Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Şubat '15

 
Kategori
Anılar
 

Yeşilırmak'ın türküsü

Yeşilırmak'ın türküsü
 

"Tırtılın kaderi kelebek olmak ve güzel ölmektir. Bu dünyadan güzel göçmeye hevesim var." 

                                                                                                             Metin Üstündağ

Uzun zaman olmuştu bir pideciye gitmeyeli. Bunun bir nedeni kilo alma korkusuysa, diğeri de çocukluk günlerimden  hatırladığım o unutulmaz  pazar günü ritüellerine gölge düşmesini istemeyişimdendi.  Annem çoğu kez mutfaktaki, büyük kabartma çiçekli  ocağın başında  karıştırararak,  geceden hazırlardı pidelerin kıyma soğanlı  içini. Üzerinde babamın dükkandan getirdiği  çiçekli  kumaştan, kendisinin  diktiği  bir ev  elbisesi  olurdu.  Firketelerle alalade tutturmuş olduğu  saman sarısı saçlarını ensesinde küçük bir topuz yapardı. Ve mutlaka bir şarkının mırıltıları dökülürdü dudaklarından ince ince, usul usul…  "Bir bahar akşamı rastladım size, sevinçli bir telaş içindeydiniz..."Ya da sözleri itibarıyla, her biri birer Çehov karakterine benzeyen, bizim ailenin kadınlarının kaderi olmuş bir şarkı ; “Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime…”

Yıllar sonra düşündüğümde anlamıştım ki; onun yemeklerinin lezzetinin asıl sırrı içinde hep bolca sevgi ,ve bir miktar hüzün  bulunmasındandı.  Annem ruhunu katardı çünkü yemeklerine. Ve onun ruhu şakılarla soluk alıp verirdi.

Kavurma işlemi bitince büyük ve pırıl pırıl kalaylı bir tencereye konurdu pide içi. Yeni bahar ve karabiber kokusu sinerdi  yüksek tavanlı  geniş mutfağın her yerine. Sonra tencerenin ağzı kapatılır, kenarları el işi  dantelalı bembeyaz bir örtüyle sarılırdı.  Ağbim ve mahallemizdeki  pek çok erkek çocuğu ellerinde bohçalanmış,  bu tencerelerle, sabahın  erken bir saatinde evimizden yaklaşık  1 – 1,5 km uzaktaki,   köprüyü  geçip,  merdivenli  çarşıda, Eski Bedesten’in karşısındaki Halil Usta’nın  fırınında kuyruğa   girerlerdi.   Kızlar da giderler miydi bilmiyorum. Ama  ben uykuda  olurdum çoğu zaman o saatlerde.

 Bazen üst kata anneannemlere misafirler de gelirdi pazar kahvaltılarına. Biz de ara kapıdan geçerek yukarıya çıkardık o zaman. Hava soğuksa  ve  gelen misafirlerin çocukları da varsa  merdivenbaşı  oyun alanımız olurdu.  Hiç yorulmadan defalarca çıkılırdı 26-28 basamak. Ve büyük bir zevkle aşağıya doğru kayılırdı dönerli ahşap trabzanlardan. Duvar kenarlarındaki  açık yeşil boyalı, balkonumsu çıkıntılara oyuncak evleri kurulurdu. Ne çok film anlatırdık ve hikaye anlatırdık birbirimize, hiç bir ayrıntıyı  ve efektlerini dahi  atlamadan.

Her gelen konuk merdiven başında dizili terliklerden birini giyer öyle çıkardı yukarıya. Öbür evdeki cicianne, dede, dayılar, teyzeler... Ünye’deki teyzemler, Samsun’dan dayımlar gelirlerdi...Güner Teyzem’in büyük bir itinayla düzenlediği aslan bacaklı, bembeyaz örtülü masanın etrafında kolalı peçetelerle, o kalabalık aile sofrasındaki beraberlikler daha sonraki yıllarda da, düşündükçe içimi ısıtan, hep özlediğim en sıcak hatırasıydı çocukluk günlerimin. Özellikle bayramlarda uzun bir araba kuyruğu olurdu bahçe kapısının önünde. Ve biz- ağbimle ben- bu  aile kalabalığında, tatlı bir sevgi sarmalının içinde, kendimizi hep  güvende hissettiren bir başkalık bulurduk.

Tüm bu manzaranın içinde, babamın mutfaktaki bordo kadife örtülü divanda oturup bağlamasının akordunu yaparken ya da kendiyle bütünleşmiş, her dinlediğimde beni derinden etkileyen "Çarşamba'yı Sel Aldı," türküsünü çalıp söylerken ki hali de geliyor gözlerimin önüne; 

Babam sekiz yaşındayken öğrenmiş bağlama çalmayı. Haydar dayısından etkilenmiş.

 1952’de  Ankara'da  Ulus’ta  askerlik yaparken tesadüfen onun çalışını duyan bir albay odanın kapısını aralayarak, “Ne kadar güzel çalıyorsun, yarın radyoevine götüreceğim  seni ” demiş. O günlerde Muzaffer Sarısözen Halk Türküleri Yöneticisiymiş Radyoda. Hangi türküleri bildiğini sormuş babama. “Çarşamba’yı Sel Aldı”yı çalıp söylemesini istemiş sonra. Daha önce dinleyip pek te beğenmediği bu türküyü onun yorumuyla  çok beğenmiş.  Ertesi gün yine radyoevine çağırmış babamı. Orada  ilk kez konuk sanatçı olarak “Yurttan Sesler Korosu”yla birlikte çalıp söylemiş bu türküyü babam.

