamı atmış misinanın boşluğunu alıyordum ve “aleykümselâm” dedim yan gözle.

Gelen kişiyi çok yakinen tanıyordum. Bacanağımın teyze oğlu Hüseyin ağabeydi bu.

Yıllar önce bu iskelede bana, mırmır yakalamayı o öğretmişti. Belli ki yüzüme bakmadan selam vermiş ve beni tanımamıştı. Belki de sabahın bu saatinde doksan kilometre uzaktan gelebilecek bir tanıdığının olacağını hiç beklemiyordu.

“Hüseyin ağabey” diye seslendim.

Bana döndü “ooo Talipçiğim hoş geldin, seni hangi rüzgâr attı buralara?
......
Vallahi sen büyük balıkçısın be kardeşim...
.......
Ben evden gelene kadar sen İstanbul'dan gelmişsin helal olsun sana” diyerek gelip bana sarıldı, Hüseyin ağabeyim!

Ben de “Yok ağabey biz akşamdan gelip buraya çadır kurduk bak çadırımız şurada içinde de yeğenim Şenol var uyuyor” dedim.

<ımg alt="" src="http://img245.imageshack.us/img245/2641/adrg.jpg" border="0">

“Vallahi büyük cesaret, benim evim şuracıkta ( Yazlığı) ben balığa gelmeye nazlanıyorum, bu benim, balığa ilk gelişim. Bir daha balığa gelirken bana da haber ver, birlikte bir program yapalım” dedi.

Sonra Hüseyin ağabey de iki oltasını çıkarıp hazırladı. Bana yıllar öncesi öğrettiği kırmızı solucanların bölgesinden topladığı, yem kutucuğunu açtı. Ellerini yanında getirdiği kuru kuma bulaştırıp, ( Solucanlar elinden kaymaması için kuru kum kullanıyor genellikle) solucanları incitmeden takımını yemledi. Ya Allah Bismillah diyerek her zamanki noktalara takımını yatırdı.

<ımg alt="" src="http://img44.imageshack.us/img44/2788/img0410x.jpg" border="0">

Bu arada benim kamışlardan birine bir vuruş oldu. Hemen oltayı elime aldım ve tasmayı vurdum. Balığı yakalamıştım. Hüseyin hocamın yıllar önce bana öğrettiği gibi oltaya hiç boşluk vermeden makineyi sardım.

O makinenin sesi yok mu? Ne kadar güzel bir duygudur cııır cııır... nasıl anlatılır bilmem ki! Balık, sağa sola aksiyon yaparak beni geçmeye çalışıyor ancak makinemin tur atışına yetişmesi mümkün değil. Burnundan bağlanmış gibi gelişini seyrederken, kontrolün bende olması mükemmel bir duygu.

Bu işin uzmanı Hüseyin ağabeyim bana mırmır balığı yakalamasını burada öğretmişti ve yıllar sonra aynı yerde yine birlikte mırmır avlıyoruz!

Gelen 500 gr civarındaki mırmırı görünce Hocam, üstadım, Hüseyin ağabeyim; “Ooo Talipçiğim maşallah maşallah” diyerek benim gönlümü güzel sözler ile okşadı. Sonra Hüseyin ağabeyim de hünerini gösterdi arka arkaya mırmır ve isparileri almaya başladı.

<ımg alt="" src="http://img15.imageshack.us/img15/5595/img0438ms.jpg" border="0">

Saat nerdeyse 08.00 olmuştu. Hüseyin ağabey “Bana müsaade” diyerek birbirimize sarıldık, vedalaştık ve geldiği gibi sessizce yanımdan ayrıldı.

Bir ara dalgaların patladığı yerde, bir levrek ve yanında bir mırmır balığının yan yana, yan yan yüzdüğünü görür gibi oldum. İlk önceleri bunun bir poşet veya hayal gücümün bir oyunu olabileceğini düşündüm. Sonra yan yatmış balıkların kuyruk atmalarını görünce, bunların benim gece bırakma yaptığım ve sonra çekerken koparttığım oltama takılmış balıklar olduğunu anladım.

Dalgalar bu balıkları ağır ağır açığa aldılar ve ben baka kaldım. Ben diyeyim en az iki kiloluk bir levrek ve bir kiloluk mırmır, siz deyin dört kiloluk levrek ve iki kiloluk mırmır. Balıkçılıkta kural bu; “Kaçan balık büyük olur” Balığı yakalamış olsak bile, kısmet olmayınca olmuyor.

Beş gün sonra aynı yerde: Bu kez yanımdaki arkadaşım MB tan biri!

Devamı var...

 
Toplam blog
: 438
: 826
Kayıt tarihi
: 07.01.07
 
 

Milliyet Blog'a hangi vesile ile kayıt olduğumu doğrusu hatırlamıyorum!  Bende birçoğunuz gibi ya..