Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Haziran '14

 
Kategori
Öykü
 

Yetişkin Çocuklar Cumhuriyeti

Yetişkin Çocuklar Cumhuriyeti
 

NİHAT GENÇ VE KUZENLERİME


Annem!

Çocuklarına hem annelik, hem babalık yapan, tarla ve ev kadını büyük insan.

Bizim Karadeniz insanları, gurbetin ve el kapılarının fatihidirler.

Yılmaz bir hayat kavgacısı, usta savaşçı, birer şövalyedirler onlar.

Bu usta hayat savaşçıları, pazen etekli, yazmaları oyalı, birer bilge kadınlar.

Annem; bembeyaz saten pürüzsüz teni, bereketli memeleriyle besledi, gurbetteki babasını bilmeyen beni.

Sevgisi, şefkati, sıcaklığı ve tarifsiz en büyük aşkıyla, beni yatağına alan ilk kadındı annem.

Bense gider o aşk döşeğine işerdim.

Sidiğin sıcaklığı geçip, soğuyan ıslaklık o çocuk bedenimi uyandırınca, utangaç  bir korkuyla sessizce beklerdim.

Birazdan ezan okunur, sabah olur ve annem kalkıp namaz kılar. Yatağından kalkmadan muhakkak, uykulu gözlerle bana dönerek, boynumu koklarken o çocuk bedenimi okşayan ellerle, altımı kontrol eder, beni bu sidikli  ısdırabdan kurtarırdı.

Bilirdim.

Çok erken bezden kesilmişim. Yatmadan önce muhakkak işerdim.

Yine de arada bir, yün, çaput yataklara böyle eziyetli işler ederdim.

Küçük bedenimin üç de biri, kocaman got bir kafaydı. O koca kafaya, yerlerinden fırlamaya hazır bir çift göz yerleştirilmişti. Dolma göz diye çağrılan, küçük ağızlı bir çocuktum.

Trabzon Arafilboy mahallesinin, o merdivenli çıkmaz sokağında, Boztepe’nin eteğinde bir evde yaşardım.

Sokağın başı, Boztepe’nin etekleri, akraba evleri, merdivenler, patikalar, komşuların meyve ağaçları, sınırları çizilmiş saltanatımın topraklarıydı.

Uçuk pembe zemin üzerine, kahverengi puantiyeli, pazen bir donum vardı. Lastiği belimi kesince, çıkarır atardım. Sünnet olmamış bir çocuk pi....le, dal t...k gezer oynardım.

Çömlekçi pazarından alınma tişörtüm, ters giydirilmiş, kirlenip, eskimesin…

Merdivenleri, patikaları aşmak, ağaçlara tırmanmak benim işimdi. Belki de; bu yüzden doğa ve dağ sporcularına pek bir hayranlık duyamadım.

Bir hasretler, özlemler türküsüydü mahallemiz, her evde ucu yanık mektup hikâyeleri.

Hazin duyguların gölgesinin sessizce gezindiği, yoksul, mütevazı, ümitli, neşeli bekleyişlerin evleriydi bunlar. Babaları, kocaları, kardeşleri, amcaları, dayıları, teyzeleri gurbetlerde, yaşayan insanların, gettosuydu mahallemiz.

Almanya, Sydney, İstanbul, Ankara, Samsun, Kayseri ve niceleri ülke ve şehirler, bu özlem yüklü insanlardan sorulurdu.

Bizim gibi insanlar için mektup ilahi bir hediye. Telefon, televizyon, daha sonra hayatımıza girecek olan, tapılası birer put. O da; sülalenin büyüğü, ağabeyi, Sait amcamın sahip olabildiği, ruhani bir kudret.

Babamın Almanya’dan getirdiği Philips mono teyp, abimi mahallenin yetmişli yıllar Dj i çoktan yapmış. Annem akıllı kadın, Münire yengemin mahalleliden çektiği eziyeti görünce, televizyonu alt odadaki ağabeyimin yatağının altına gizlemiş. O TV; mahalleden, yeni evimize taşınana kadar, yerinden çıkarılmadı. Arada bir; o yatağın altına girip, gizli ve çok değerli bir hazineyi keşfeder gibi kutusunun kapağını açardım.

