Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Mayıs '21

 
Kategori
Dünya
 

YEŞİL VADİ

VADİM O KADAR YEŞİLDİ Kİ

Senin delikanlı gözlerin oğul, büyük Amerikan rüyasını görür şu dağların eteklerinde.Oysa ince sis perdesinin ardında, artık erişilmez bir uzaklıkta, cennetin çayırları olduğu gibi durur.

Gong çalar, dünyanın kapıları açılır. Yeşil bir ışık huzmesi fırlar bir kanattan, iki adam boyu bir mızrak saplanır toprağa. Çipil çipil gözlerini kırpıştırırarak gerinir ejderha. Hayretle bakar titrek sonbahar güneşine, uyanır, uyanır uyanmaz da dehşetli alevlerini kusar ovaya.

Mavi tulumları içinde bir temizlik işçisi, bezgin adımlarla, sokakları bir halı gibi kaplamış sonbahar yapraklarını temizler. Henüz yirmibeşinde bir anne, elinde anaokulu çağında çocuğu, yüreğinde belli belirsiz bir korku, hızlı adımlarla uzaklaşır. Mavi blucinleri içinde meşin ceketli bir adam, ince sivri yüzünü örten yumuşak sakallarıyla hayatından memnun, kurt gibi bakarak havaya gülümser.

Kadını, erkeği, çoluğu, çocuğuyla işçiler, patronlar, mühendisler doldurur sokakları. Kıvrıla kıvrıla, gürül gürül köpürerek akar gider insanlar. Küfürler, kahkahalar, ıslıklar havayı doldurur, ince mavi bir duman gibi yükselir, yılan gibi kıvrılarak tırmanır yamaçları. Motorize birlikler harekete geçer, bağrının derinliklerinden kopup gelen çığlıklarla yankılanır vadi. Geometrik ülke soluk alıp vermeye başlamıştır. Hayat kendi yüreğini kemirir.

Son model bir mersedes burnunu çıkarır selvilerin ardından. Ürkek ve telaşlı. Görülmekten korkarmış gibi yol alır. Sonra birden kükrer, şahlanır, zincirlerinden boşanır, atılır ovaya. Fırıl fırıl döner tekerlekleri. Işık hızıyla geçer sokakları. Hızla uzaklaşır. Gözlerim tekerleklerinde asılı kalır...

Pırıl pırıl Kaliforniya güneşi hep gülümserdi tepemizde. Beyaz pamuk gibi bulutlar, gri lacivert, mor, mor bulutlar, oynardı bizimle gök kubbenin altında. Uçsuz bucaksız ovamızda yeryüzünün bütün renkleri cirit atardı. Şu gördüğün tarlalar, baştan başa silme meyve ağacı doluydu. Pıtrak gibi açardı çiçekleri bahar gelince. Vadim gelin gibi süslenir, kokularıyla mest ederdi bizleri. Her yerde yeşilin her tonu, her yerde karyağdı çiçekleri, kelebekler renk cümbüşünden sarhoş olurdu.

Bir ağız dolusu gülerdi yeşil yapraklar. Sokaklar ağaçların fısıltısından geçilmezdi. Hışırdayarak sevişirdi komşu bahçelerin ağaçları. Kuşlar şarkılarını söylerdi. Aşıklar gibi atışırlar, koyu sohbetler demlerlerdi. Rüzgar yeşil ipek halının üzerinde kıvrımlar oluşturur, ılık soluğuyla dalgalandırırdı meyve ağacı denizini. Ve uçsuz bucaksız çayırların ortasında oraya buraya serpiştirilmiş adacıklar: Gökteki yıldızlar gibi yalnız ve uzak evlerimiz.

Tek bir yürek gibi atardı vadide hayat. İki elimiz kanda olsa yetişirdik komşumuzun acil yardım çağrısına. Kim, nerde, nasıl olursa olsun, hiç anlaşılmaz, hemen olay yerinde biterdi.

