Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Aralık '06

 
Kategori
Edebiyat
 

Yirmili yaşlar...

Yirmili Yaşlar; Hoşçakalın

Sözcükler zaten yetecektir diye düşünürdüm. Öyleymiş.

Bunca yirmi yılı, otuz yılı, hatta elli yılı devirmiş ustaların yanında benim yazı yazma maceramdaki on yılı biraz geçmiş olmam da nedir ki diye düşünecek olanlar çıkacaktır. Ama bir kesişmeden söz etmeden bu yazıya başlamak imkânsız gibi duruyor. Yazıdaki on yıl geride kalmışken şimdi bir de siz bu yazıyı okurken otuz yaşımın bana hediye edeceği günleri toparlamaya başlayacağım zamandan.

Diyeceksiniz ki, yirmili yaşlarda yazmaya başlayan herkes zaten on yıl yazı yazdığında kesişir otuz yaşıyla. Ben de size her mutluluğun aşağı yukarı aynı, her mutsuzluğunsa kendine özgü olduğunu söyleyeceğim. Bu da benim mutsuzluğumdu. Kısaca benim maceram:

Her şey karlı anımsadığım –belki de ayazdı- bir kış akşamında başladı. O akşam Kadıköy’ün rıhtıma doğru inen eğri büğrü sokaklarından geçip giderken, içerde yanan sarı solgun ışığının, dışarıdaki Pazar günlerinin ellenmemiş karlarına vuran, küçücük bir kahveyle karşılaşmıştım. İki eski yapının arasına sıkışmış bir rüya gibi duruyordu orada. Kapının camında bir dergi asılıydı. Şiir Oku. Tabelada Yazı Kitabevi yazıyor.

Yanımda her zaman bir kalkan gibi taşıdığım kırmızı ajandam vardı o zaman. Demek ki kâğıtlara yazar, defterler taşırmışım yanımda bir zamanlar. Kayıplar hanesine bir çizik mi atmalı? İçerde bir adam, kitaplar arasında oturuyor: Mustafa Köz. Yanına gidiyorum ve yıllar önce Attila İlhan’ın “yola bir düşüldü mü ömür boyu gidilir” yazıp imzaladığı Ben Sana Mecburum’daki gibi oluyor her şey. Yolculuk başlıyor.

Birkaç ay sonra Beyoğlu’nda bir cumartesi. Yalnızken ayrı, kalabalıkken ayrı olan, en sevdiğim gün… Şiir dergilerini zaten takip etmekteyim. Eski Mephisto’ya giriyorum. İrili ufaklı hepsi orada duruyor işte. Bu tutkuyu daha iyi tanıyacağım zamanla. Tüm her şeyden ayrı, bir köşede durur, çıkan bütün dergiler, onların arasında bir şeyler arayıp dururken kendi ismini de bulmaya çalışan bir çocuk görüyorum şimdi. Hem Şiir Oku’nda, hem de Poetikus dergisinde şiirim yayınlanmışlar!

Poetikus’u Yılmaz Arslan çıkarıyor. Onu hiç tanımıyorum. Sadece göndermişim şiirimi: Yalnızlığın Burçları’nı. Bütün dünya benim oluyor sanki. Dışarı çıkıyorum. Tünel’e doğru yürüyeceğim. Herkes beni tanıyor sanki şimdi.

Düşünüyorum da öyle heveslerim varmış o zaman. Yazarak tanınmak, meşhur olmak. Zamanla nasıl da geçip gidiyor, nasıl da değişiyor her şey. Zamanı anlamak için bile ona ihtiyaç duyuyoruz. Şimdi o hevesin büyüsüne gülümseyerek bakıyorum. Sene 1995’tir bütün bunlar yaşanırken. Tam hatırlamıyorum, belki halen Kurtuluşta oturuyoruz, babam ölmemiş daha, şimdi koca adam gibi duran kardeşim küçücük çocuk henüz, annem hep mutfaktadır, sabunlu ellerini ince boyunlu bir kuğunun resmedildiği bir havluya silen. Apartman aralığı vardır koridorun sonunda, tam telefonun durduğu sehpanın üzerindeki pencereden bakınca görünür. O apartman aralığına bakarak sonsuz hikâyeler kurmaktayım. Üniversite birdeyim. Aşklar, sevinçler, sevgisizlikler içinde… Hayatla tanışıyorum. Hayatla, sanatla, vasatla.

Kitaplar arasında buluyorum kendimi. Doğru yazarları okumaya çalışıyorum. Doğru neyse? Yürüyeceğim yol için işaretler arıyorum kendime. Hangi durakta konaklayabilirim, hangi yazar bir otel, hangisi tanrı misafiri diye bencileyini ağırlayacak bir ev; hangi şairden bir ötekine gidilir.