Almanya ve Sydney’deki akrabalar, bir araya toplanır, sırayla mektup yazar gibi konuşur, doldurdukları teyp kasetini, plastik korumalı zarflarla, bizlere postalar, biz akrabalar da, topluca bu kasetleri dinlerdik.

‘’Evvela selam eder, hasretle büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim…..’’

Erkekler, ciddiyetle ajansı dinler gibi, kadınlar; sessizce gözyaşlarını silerek, bu doldurulmuş hasret kasetlerini dinler, ben de sessizce onların yüzlerini izlerdim.

Mektuplar gelir, ev ahalisi havalanırdı. Uluslararası çok önemli bir konunun yazışması, ciddi bir devlet belgesi, ele geçmiş gibi zarfın arkası önü çevrilir, üzerindeki pulun resmi incelenir, damgası okunur, gönderenin ismi ve adresi ciddiyetle tekrar tekrar okunur, gönderilen taraf ve adres de aynı ciddi incelemeden geçirilerek, nefesler tutularak, içinden milyarlar çıkacakmış gibi heyecanla beklenir, tüm gözlerin çevrildiği zarf, kıvrak ve özenli, envai türlü teknikle açılırdı.

Ablam veya ağabeyim, o kargacık burgacık yazılmış yazıları, hece hece okur, annem; bir başvekil gibi ciddiyetle dinler, ‘’iyi, demek öyle’’ gibi kısa ama içten ifadelerle, düşünceli bir yüzle kalkar, sorumlulukla gündelik işlerine kaldığı yerden devam ederdi.

Büyük kardeşler, bakan, müsteşar edasında, bu gizli, değerli devlet belgesi üzerine bir kriz masası oluşturur, harfi, kelimesi, cümlesi, metnin bütünü üzerinde ciddi tetkikler de bulunur, resimler incelenir, yorumlanır, hararetli tartışmalardan sonra, bir sonuç ve karara varınca, omuzlarına tırmanmış bir kamuoyu olarak, bana da izahat yaparlardı.

Gür sesini hayal meyal hatırladığım amcamın, kirpi saçları resimde jöleyle zorlukla yatırılıp taranmış olurdu. Yengem ailesini her an korumaya hazır, bir dişi kuş. Kumriye ablamın kısa eteğinin altında çocuk bacakları çok güzel görünürdü. Erdinç kovboy kıyafeti, oyuncak tabancalarıyla, günün her saati öyle yaşıyormuş gibi beni kıskandırır, tatlı bir öfkeye kapılmama neden olurdu.

Neydi? Erdinç daha sürünürken, ben büyüğü olarak, tam solucanı ağzına götürecekti ki, solucanı elinden alıp atmıştım!

Oysa benim mantar tabancam bile yoktu.

Resimleri de bizimki gibi siyah beyaz değil, renkliydi.

Arabaları gıcır, kaldırımları temiz, bizim merdivenlere benzemiyor, yeşil çimleri biçilmiş, bizim Karadeniz’in azgın, terbiyesiz yeşili değil.

Gurbetçi kadın akrabalarımızın, naylon kısa elbiselerinden bacaklarını gördükçe, ‘’Gavur karıları anne’’ derdim.

Cümle akraba kadınlar benle eğlenmek ve gülmek için arada bir bana sorarlardı’’ Ne karıları Erol?’’

‘’Gavur karıları yenge’’  derdim.

Samsun’daki hala ve teyze bir sevgi ağacı; çocukları onların meyveleriydi. Samsun, bir şöhret şehri, akrabalarsa ahalisi.

Yaşadığımız şehrin, henüz Trabzonspor isminin altında ezilmediği yıllardı.

Samsunlu Orhan abi, ülkeyi kırıp geçiriyor. Bizim akrabalar, komşuları Orhan’ la çaktırmadan gururlanıp, hafiften hava mı  atıyor ne?

Bana ismini veren, genç yaşta bir motor kazasında kaybedilmiş Erdoğan abim öyle yakışıklı ki, gidip gelip uzun uzun resmine bakıp, onun gibi olmak istiyorum. İçimden hep, ismim onun gibi diyorum. Adım Erdoğan ama ona söylendiği gibi herkes Erol diyor. Hanife ablam evdeki  kocaman çiçeğin yanında çektirdiği resimde aynı Türkan ŞORAY.

