Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Haziran '19

 
Kategori
Güncel
 

Yıldırım, İmamoğlu, Küçükkaya

Bu açık oturumda neler olup bitti?

Öncelikle, böyle bir tartışmanın gereği yoktu. Neden yoktu, çünkü tarafların birbirlerine saygısı ve sevgisi olmadığını gösteren pek çok şey yaşandı.

Aralarında asgari bir insani ilişki olmayan insanlar oturup ne konuşabilir? Bu, açık oturum, politik şov amaçlı idi. İmamoğlu, Yıldırım’ın üzerine gitme taktiği olarak bunu talep etti. Yıldırım’ın kaçacağını ve bundan prim yapacağını ümit etti. Ama Yıldırım bunu gördü.

Burada, programı yönetecek kişinin seçimi önemli bir nokta. Dündar da, Küçükkaya da, iktidara muhalif kişiler. Bunlardan birinin, programı yönetecek olması, Yıldırım’ın bu açıkoturumdaki avantajıydı.

Nesnellik olsun diye Uğur Dündar’ın adının geçmesi aslında bir proje idi. Yıllar önce, Dündar'ın, Baykal ile Erdoğan arasında yapılan açık oturumdaki konumu ile bugünkü konumu arasında dağlar kadar fark var. O dönemlerde, Dündar, siyasal gazetecilik yapmıyordu. Şimdi ise yaptığı doğrudan bu. O yüzden, Dündar’ın tercih edilmesi (sonra Küçükkaya’nın gelmesi) nesnellik değil, Yıldırım’ın bu açık oturumda, muhalif kesimin hem adayını hem de gazetecisini karşısına alarak yaptığı bir meydan okuma eylemi idi.

Nitekim, sonradan çıkan olaylar, Küçükkaya'nın nesnel olmadığı, adaylarla görüştüğü vb. haberlerin çıkması ve Yıldırım’ın bundan yararlanması şeklinde seyretti.

Moderatör olarak bir muhalif gazetecinin seçilmesi, bu işin mantığına aykırıydı..

Küçükkaya, mal bulmuş mağribi gibi, bu olaya atılmasaydı, ve deseydi, ‘Yahu neden, muhalif gazeteci olarak sadece ben, bu programı yönetiyorum? Başka adam mı yok, hiç siyasette bir yönelimi olmayan ya da siyaset dışı ama soru sormasını bilen birini seçsinler.’ deseydi, demeliydi, diyebilmeliydi. Çünkü bu açık bir bit yeniği, niye, muhalif bir kişi yönetiyor programı? Bunu sağlamak Yıldırım’ın başarısıydı.

Ama sanırım Küçükkaya da böyle gazetecilik açısından tarihi bir fırsatı kaçırmak istemedi.

Şimdi, gerçek gazetecilik açısından bakarsak, olması gereken neydi? Her gazetecinin her an yapması gerektiği gibi, bilgiye, zekaya, mantığa dayalı, çatır çatır, soruların sorulmasıydı? Bu da yeterli değil tabi. Tüm sanatsal olaylarda bir kural vardır. Daha önce yapılanı yapma. Yeni bir şey yap. Gazetecilik de sanatsa, çünkü basın özgürlüğü içerir, -özgürlük içeren her şey sanatsaldır, ya da tersi - daha önce sorulanı sorma, emme basma tulumba gibi, aynı soruları sorup, bilinen cevapları alıp, gazetecilik oynama.

Peki bunlar oldu mu ve ne oldu?

Önce mekandan başlayalım. Programın mekan tasarımı pek çok şeyi ele veriyordu. Ekranın büyük çoğunluğunu kaplayan devasa bir masa. Anlamsız, niye bu kadar büyük? İşlevini ve amacını aşan her şey gereksizdir, buna yönelik her talep faşistçedir.

Totaliter adamların ya da düzenlerin devasa şeylerden zevk alması da bundandır.

Masanın rengi de yanlış seçimdi. Hadi devasa bir masa seçtin, peki niye beyaz? Televizyon izlerken patlayan beyaz renk, hem dikkat dağıtıcı hem de yorucu. Oysa, daha görünmez, pastel renkler olmalıydı. Masayla ilgili sorun bunla da bitmiyor, ortasında devasa yazılar, kör mü var kardeşim, programı izleyen neyi izlediğini bilmiyor mu?

Tabi amaç şov. İsmail Küçükkaya’nın, Büyükkaya olmak için uğraşları bence. Ha belki, masayı o seçmemiştir, bilemem ama, eğiliminin dışavurumu olduğunu düşünüyorum.