Bizim zamanımızda böyle değildi demek bir yaşlılık belirtisi sayılmıştır hep. Ne olursa olsun on yıl öncesinde yaşanan günler de vasatın bu denli ayyuka çıkmadığı daha temiz günlerdi. Murathan Mungan’ın çok sevdiğim bir sözü var: “Türkiye’de her şey olabilirsiniz ama rezil olamazsınız” der. Kötü bir şey yaptığınızda az buçukta olsa rezil olabilirdiniz o zaman. Utandırırlardı.

Utanmak bir anlamda vasatın başladığı yerde bitiyor. Utanmak, insanın kendi içindeki eleştirmen. Bu yazdığımın yayınlanmasından utanır mıyım diye sorması insanın kendine.

Gerçekten okur diyebileceğimiz bir kavramın, 80 sonrasından başlayarak gitgide tüketilip, bu yok ediş çabasının sonuna gelindiği yıllardı. Oysa Mazhar Alanson’un bir şarkısında şöyle derdi o yıllar: “Nasıl da paylaşıyor insan isterse/ nasıl da birmiş meğer hasretler/ nasıl da mecburmuşuz sabretmeye/ sevmeye/ öğrenmeye”. Kimsenin birbirinin farkında değildi. Görüyordum. Herkesin sonsuz bir beğenisizlik içinde olduğunu, hayran olabilme yetisine olan uzaklığını herkesin.

2000 her şey için milat olmadıysa da 1999’da Gençlik Kitabevi öykü ödülünü alışımla birlikte başlayan yolculuğumun ilk kitabıma eriştiği duraktı. “Kah saatle yüzümün alıp veremediği, kah gecenin aynayla” diye başlayan Kâh ve Rengi’yle çıkmışım yola. Çıkınımda Attila İlhan, Edip Cansever, Cemal Süreya, Faruk Nafiz, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Haşim, Haydar Ergülen, Birhan Keskin, Murathan Mungan. Farklı zamanlar, farklı insanlar…

elifin kırıldığı yok incecik camlar dağılan kalbe

tırnaklarından bir hatıra defterine emekli dizeler

saçlarında buz tutmuş bir kuşhane

dalgın akşamlarından gölgesi geçen derviş

ağlar mı insan kendi şiirine

Böyle demişim Hüseyin Alemdar olmasa asla olamayacak o solgun kitapta. Acıyla anımsanıyor. Kuşhanelerden, eski tangolardan, dervişlerden bahsetmişim. Değişiyordum. Şekilleniyordum. Su haylazdır, girdiği her şeyin şeklini alır. Olmak için bakıyordum. Sait Faik çıkageldi sonra. Haldun Taner, Sabahattin Ali… Onları okuyarak devam ettiğim yolda, üniversite bitirme tezinden vazgeçip öyküler yazdığımı anımsıyorum. Şiir neden yerini öyküye bıraktı, hangisinden vazgeçilir, hangisinde yetkinleşilir, hangisi seçilir, hangisine yetişilir diyen sorularım olmadı hiç. Hayatımda hiç yapamadığım bir şeyi, savrulup gitmeyi, akabilmeyi elime kalemi kâğıdı aldığımda yapabiliyordum işte. Daracık sokaklardaki evlerde ne olduğunu, nereye olduğunu bilmediğim sonsuz yolculuklar…

2002’de İstanbul neredeyse çok dışındaki bir evde, kütüphane adı verilmiş küçücük bir odada, Gelin Çiçekleri’ni yazarken buluyorum kendimi. Bir site; güvenliği, kapıcısı, bahçesinde hep çocuk sesleri, yorgun bir çardak, uzak… Babamın ölümünü beklerken sonra, Nokta’yı yazışım. İşe gidip gelirken sabahları Avcılar’daki Cennet mahallesi’nden geçmeler Cennet’te İnecek Var’ı getiriyor bana. Yunanca şarkıları sevmeler, Ritsos’a uğrayığ bir kadeh uzo, Edip Cansever’e başka gözlerle bakılan Pazar ikindileri, nane likörleri, kahve bardakları…

Nokta adlı öykümü Haldun Taner ödülü’ne yollayıp her zamanki umutsuzluğumla unutuyorum. Birkaç zaman sonra işten gelirken nedense kapı girişindeki posta kutusunda güvercin beyazı bir zarf. Gazetenin logosu köşede. Kazanamadığımı bildiren bir mektuptur diye düşünüyorum. Asansörle eve doğru çıkarken açılan mektuptan dökülen kelimeler, asansöre, apartmana, mahalleye giderek kocaman bir şehre sığmaz oluyor o gece. İkinci olmuş Nokta. Babamın ölümü ikinci olmuş diye düşünmüyorum hiç. Sanatla hayatı hep bir arada tuttuğum için belki. Bunlar benim acılarımdı diyorum. Okur denen uzak akraba paylaşacaktım.