Akrabaların fuar zamanları Samsun’a yaptıkları muazzam seyrüsefer, bir tür Hac vazifesi canım! Samsun fuarında çekilmiş kalabalık resimler incelenirken, iş gürültülü bir kim kimdir yarışmasına dönüşüyor. Kimin, neyinin, nesi. Ben yalnız tanıdıklarımı kale alırdım.

Abimin yanındaki, halamın oğlu Yaşar. Tanımadığım bu çocuğu resimde hemen sevmiştim. Erdoğan abimin kardeşi hem de.

Akraba evliliği yapmış babamın çocuğu olarak, hep daha çok anne tarafını severdim. Baba gurbette. Annemin tarafı hep daha somutlaşıyor çocuk gözümde.

Annemin Kayseri’deki abla ve kardeşini hiç görmediğim halde, annem gibi aşkla seviyorum onları.

Söz Kayseri’den açılınca, annemin yüzü gibi duygularım kederleniyor, buruk bir özlem beni alıyor, coşkulu bir sevgi göğe yükseliyor.

Ama bu coşkulu duygular sahibini bulamadan o sonsuz gök kubbede parçacıklara ayrılıp, saçılarak kayboluyor.

Ah benim kederli, vefalı, çileli anacığım. Sana olan bu sonsuz sevgim, niçin hayatımda taşınması ağır bir yüke dönüşüyor, şimdi anlıyorum.

Teyzem neşeli bir kadın, kocası çok rahat, moderen canım!

Çocukları Handan abla, Halil abi, Saliha ablamın fotoromanlarındaki kahramanları sanki.

Kızları Yasemin; ah Yasemin, hala akıllı, neşeli, cesur, iyi niyetli daha saymayayım, varlığı cihana bedel bir çocuk, bir kardeş.

O siyah beyaz fotoğraf, o sararmış sarı fırtına!

Dayım çocuk yaşta gurbete çıkmış. Evin en küçüğü, sanırım benim gibi en duygulusu.

Roma’nın Alman lejyoneri, bir şövalye, gurbet ve el kapıları fetihçisi.

Çocuk gözümde çok yakışıklı, Cüneyt ARKIN gibi duruyor resimde. Yengem bir Roma asilzadesi esmer, Asur, Hitit tanrıçası gibi duruyor dayımın yanında, Kayseri’de.

Bu tarihi fonu yırtıp, resimden fışkıran bir kız çocuğu var, bacaklarının önünde.

Kuzey Avrupa modernizmini simgeleyen bir çocuk. Babamın Almanya’dan gönderdiği kartpostallardaki gibi.

Duvar kağıtları desenli, modern mobilyalar döşenmiş, duvarlarında bizim astığımız Kabe, at, saraylı kadınların tasvir edildiği ince halılar yerine, taklit ucuz resimler olan, her gün bayrammış gibi giyinip yaşayan, anne babalarının gülerek seyrettiği, iyi giyimli mutlu çocukların oynadığı o kartpostal resimlerindeki çocuklardan. Öyle belirirdi gözümde birden.  

O çocuklardan biri de benim, işte benim kuzenimdi. Sarı saçları, kibirle hüzün arasında yüzü ve en çok da o kartpostallardaki çocukların giyindiği elbisesiyle, tam da karşımdaki resmin içinde gelip dururdu.

O çocuk gönlüm daha önce hiç böyle heyecanlanmamıştı. Başka bir gezegene gurbete gitmiş babamın dünyasından gelen, bu canlı, benim kuzenimdi.

O ki bizim dünyamıza gelmiş bu çocuk, bize de gelsin isterdim. Benim ona gitmemi hiç düşünemedim. Annemin hapishanesi nasıl bu Trabzon şehriyse, benim hapishanem de Arafilboy mahallesinin yaşadığımız sokak başı, akraba evleri, patikalar, komşu bahçeleriydi.

Çok uzun aralarla en fazla, cezaevinden Samsun ve Gümüşhane ‘ye izinli gidebilirdik. Kadınlar evin büyüğünden ve erkeğinden izinsiz pazara bile gidemezdi.

Oysa dayım alıp onu bize getirse, artist kim?, yakar top, çizik taş, oynar mıydık?

Komşunun bahçesinden mor incir, dut, Trabzon hurması, karayemiş, siyah kokulu üzüm, yedirirdim.