Bir keresinde, akşamın alacakaranlığında gökten kara bir kuş inmişti bahçemize. Nasıl olduysa oldu, bir askeri helikopter konuk oldu vadimize. Çok geçmeden etrafımızı sardı vadi sakinleri, bayram yerine çevirdiler fakirhanemizi. Yüzbaşı da esaslı adamdı ha. Görmüş geçirmiş, dünyanın dört bucağını gezmiş. Feleğin çemberinden geçmiş derler ya hani, işte öyle biri. Göbeğini hoplata hoplata kahkahalar savurmasını görmeliydin. Bütün gece fıkralar, hikayeler anlattı, şarkılar söyledik, bulutlara yükseldik. Kırıp geçirdi bizi. Tatlı perşembe gibiydi hayat. Vadim o kadar sıcaktı ki.

Herkes hayvan beslerdi vadide; güzelim taylar, doru kısraklar, inekler, tavuklar eksik olmazdı. Vahşi hayvanlar da. Karacalar dolaşırdı dağlarda, vaşaklar, kır kurtları ve çakallar. Nasıl da severim çakalları. Bulutsuz pırıl pırıl gecelerde yenilmez bir komutan gibi dolanırlar tepelerde. Ay ışığında çakmak çakmak olurdu gözleri, karanlığı deler geçer, kümeslerimizi bulurdu. Birer ikişer giderdi tavuklar. Canımıza tak edince silahları yüklenir, dağlara çıkardık. Çoban ateşleri yanardı tepelerde. Taze, sıcak kahvelerimizi yudumlarken, geçmişe, geleceğe ve umutlarımıza dair konuşurduk.

Ilık yağmurlarla gelirdi sonbahar. Yerin altında ve üstündeki bütün canlılar yavaş yavaş çekilirdi. Biz bize kalırdık, boynu bükük kuru dallar. Vadim çırılçıplak. Alev gibi yaprakların dokuduğu dayanılmaz güzellikte halılarla kaplanırdı bir yandan toprak. Üşürdük. Koca John’la ocağı ağzına kadar doldurur, gürül gürül yanan çalıların senfonisini dinlerdik. Kafese kapatılmış bir kuş gibi çırpınırdı alevler, kah iniltiler çıkararak, kah feryatlar atarak.

Yaşıyorduk işte... Dünyadan habersiz. Öyle de yaşar giderdik, William Shockley çıkıp gelmeseydi. Hani şu transistörün mucidi olan Shockley. Ne de olsa fırsatlar ülkesi Amerika. O da şansını buralarda denemiş. Kırık dökük, dağ manzaralı bir depoda bir yarı iletken laboratuarı kurmuş. Yanında da ülkenin en parlak fizikçileri. Ama olmayınca olmuyor. Shockley ne yaptıysa olmamış. Neymiş. Shockley’in fikirleri çağının ilerisindeymiş. Pehh, ne çağ ama.

Ne var ki onun tepe taklak oluşu muzaffer orduların istilasını engelleyemedi. Bob Noyce ve Gorden Moore, Shockley’in çömezleri, Fairchild Camera’dan alet edevat ve sermaye alarak Fairchild Semiconductor şirketini kurdular. Yıl 1957. Noyce ve Moore, ilk transistörlerini tanesi 150 dolardan IBM’e sattılar. Ok yaydan çıkmıştı artık. Her şey yıldırım hızıyla gelişti. Transistörler, silikon yufkaları, yongalar, mikroişleyiciler, bilgisayarlar, yazılımlar bir çığ gibi büyüdü. Tanrının laneti ateşten bir kum topu halinde düştü vadimize.

Silikon teknolojisi Alaaddin’in sihirli lambası. Bob Lorenzini, 50 milyon dolarlık Siltec’in kaptanı, herkes gibi o da sıfırdan başlamış. İlk silikon tezgahını yemek masasının başında tasarlamış. Tevatür. Şimdi hedefi 150 milyon dolarmış.