O hikâyeler Doğan Kitap ailesiyle tanıştırıyor beni. Ezilmiş Leylaklar Kitabı çıkıyor öylece. Sene 2003. Dergilerde şiirler devam etmektedir bu ara. Hayatımın en güzel insanlarından Ahmet Erhan’ı tanımışımdır. Turgay Fişekçi’ye öneriyor şiirlerimi. Bu çocuğa dikkat et dercesine. O günlerde gelip İstanbul’a yerleşiyor Ahmet abi. Bir kış günü, birlikte üşüye üşüye Taksim’den aşağı doğru buzlanmış kaldırımlardan ayağımız kaymasın diye kolkola yürüyerek Tepebaşında kurulmuş son kitap fuarına iniyoruz. Hep sonlar. Ahmet abi’nin başındaki başlığın ona ne kadar yakıştığını unutmak ne mümkün. Evinin penceresinden mendil kadar deniz göründüğünü, Ankara’da bir depo kitabı olduğunu anlatışını, oğlu Deniz’i ve Behçet Aysan’ı nasıl özlediğini unutmak, ne mümkün…

Doğan Kitap beni başka bir dünyaya taşıyor. O dünyanın bir yerinde Her Gece Bodrum’dan bildiğim Selim İleri gülümsüyor. Nasıl da garip gelişiyor her şey. Öykülerimi çok seviyor İleri. Yakın oturuyoruz. Bazı akşamlar ona gidiyorum. Votkaları… Ah o kaloriferin yanından Sıraselviler caddesine bakıp eski romanlardan konuştuğumuz kerevizli votkaları. Kereviz tabii ilk anda hoş gelmiyor bana. Mutfağa gidiyoruz. Yarı dolu bir votka şişesinin içinde yemyeşil yapraklar. Kereviz yaprakları, diyor… Güzel bir öykü adı aslında. Votkayı o yapraklar içinde on beş gün dinlemeye bırakmış. İçine havuçsuyu ve az domates suyu atıyor. Tuz ve buz ekliyor sonra. Bir salata içiyormuşsunuz hissine kapılarak yudumladığınız içki bir yandan, öte yandan onun eşsiz sohbetleri. Ezilmiş Leylaklar’dan şu satırlar o günleri geri getiriyor bana, içim bir tuhaf oluyor. İnsan nasıl da zamanla yabancılaşıyor kendi gönlünden kopup giden satırlara bile:

“Anneanne hastadır, gece yatarken içmesi gereken ilaçları verilir, su yetmez yutamaz, yaşlıdır. Karanlıkta, koridordaki halının üzerinden uçar gibi koşarak, tekrar mutfağa gidilir, bir bardak daha su doldurulur, mutfak biraz soğuktur, tencerenin kapağı açık kalmıştır, gün evveli yaptığı biber dolmasının acımsı kokusu gelir burnuma. Su götürülür, anneannenin üstü örtülür, yanakları öpülür, başucunda duran dedenin resimlerine bakılır, Allah rahatlık verir... Cumartesi de vapurla Karaköy. Deniz, buram buram içe çekilir. Tuz, yosun, rüzgâr. Tünelle Beyoğlu’na gidilir tek başına içilir. Tek başına. Rüzgârdan başka kimse yoktur... Rakı kadehinin yanındaki kül tablasında duran sigaralara özenilir meyhanelerde. Bütün sevdiğimiz şairler resimlerinde hüzünlü bakmışlar, sigara tüttürmüşlerdir. Biz de içelim o zaman denilir. Denenir, fakat becerilemez. Parmaklar sigaraya oturmaz, sigara parmaklardan kayar, gözler yaşarır, efkar dağılmaz, efkar çökmez, sigara bize bir şey yapmıyor denir, içkiye devam edilir.”

Roman da yazmalısın diyor bana. Yapabilirsin. Birkaç kez denemişim zaten öncesinde. Kurtuluşta bir evdeyim artık. Yeniden çocukluğumun semtine dönmüşüm. Başlıyorum yazmaya. Pencere kenarları. Kıyılarına Hümeyra resimleri konmuş kitaplıklar. Hümeyra’yı Avrupa Yakası’ndan önce de bilmiş olmanın ayrıcalığı bambaşka… Vasatın sonsuz egemenliğini kurduğu zamanlardayız. Çok satmalar, çok okunmamalar, hiç okunmamalar. Yok sayılan nice önemli yazar öğreniyorum İleri’den. Sahaflarla dost olmalar. Eski kitaplar. Hepsinde ayrı bir aşk.