Aaah Vakfıkebirli Fadime teyze…

O bayramlık elbiseleriyle, bizim gri, yer yer kurumayan kısımları yosun tutmuş merdivenlerimizde oturup, çok gizemli şeyleri ifşa ediyormuş gibi konuşmalarımı dinler miydi?

Elimi omzuna koyup, belki pamuk yanaklarını çabucak bir kez öpüp, kötü bir şey yapmanın utancıyla bir şey olmamış gibi yapsam, ses çıkarır mıydı?

Bu çocukluk hayalim de savrulup gitti, parçalanıp yok oldu, gökyüzünde.

Şima dediğimiz beton bir avlu, evlerin kapılarının açıldığı  bir alan vardı. Tüm çocuklar uyanınca ilk iş orada toplanırdık, orada oynar, orada hangi ağaç yonulacak, hangi patika aşılacak, envai türlü kararlar alırdık.

Şima; beton taban yüzeylere ‘şap’ dan bol çimentoyu şerbet kıvamında sulandırıp uygulamaktır. Parlak ve kaygan bir kaplama sağlar. Mozaik malzemesi ve ağır işçilik istemez. Gecekondularda mutfak tezgâhına ve yere, bir de banyo, tuvalete uygulanır.

O şimada kazanlar yakılır, çamaşır yıkanır, yemekler yapılır, nişan törenleri düzenlenirdi.

Evlerin inşaatçı erkekleri, iş bitip de ellerine toplu paralar geçince, rakı ziyafetleri verirdi. Nuri SESİGÜZEL den, Neşet ERTAŞ dan türküler söyleyip içerlerdi. Ertelenen ihtiyaçların nihayet görülecek olmasının sevinciyle kadınlar yemek yapar, hizmet ederlerdi. Çocuklara da seyirlik şenlik düşerdi.

Kadınlar ev ve mutfak ihtiyaçlarından muhakkak altın bir kart, bilezik yaparlar, bu işi de gizli bir devlet göreviymiş gibi yerine getirirlerdi. Nihayetinde bu altınlar uzun işsizlik günlerinde, erkeklerin gurbetinde, bakkalın borcu veya eşya alımında kullanılırdı.

Biz çocuklar ekmeğe sürülecek sana yağı, zile pekmeziyle ilgilenirdik. Anneler ne kadar yasaklasa, ayıplasa, cezalandırıp, ağzımıza biber de sürseler, durmaz küfür eder, kızların donunu indirir, pip...zi onlara gösterirdik. 

Çocuklar oyunda bir maraza çıkarır, kavga sonrası iki gruba ayrılanlar, birbirine hücum etmeye korkarak uzaktan uzağa küfürleşirdi.

‘’ Oğlum anneni yatakta yağlayayım.’’ Aklıma geldikçe hala gülerim.

Sonra babam geldi Almanya‘dan, lacivert Ford otomobille. O bitmez tükenmez merdivenlerin başında, aşağıdan gelen trençkotlu babamı görünce, yabancı bir canlı görmüş köpek yavrusu gibi korkarak eve kaçıp’’Babam geldi’’ deyip anneme sarıldım.

Sonra babam gitti. Ondan geriye yalnızca, minderde otururken kucağına yaslanıp kocaman avuçlarının içini minik ellerimle okşadığımda, hayatta hiçbir zaman kimsede göremediğim, kalın nasırları yarılmış elleri kaldı.

Bir de Gümüşhane ye giderken, karlı Hamsiköy ormanlarındaki devasa çam ağaçlarını, o Ford un camından hayranlıkla seyredişim kaldı.

Sonra mahalleden taşındık yeni evimize. Tuvaleti banyosu içerde, aplikli, mutfağı fayans, yerleri marley evimiz oldu. Annemin altınları bozuldu, buzdolabı, koltuk, masa, büfe, sehpa oldu.

Dört çocuk annesi bir kadının ilk kez bir yatak odası oldu.

Babam sonunda döndü evine. Ticari başarısızlıkları, hayatı boyunca hiç çocuk yetiştirmediği için bunalımları oldu. Hayatta en iyi bildiği işe geri döndü. Kamyonuyla aylık gurbetlere gidip durdu.

Babamla ergenlik kavgalarım oldu. Okumadım da. On yedi yaşımda babamdan oldum. Düşünüyorum da babam yaşasaydı ekonomik açıdan daha iyi durumda olurdum. Ona da iyi bir evlat olurdum.