Jerry Sanders, Chicago sokaklarında dolaşan binlerce çocuktan biriymiş. Sefaletin hüküm sürdüğü sokaklarda “Durun hele” demiş bir gün, “bugüne kadar hep siz konuştunuz, artık sıra bende”. Önce koluna altın bileziğini takmış. Mühendislik diplomasını koku alma yeteneğiyle birleştirip bir yıldız daha asmış yıldızlarla dolu gökyüzüne.

Federico Faggin, masal prenslerinde bir başkası, 1970’de Intel’in 4004 mikroişleyici yongasını tasarlamış, 9 ayda. 32 bitlik mikroişleyicinin tasarımı 100 insan yılı alıyor şimdi. Giderek karmaşıklaşıyor yongalar. Karmaşıklaştıkça da çekirge sürüleri gibi istila ediyorlar hayatın her alanını.

1981-1982 kişisel bilgisayarlar yılıydı. Bilgisayar yılın adamıydı, çok satan dergilerin kapaklarından inmek bilmedi. IBM’in bile aklını çeldi ama Steve Jobs ve Steve Wozniak daha erken davranmışlardı. 1976’da ilk elmalarını yaptılar evlerinin garajında. Bilgisayar alacak paraları bile yoktu o zaman. Şimdi ise Apple hisseleri 100 milyon dolar değerinde.

Sandy bir esmer güzeli. Kot pantolonları ve süveteri içinde alelade bir kadın. 1972’de ASK Computer’i kurmuş. Matematik ve kimya lisanslarını ve havacılık mastırını bir yana bırakmış, yazılım üretmeye soyunmuş. Büro ve fabrika kullanımı için hazır paketler üretmiş. Stok kontrol, bordro, muhasebe, üretim yönetimi... Çok da başarılı olmuş.

Cupertino’daki güzeller güzeli evinde bilgisayar mühendisi Tien Nguyen, kocası Thanh’la birlikte yudum yudum tadını çıkarıyor mutluluğun. Saçlarını topuz yapmış keyifle otururken koltuğunda kara boncuk gözlerinde gölgeler beliriyor... 1975 Vietnam’ında evlerinde birbirlerine sokulup ölümü bekleyişleri, sonra, hiç beklenmedik bir şekilde polisin üç kız ve bir erkekten oluşan aileyi Saygon nehrinde bir mavnaya çırılçıplak yükleyişi, bir römorkörün açık denizde bekleyen Amerikan gemisine götürüşü, 20 000 kişiyle yapılan zorlu bir yolculuk, abla Dao’nun gripten nerdeyse ölmesi... Işıklar yanıyor, kocası. O kendi halinde, ses çıkarmadan televizyon izliyor... Varoşlardan bir papazın, ellerinden tutup vadiye getirişi, 10 gün içinde üretim bandının neferleri arasına katılmaları, Elektronik eğitimi veren okulların sıraları, Tandem Computer’da daha iyi bir iş, kardeşlerin büro işlerine geçişleri... Birden gözlerini açıyor, rahat koltuğu, sıcacık yuvası ve kocası yanıbaşında.

Tavşanlar gibi çoğaldılar. Intel, Siltec, Avantek, Apple, ASK, Synertek, Intersil, Signetics, Visicorp, National Semiconductor ve daha niceleri istila etti vadimizi, 80’in üstünde yonga üreticisi.

40 000 dönüm meyve bahçesi vardı bir zamanlar burada, şimdi 5 000 dönüm. Akşam yatıyorsun, evinin önünde komşunun bahçesi uzanıyor. Sabah kalktığında yerinde yeller esiyor. San Jose, 30 yılda 95 000’den 660 000’e fırladı.

