- Kategori
- Anılar
Yeşilırmak'ın türküsü
"Tırtılın kaderi kelebek olmak ve güzel ölmektir. Bu dünyadan güzel göçmeye hevesim var."
Metin Üstündağ
Uzun zaman olmuştu bir pideciye gitmeyeli. Bunun bir nedeni kilo alma korkusuysa, diğeri de çocukluk günlerimden hatırladığım o unutulmaz pazar günü ritüellerine gölge düşmesini istemeyişimdendi. Annem çoğu kez mutfaktaki, büyük kabartma çiçekli ocağın başında karıştırararak, geceden hazırlardı pidelerin kıyma soğanlı içini. Üzerinde babamın dükkandan getirdiği çiçekli kumaştan, kendisinin diktiği bir ev elbisesi olurdu. Firketelerle alalade tutturmuş olduğu saman sarısı saçlarını ensesinde küçük bir topuz yapardı. Ve mutlaka bir şarkının mırıltıları dökülürdü dudaklarından ince ince, usul usul… "Bir bahar akşamı rastladım size, sevinçli bir telaş içindeydiniz..."Ya da sözleri itibarıyla, her biri birer Çehov karakterine benzeyen, bizim ailenin kadınlarının kaderi olmuş bir şarkı ; “Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime…”
Yıllar sonra düşündüğümde anlamıştım ki; onun yemeklerinin lezzetinin asıl sırrı içinde hep bolca sevgi ,ve bir miktar hüzün bulunmasındandı. Annem ruhunu katardı çünkü yemeklerine. Ve onun ruhu şakılarla soluk alıp verirdi.
Kavurma işlemi bitince büyük ve pırıl pırıl kalaylı bir tencereye konurdu pide içi. Yeni bahar ve karabiber kokusu sinerdi yüksek tavanlı geniş mutfağın her yerine. Sonra tencerenin ağzı kapatılır, kenarları el işi dantelalı bembeyaz bir örtüyle sarılırdı. Ağbim ve mahallemizdeki pek çok erkek çocuğu ellerinde bohçalanmış, bu tencerelerle, sabahın erken bir saatinde evimizden yaklaşık 1 – 1,5 km uzaktaki, köprüyü geçip, merdivenli çarşıda, Eski Bedesten’in karşısındaki Halil Usta’nın fırınında kuyruğa girerlerdi. Kızlar da giderler miydi bilmiyorum. Ama ben uykuda olurdum çoğu zaman o saatlerde.
Bazen üst kata anneannemlere misafirler de gelirdi pazar kahvaltılarına. Biz de ara kapıdan geçerek yukarıya çıkardık o zaman. Hava soğuksa ve gelen misafirlerin çocukları da varsa merdivenbaşı oyun alanımız olurdu. Hiç yorulmadan defalarca çıkılırdı 26-28 basamak. Ve büyük bir zevkle aşağıya doğru kayılırdı dönerli ahşap trabzanlardan. Duvar kenarlarındaki açık yeşil boyalı, balkonumsu çıkıntılara oyuncak evleri kurulurdu. Ne çok film anlatırdık ve hikaye anlatırdık birbirimize, hiç bir ayrıntıyı ve efektlerini dahi atlamadan.
Her gelen konuk merdiven başında dizili terliklerden birini giyer öyle çıkardı yukarıya. Öbür evdeki cicianne, dede, dayılar, teyzeler... Ünye’deki teyzemler, Samsun’dan dayımlar gelirlerdi...Güner Teyzem’in büyük bir itinayla düzenlediği aslan bacaklı, bembeyaz örtülü masanın etrafında kolalı peçetelerle, o kalabalık aile sofrasındaki beraberlikler daha sonraki yıllarda da, düşündükçe içimi ısıtan, hep özlediğim en sıcak hatırasıydı çocukluk günlerimin. Özellikle bayramlarda uzun bir araba kuyruğu olurdu bahçe kapısının önünde. Ve biz- ağbimle ben- bu aile kalabalığında, tatlı bir sevgi sarmalının içinde, kendimizi hep güvende hissettiren bir başkalık bulurduk.
Tüm bu manzaranın içinde, babamın mutfaktaki bordo kadife örtülü divanda oturup bağlamasının akordunu yaparken ya da kendiyle bütünleşmiş, her dinlediğimde beni derinden etkileyen "Çarşamba'yı Sel Aldı," türküsünü çalıp söylerken ki hali de geliyor gözlerimin önüne;
Babam sekiz yaşındayken öğrenmiş bağlama çalmayı. Haydar dayısından etkilenmiş.
1952’de Ankara'da Ulus’ta askerlik yaparken tesadüfen onun çalışını duyan bir albay odanın kapısını aralayarak, “Ne kadar güzel çalıyorsun, yarın radyoevine götüreceğim seni ” demiş. O günlerde Muzaffer Sarısözen Halk Türküleri Yöneticisiymiş Radyoda. Hangi türküleri bildiğini sormuş babama. “Çarşamba’yı Sel Aldı”yı çalıp söylemesini istemiş sonra. Daha önce dinleyip pek te beğenmediği bu türküyü onun yorumuyla çok beğenmiş. Ertesi gün yine radyoevine çağırmış babamı. Orada ilk kez konuk sanatçı olarak “Yurttan Sesler Korosu”yla birlikte çalıp söylemiş bu türküyü babam.