Annem tasarruf kadını, ‘’işten artmaz , dişten artar’’deyip, hep yanımda oldu. Ben eğitimsizliğimin ezikliğiyle sonradan ne buldumsa okudum.

Öğrendim ama eğitilmedim.

On sekiz yaşında ilk kız arkadaşım oldu. Onunla Samsun’a gittik. Teyzem ölmüş, halam yaşlanmıştı. Ben sevgilisi olan mesut bir adamdım.

Resimdeki kuzenimle ilk defa orada tanıştım. Bu gözler çok güzel gördü. O çocuğun o resimde gördüğü gibisini asla görmedi.

Tanıştık, konuştuk, her sözüm, her jestim utangaç, mahcup Bülent ORTAÇGİL şarkısını söylüyordu  ‘’Yine de oynar mısın benimle? ’’ .

Bir şeyler diyordum, ne söylediğimin önemi yoktu. O cevap veriyordu. Sesler bir şarkı, bir şiir ezgisi gibi geliyordu anlamıyordum. Yüreğimin köşesinde sıcak bir çorba pişiriyordum, o hasta yaralı çocuğa.

Yedi yıl birlikte olduğum sevgilimi, düşünsel olarak bir tek o konuşmada aldattım. Sadık bir köpek olmuşumdur daima hayatta ben.

Kelimeler sürekli benim anamı becermiştir. Bir tek kelime o kaynattığım çorbayı devirdi. O çocuğun masum, iyi niyetli, insani hayalini yere çalıp, paramparça gökyüzüne gönderdi.

Bakın olay nasıl oldu.

O zamanlar Cem YILMAZ yok. Bu ülkenin bir on yılına, hayatta iken damga vuran

Ahmet KAYA ismi, yeni duyuluyor. Ortam gergin.

Ortaokul mezunu kompleksli bir genç, kültürüyle, üniversiteli kuzeninin saygınlığını kazanmaya çalışıyor. Boru mu, edebiyatı, kritiği yalamış yutmuş kuzenin, sanırım bu durum sinirlerini bozuyor.

Cümlede yanlış telaffuz edilen bir kelimeyi, hemen oracıkta yakalayıp, çınlayan bir kahkahayla yüzüme çarpıp, ‘’ben o kartpostaldaki gezegenden gelen canlıyım’’ diyor.

‘’Haddini bil’’ diye okuyorum bu durumu.

Ve beni ait olduğum ülkeye, Arafilboy ‘a gönderiyor.

Karadeniz zekâsı ve kurnazlığıyla bir şekilde durumu espriye vurup kurtarıyorum ama ben çoktan gideceğim yolu öğrenmiş oluyorum.

Aklım hep Viyana, Berlin, Paris, Londra’da, kalbim İstanbul, Kahire, Bağdat, İsfahan, Semerkant da.

Hayat beni çok yendi ve yanıltı. Gururlu yorgun bir savaşçıdan başka bir şey bırakmadı geriye. Önemli bir adam olmak budalaca zahmetli bir iş gibi göründü gözüme.

Ben aşka bağlıydım, aşkın kendisine. Ondandır onu simgeleyenlere sadakatim. Çok sonraları öğrenebildim, ben de bu dünya ya ait değildim. Bir Quasimodo, bir Werther’dim sanırım.

Yoksa ikisinin karışımı mı?

Bu karakterler yazılmaya değer ve anlaşılmak için çaba gösterilmeye layık iseler, sen de değerlisin dedim kendime. Kendime değer verip, anlamak için çaba gösterip, anlayabiliyorsam, bu karakterlere can veren dehalardan bir parçayım diye düşündüm.

 Ve sonra asla utanmadım gerçeğimden. Ben aşkım diye bağırdım gökyüzüne.

Sonra aşka değer veren bir bilgeyle sevgili oldum. Tamamen yarattık kendimizi yeniden küllerimizden.

Aşk başka bir şeydir o benim , sevmek başka bir şey, o da sensin, Evlilikse; aşkın ve sevmenin birlikte içine girdiği deli gömleğidir.

O deli gömleğini giyindik sevgiliyle. Dar yerlerimiz geniş olur umarım, ikinci on yılda.

Gizli bir direnişçiyim ben, hayatın.

Bazen ses getiren eylemler koyuyordum, bazen de vurulup yaralanıp, hücrem başıma yıkılıyordu. Kölelik düzenine demokrasi deniliyordu. Zincirin yerini krediler, kamçının yerini, tüketmek için daha da ver, almıştı.