Şu perdeye bak şu perdeye. Sis değil bu, hava kirliliği. Pembeye, kahverengiye çalan bu duman yığının ardında vadimi ara ki bulasın. Elektronik endüstrisi kirlilik yaratmazmış. Egzoz dumanıymış. Mış mış mış. Gel de gör, vadim silikon içinde.

Bir de Japonlar. Her yerde onlar. Piyasada serbestçe satılan yongaların fotoğraflarını çekiyor, en ince ayrıntılarına kadar çözümlüyorlarmış. Geçenlerde IBM’in 3081 sisteminin planları kaybolmuş. Bu yıl da yazılımlar gözdeymiş. FBI, San Jose ve San Fransisco’da Hitachi ve Mitsubishi’nin bir sürü casusunu tutuklamış.

Ah bu Japonlar yok mu? Yongalarımızı kopya eden onlar, bilgisayarlarımızın planlarını çalanlar, onlar, yazılımlarımızı ele geçiren yine onlar. San Jose’dekileri, Palo Alto’dakileri. Dünya bellek yongaları pazarının %70’ini elinde tutan hep onlar. Ah bu Japonlar.

Onlar sermaye için %7 öder, biz en iyi zamanlarda bile %18, onlar araştırma geliştirme harcamaları için yüz milyonlarca dolar devlet yardımı alır, biz hiç. Onlar yongalarımızı, bilgisayarlarımızı, yazılımlarımızı kopyalar, biz korumaya çalışırız. Ama biz de yankee’yiz, öyle kolay pes etmeyiz. Rekabet desen bizde. Altyapı desen o da bizde. Donanım, yazılım, dünyanın en parlak beyinleri bizde. Buluş, yenilik, yaratıcılık hep bizde.

Intel saldırıya geçmiş bile. Son model bellek yongalarıyla düşman hatlarına tam cepheden saldırmış. Savaş kızışıyormuş. National Semiconductor’ın başkanı Malezya ve Arizona arasında mekik dokuyormuş. Steve Jobs ateşli bir toplantıya katılmak için İrlanda’ya uçuyormuş. Apple ve Intel’in ana karargahları hala vadideymiş. IBM ve HP araştırma merkezlerini geliştirmek için milyonlarca dolar ayırmış. Yatırımcılar su gibi para akıtıyormuş. Yeni bir yonga dalgası geliyormuş.

Vadim ölüyormuş.

Yapma be babalık. Yeni yetmeler bile bilir. Her ölüm bir başka doğumu müjdeler... Eski, güzeller güzeli vadimizi kaplayan prefabrik evler, metalik kibrit kutusu gibi binalar, hangarlar, fabrikalar, laboratuarlar yeni vadilerin doğumunun habercileri değil mi. Her ay, her gün, bir silikon ormanı üretmiyor mu vadimiz. Avustralya’dan İzlanda’ya, Türkiye’den Arjantin’e, fabrikalardan bürolara, evlerden okullara akan yongalar, bilgisayarlar, yazılımlar, vadimizden akmıyor mu? Vadimiz ölüyor, doğru ama başka vadileri yeşertmiyor mu ölürken.

Yeşillikse yeşillik: Yeşil, sadece bir renk cümbüşü değilmiş, öğrendik bunu. Hayal gücünü çalıştır babalık, insan emeğiyle işlenmiş devrelerde, yongaların ara sokaklarında, bilgisayarların labirentlerinde de yeşilliği göreceksin o zaman. Vadimiz şimdi devasa bir fabrika; daha uzun, daha rahat, daha konforlu yaşamamız için tam kapasiteyle çalışan bir dev karınca.

Vadimiz o kadar yeşil ki...
 

Yabancı dergilerden derleme-uyarlama.
Kadir Güleç
Kerem Öncül

 
Kayıt tarihi
: 29.04.21
 
 

Bilgisayar Mühendisi, Sistem Çözümleyici. Ekonomi, Siyaset, felsefe, psikoloji, sosyoloji, tarih,..