Peki masa oturum düzeni. Her biri ayrı bir dağda. Rakipler birbirine bakmıyor. Birinin başı sağa dönük, diğerinin başı sola dönük. Böyle bir ortamda, bu açık oturumu düzenleyen bir kişinin, mutlaka ve mutlaka rakiplerin birbirlerine bakacak şekilde bir düzen oluşturması zorunludur.

İsmail Küçükkaya burda da savrulmuş. İki başkan adayı, görece birbirine yakınken, Küçük kaya, onlardan bir metre daha fazla uzaklıkta. Bu da son derece rahatsız edici. Burada, programın iki tane öznesi var, Yıldırım ve İmamoğlu, sen yönetici olarak, üçün birisin, önemsiz kişisin. Konu açısından, görünmez kişisin, kimse senin için izlemiyor, izleyen bu ikisinin ne diyeceğini görmek için izliyor.

Senin elinden geldiği kadar görünmez olacaksın, her şey yolunda gidiyorsa, kendini kadraja bile aldırmayacaksın. Ama Küçükkaya devasa masanın baş köşesindeydi ve sürekli Moderatör benim, saati oraya, adam gibi oturtmuşlar, süreni başlattım, süreni bitirdim, sürene ekledim, diye sürekli, açık oturumu sabote etti.

Amacı, tabi kendini farkında olarak ya da olmayarak öne çıkarma gayreti idi.

Peki böyle yaptı, ama çivi gibi ve yeni, farklı, ustalığını, olaylara farklı bağlantılı bakışını mı gösterdi?

Program başladı, babama dedim ki, “Baba bu adam, zaten daha önce sorulmuş soruları yeniden soruyor, bunlar zaten bu sorulara cevap verdiler.”

Program başladığı gibi bitti, bilinen şeyleri tekrarlanmasından başka bir şey olmadı.

Son yıllarda gazetecilerde şöyle bir alt konumda kendilerini algılama durumları var, efendimle başlayıp efendimle bitiriyorlar. ‘Efendim’ sözü saygı gereği bir hitaptır, senin ve onun konumunu göstermez. Peki kabul, ‘Efendim’ ile başladın başlarsın, ama bilgiye ve zekaya dayalı açık ve net şekilde sorunu sorarsın. Nasıl ki bir cerrah, hastalıklı dokuyu, cırttt diye keser, gazeteci de mesleğini aynı keskinlikle yapmalı ve sormalı. Bu nezaketsizlik değil, gazeteciliktir. Yine benzeri bir durum, gazeteci soruyor, karşısındaki şahıs ilgisiz yerlere gidiyor, dolaşıp duruyor kafaına göre ve soruya cevap vermiyor. Peki, gazeteci buna karşılık ne yapıyor. “Efendim, peki şu konuda ne diyorsunuz..” diye başka soruya geçiyor. Kardeşim, sen soru sordun ama adam/kadın cevap vermedi, sorunu niye takip etmiyorsun?

Aynı ödlek, kibarcı, efendimci, soru sormaktan korkan, iki tarafın birbiriyle konuşmasından bile korkan, sakat doğmuş açık oturum, Küçükkaya şovu bile olamayacak kadar yetersiz bir şekilde tamamlandı.

Olması gereken neydi? Basit, yalın sade, insani bir masa düzeni içinde ya iki muhalif gazetecinin olduğu ya da bir tane, -siyasi yönelimi olmayan ama özgüveni ve cesareti olan, kendini karşısındakilerle eş düzeyde görecek egosu olan- herkesin bildiğinin dışında noktaları ortaya çıkartacak şekilde korkusuz sorular soran, iki tarafın birbiriyle tartışmasını sağlamaya çalışan bir çalışma olmalıydı. Bu hem İstanbul seçimleri için bir fırsattı hem de yıllardır yapılmayan bu tür bir programın yeniden cazip olması için bir fırsattı. Ama ikisi de olmadı. İsmail Küçükkaya’nın ellerinde eridi gitti.

Ha bu arada Küçükkaya sanmasın ki, ben iyi gazeteciyim o yüzden seçildim. Hayır öyle olmadı, sen yine iyi bir gazeteci olup olmayabilirsin o ayrı konu ama, senin seçilmen tamamen Yıldırım ve ekibinin bir oyunuydu.

 

 
Toplam blog
: 467
: 1012
Kayıt tarihi
: 21.10.07
 
 

Ankara'da yaşıyorum. Çeşitli güncel konularda, zaman zaman "Neden olaya böyle bakılmıyor?" diye düş..