Direnişi yeniden örgütlemek için intikal ettik İstanbul şehrine.

Evi taşıyıp yerleştirdi bilge sevgili, İstanbul da bir Trabzon mahallesine. Lakin tayin büyük bir engel önümde. Kanunlar, genelge, yönetmelik derken bürokrasi buzdan, taştan, çelikten devasa bir Süleyman sarayı duvarı. Bense Trabzon’daki çatı katına sıkışmış, iş huzurunu kaybetmiş, o demir renksiz muazzam mabedi yumruklayıp, tırmalayan, dibinde gittikçe küçülen karakalem çizilmiş bir karikatürdüm.

Derken ailenin en cesur, imkânları ölçüsünde hayattan istediğini almasını bilen, sülalenin biraz yan baktığı, put kırıcı Figen’in emrivaki düğününe, Muğla Akyaka ya gittik.

Kartpostal kuzenim de orada. Allah’ım herkes çoluk çocuğa karışmış, yarabbi ben on sekiz yaşında kelimeyle imtihan olmuş ezik, mahcup, saygılı bir adam, kendime kızıyorum içten. Benliğim kızarmış bir surat gibi ortaya çıkmasın diye, perdeleyici, kamuflaj bir rol oynuyorum.

Akyaka sahilinde uzun bir masa etrafında epeydir bir birini görmemiş dostlar söz nereye sürüklerse konuşuyoruz. Bir akşam güneşi daha Akdeniz üzerinde batıyor.

Söz nereden geldi, nasıl oldu, tabi olarak düğün ortamında müzik sosyolojisi üzerine konuşulurken, hangi cesaretle kuzene ‘’O dediğin senin bildiğin gibi değil’’ deyiverdim.

Bu çıkışım sanırım içimde sakladığım çocuğun bir zombi gibi toprağı yararak yeryüzüne çıkmasıydı. Hala sesime bir ses vermeyen o kartpostal kızın resmine sesleniyordu’’ Yine de oynar mısın benimle’’ diyordu.

Bu sefer bir anneydi ve kırmadı o çocuğun davetini. Orhan GENCEBAY ‘ın Ege’ye İzmir’e yakışan şarkısını Sezen AKSU söyledi, o kalkıp dans etti. Oyunu kabul etti.

Düğün bitti hüzünlü, buruk bir mutluluk içinde ait olduğum dünyaya döndüm.

Yıllar sonra o çocuk gerçek anlamda kuzeniyle arkadaş, dost, kardeş olabilmişti.

Psikanalizmin sayfalarca çözümüne muhtaç bu travma bu kadar çabuk çözülebilir mi?

Çözülmedi.

Ben söze getirmeye çalıştıkça batıyordum.

O bir psikiyatr değil.

O bütün vakarı, bilgeliği ve asaletiyle, bir öğretmen edasıyla harflerimi, kelimelerimi, düşük cümlelerimi, paragraflarımı, düzeltti, sözün kurgusunu, ana fikrin nasıl işleneceğini öğretti.             

Kudüs’deki o muazzam Süleyman tapınağı duvarı, Trabzon’daki tek odalı çatı katımda ben küçülürken yükselip duruyordu. Depresif ve özsaygı kaybım, saygınlık sembolü kuzenime seslendikçe ve onun cevap vermesiyle iyileşiyordu.

İstanbul‘a gittiğimde, tarifsiz acılar içindeki yüzüme bakıp, kadınım ne olduğunu sordu?

‘’Onu kendi sorunlarımla incittim mi ’’ diye sordum.

Şefkatli bir anne gibi başımı avucuna alıp kadınım ‘’üzülme ‘’ dedi.

‘’Her türlü sevgi mutlu eder insanı’’

Sızlayan burnumu bağrına gömüp, yaşlı gözlerimi göğsüne sildim.  

Bu yazıda ne anlatmak istedin diye sorarsanız.

‘’Ey okur! Her yazı sadece yazı değildir...

 

 03.06.2014

Erol KALAYCI 

 
Toplam blog
: 35
: 862
Kayıt tarihi
: 16.01.07
 
 

İktidara mesafeli, Derrida ve yapısalcılara meyilli. İflas etmekten bunalıp, iktisat ve finans pı..