Bu sırada Kıyametler kopmuş Çarşamba’da.  Bütün komşu kadınlar babannemlerin evinin kapısına koşturup "Memnune hanım, Memnune hanım, Faik radyoda türkü  çağırıyor diye telaşa vermişler ortalığı. Babannem zaten kıvılcımdan ateşeler saçan, bir ateşböceği, coşku seli bir kadın. Ayağının siyatik ağrısına aldırmadan  "Oğlumun sesini bana verin!!! Oğlumun sesini bana verin diye omuzlarından aşağıya akan bukle bukle kızıl  saçlarını savura savura ayakkabılarını bile giymeyi unutarak fırlamış,  eski evin bahçesine.  Mahalledeki bütün evlerde radyolar  açılmış sonuna kadar. Bir şenlik bir kıyamet, “Çay Mahallesi” yıkılmış heyecandan, sevinçten…

"Ama sonra ..." derdi babam, bütün bunları anlatırken  üzüntüyle... Sonra olmadı işte..."Çalgıcı olacakmış Dava Vekili Mustafa Efendi'nin oğlu..."  dediler. Hakir gördüler. Kimselere anlatamadım  içimdeki o aşırı tutkuyu. Küçük yer işte. Karmaşık duygular atlasıdır taşra.  Lafı, dedikodusu hiç bitmez, bir yandan  sımsıcak sarar sarmalar insanı, bir yandan da kuşatır, cendereye sokar, Bir türlü kendin olmana izin vermez.

Ben de ticarete atıldım. Yalnızca  kendim için ve özel günlede, çocuklarımın doğum günlerinde, aileme çaldım bağlamamı.  İçki masalarına meze de yapmadım müziğimi.

Olsun böyle de iyi oldu yine de," deyişinde hem bir kabulleniş, kadere boyun eğiş, hem de bir kırgınlık vardı.  Keşkelerin, uktelerinin uçuştuğunu görürdüm gözlerinde.

Pidecinin kapısından girdim. Yanmakta olan fırırnın ateşi vurdu yüzüme. Fırının başında gözlerinin içi gülen, saçları biraz dökülmüş, tombulca bir usta, elleriyle incecik olana  dek açtığı hamurların içini koyup, kapattıktan sonra, uzun fırıncı küreğiyle kor ateşin içine  veriyordu onları.  Ön taraftaki buzdolabının içi tereyağı, kaşar, yumurta, sucuk, pastırma, kavrulmuş kıyma gibi malzemelerle doluydu.  Tezgah'ın arkasında ona göre daha genç ve ince uzun bir adam, yine hep gülen yüzüyle masalara servis yapıyordu.

 Onlara da biraz anlattım  uzun zamandır çok özlediğim o Çarşamba pidesinin öyküsünü… Hemşehrilik muhabbeti uzadı gitti. Ne çok ortak tanıdığımız varmış meğer. Telefonla birini aradılar. Dayımın sık sık görüştüğü, benim küçüklüğümü çok iyi  bilen, Muhammer Amca…Sonra bana verdiler telefonu. Konuştuk. Çok etkili, dolgun bir sesi vardı.  Bana ilkokul yıllarında, okul yolunda  annemin  onun elini hep sımsıkı tuttuğunu ve hiç bırakmadığını, yüksek bir not alsa hemen annemin sınıfına koşup  “Yurdanur abla” diye ona sarıldığını anlattı. Bu ne hoş bir  anektoddu. Onu hiç hatırlamasam da ama çok sevmiştim. Uygun bir zamanda görüşmek üzre sözleşip telefonu kapattık.

 O  sırada  duvarlardaki siyah beyaz fototğraflara takıldı gözlerim. Kalkıp hepsine yakından baktım. Çok eskiydi, çoğu 40’lı 50’li yıllar…Çocukluğumun Çarşamba’sının ben doğmadan önceki kadim zamanları…Ama bir tanesinin önünde mıhlanıp öylece kaldım. Doğup büyüdüğüm, bahçesinde  salıncaklar kurduğum, mahallenin çocuklarına şemsiyeli çikolataların sarıldığı renk renk yaldızlı kağıtlar karşılığında  tiyatrolar oynayıp, şarkılar söylediğim, meyve ağaçlarının dallarının en tepelerine dek tırmandığım, gölgelerinde ilk gençlik  kitaplarımı okuduğum, şimdilerde her düşündüğümde bana bir masalın ortasına düşmüşüm  hissi veren, yıllarca rüyalarımda gördüğüm, o cumbalı, dikdörtgen pencereli, sarı ev  karşımdaydı.  Sonrasını tahmin etmek zor değil…Zor olan gözyaşlarım tutmaktı…Bıraktım onları özgürce aktılar…

 

 

 

 
Toplam blog
: 30
: 572
Kayıt tarihi
: 02.11.09
 
 

Edebiyat, sinema, tiyatro ve müzik başlıca ilgi alanlarım. Gezmeyi, okumayı, yazmayı, düşünmeyi v..