Bu sırada Kıyametler kopmuş Çarşamba’da. Bütün komşu kadınlar babannemlerin evinin kapısına koşturup "Memnune hanım, Memnune hanım, Faik radyoda türkü çağırıyor diye telaşa vermişler ortalığı. Babannem zaten kıvılcımdan ateşeler saçan, bir ateşböceği, coşku seli bir kadın. Ayağının siyatik ağrısına aldırmadan "Oğlumun sesini bana verin!!! Oğlumun sesini bana verin diye omuzlarından aşağıya akan bukle bukle kızıl saçlarını savura savura ayakkabılarını bile giymeyi unutarak fırlamış, eski evin bahçesine. Mahalledeki bütün evlerde radyolar açılmış sonuna kadar. Bir şenlik bir kıyamet, “Çay Mahallesi” yıkılmış heyecandan, sevinçten…
"Ama sonra ..." derdi babam, bütün bunları anlatırken üzüntüyle... Sonra olmadı işte..."Çalgıcı olacakmış Dava Vekili Mustafa Efendi'nin oğlu..." dediler. Hakir gördüler. Kimselere anlatamadım içimdeki o aşırı tutkuyu. Küçük yer işte. Karmaşık duygular atlasıdır taşra. Lafı, dedikodusu hiç bitmez, bir yandan sımsıcak sarar sarmalar insanı, bir yandan da kuşatır, cendereye sokar, Bir türlü kendin olmana izin vermez.
Ben de ticarete atıldım. Yalnızca kendim için ve özel günlede, çocuklarımın doğum günlerinde, aileme çaldım bağlamamı. İçki masalarına meze de yapmadım müziğimi.
Olsun böyle de iyi oldu yine de," deyişinde hem bir kabulleniş, kadere boyun eğiş, hem de bir kırgınlık vardı. Keşkelerin, uktelerinin uçuştuğunu görürdüm gözlerinde.
Pidecinin kapısından girdim. Yanmakta olan fırırnın ateşi vurdu yüzüme. Fırının başında gözlerinin içi gülen, saçları biraz dökülmüş, tombulca bir usta, elleriyle incecik olana dek açtığı hamurların içini koyup, kapattıktan sonra, uzun fırıncı küreğiyle kor ateşin içine veriyordu onları. Ön taraftaki buzdolabının içi tereyağı, kaşar, yumurta, sucuk, pastırma, kavrulmuş kıyma gibi malzemelerle doluydu. Tezgah'ın arkasında ona göre daha genç ve ince uzun bir adam, yine hep gülen yüzüyle masalara servis yapıyordu.
Onlara da biraz anlattım uzun zamandır çok özlediğim o Çarşamba pidesinin öyküsünü… Hemşehrilik muhabbeti uzadı gitti. Ne çok ortak tanıdığımız varmış meğer. Telefonla birini aradılar. Dayımın sık sık görüştüğü, benim küçüklüğümü çok iyi bilen, Muhammer Amca…Sonra bana verdiler telefonu. Konuştuk. Çok etkili, dolgun bir sesi vardı. Bana ilkokul yıllarında, okul yolunda annemin onun elini hep sımsıkı tuttuğunu ve hiç bırakmadığını, yüksek bir not alsa hemen annemin sınıfına koşup “Yurdanur abla” diye ona sarıldığını anlattı. Bu ne hoş bir anektoddu. Onu hiç hatırlamasam da ama çok sevmiştim. Uygun bir zamanda görüşmek üzre sözleşip telefonu kapattık.
O sırada duvarlardaki siyah beyaz fototğraflara takıldı gözlerim. Kalkıp hepsine yakından baktım. Çok eskiydi, çoğu 40’lı 50’li yıllar…Çocukluğumun Çarşamba’sının ben doğmadan önceki kadim zamanları…Ama bir tanesinin önünde mıhlanıp öylece kaldım. Doğup büyüdüğüm, bahçesinde salıncaklar kurduğum, mahallenin çocuklarına şemsiyeli çikolataların sarıldığı renk renk yaldızlı kağıtlar karşılığında tiyatrolar oynayıp, şarkılar söylediğim, meyve ağaçlarının dallarının en tepelerine dek tırmandığım, gölgelerinde ilk gençlik kitaplarımı okuduğum, şimdilerde her düşündüğümde bana bir masalın ortasına düşmüşüm hissi veren, yıllarca rüyalarımda gördüğüm, o cumbalı, dikdörtgen pencereli, sarı ev karşımdaydı. Sonrasını tahmin etmek zor değil…Zor olan gözyaşlarım tutmaktı…Bıraktım onları özgürce aktılar…