Yeni bir hayatın eşiğine vardığımda bakıyorum önce Bak Hâlâ Çok Güzelsin yayınlanıyor. Şiirler. Yeniden. Yeniden şiire dönmek derken, yayınevine verdiğim roman dosyasının da basılacağı haberi geliyor. Hep yazı mı mutlu etti beni acaba? Romanın kapağındaki o dönme dolabı düşümde görmüştüm. Necatigil’in Yıldızlar şiirini koymuştum başına. Sonra da Oktay Rifat’in o güzelim dizelerini: “Güzel şeyler düşünmeme rağmen / ağlamak geçiyor içimden…”

O kitaptan da çok sevdiğim bir bölümü almak isterim buraya. Seni Hatırlatan Yıldızlardan:

“Ama güzellik. Her şeyden önce güzellik. Yollarda, sokak aralarında, halde sabahın köründe domates biber sandıklarının başında, Sağmalcılar’ın arkasındaki kaynak atölyelerinde sabah içecekleri çayın parasını bile köye gönderen aydınlık yüzlü çocukların arasında, onlara göre bu kadar çirkin varken yani. Genelevelerde sıra bekleşenler, gelen her erkeği kocacığım hitabıyla odasına çağıran gencecik kızlar, sinema kuyruklarında, bilet gişelerinde, devlet dairelerinde, otobüs şoförlerinin kışları bekleştikleri sıcak çay, elektrik sobası kokan odalarda, yaz kasabalarının kahvelerinde bu kadar çoklarken; gün günden artan umutsuz bezgin insan yığınlarının arasında, tikliler, sakatlar, yalnızlar, sokak aralarındaki köfteciler, Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki şofben dükkanları, avizeciler, travestilerin herkesin işten döndüğü paslı vakitlerde caddelerden süslü püslü geçişlerine şaşırarak bakan yaşlı amcalar arasında; üçgen bir cam dolabın içinde kızarmış küçük patates ve ciğer satanlar arasında, midyecilerde, minibüs şoförlerinde, otogar büfelerinde, askerde dayak yiyen halk çocukları arasında; üstgeçitlerin altında arabalarında yaktıkları gazlı lambaların kısık ışığında pilav satanların içinde binlerce çirkin insan olduğunu anımsatarak. Çirkin insanlar....”

Ama şiir hiç bitmemiş ki, Mesut Diye Bir Kanarya, Bir İclal Hüznü, Çiçek Borsası hep Adam Sanat’da yayınlanıyor. Bir süre sonra Bak Hala Çok Güzelsin’e Behçet Aysan şiir ödülü gelecek. Ben bilmiyorum ama daha… Gidip Kadıköy’deki bit pazarından ikinci el masalar, kitaplıklar alırken görüyorum kendimi annem ve dayımla. Hepsini yazacağım bir gün diyorum. Yazılmadık bir şey kalmamalı. Tek başımayım bu kez. Tek başıma bir eve taşınmışım. Anadolu yakasında. Kitaplık pahalı geliyor. Bari önce sadece masa olsun diyor bizimkiler. Sadece masa alınıyor. Kitaplarım yerlerde kaldı. Duvarları nedense balıklı kuşlu bir ev. Kitaplar yerlerde. 890 adet. Üst üste, yan yana, devrilip dökülen bloklar oluyor, kırılıp bükülen, tozlanan eskiler. Yerler de kokulu mumlar, çiçek eskileri, kış orada geçiyor. Çok sevdiğim Vapur Dumanı şiirimi Kozyatağı’ndaki o evde yazmışım.

“bu kış çok üşüdüm

çayır apartmanı tepe sokak no yedi

rengarenk bir çocuk odasına

yığdım kitapları çocuğum yok

çıfıt çarşısından aldığım ucuz masa

ipleri ellerimde dağılan

bir eldiven

bir eldiven bir ele ne kadar uyarsa”

Sanki Yarın Nisan’ı yazıyorum orada. Öyküler yine. Dergilerde röportajlar, söyleşiler, birkaç kez televizyon. İş yerindeki edebiyatla ilgisiz arkadaşların arada kanaldan kanala geçerken atladıkları bir görüntü oluyorum. Tanıdık bir yüz oluyorum onlar için renkli camda. Bakıyorlar. Söylediklerim çok umurlarında değil. Bizim bilgisayarımızı tamir eden arkadaş diyorlar. Ya da serviste giderken kafasını cama dayayıp dışarıyı izleyen o çocuk değil mi bu. Ya da yemekhanedeki masalarda hep pencere kenarındaki köşe masayı seçen, kötü giyinen kıvırcık saçlı. “Kitapların varmış senin, ne üzerine yazıyorsun” diye soruyorlar, “imzalayıp bir tane de bize getir” diyorlar. Cümlelerimi karışık, dilimi karmaşık, yazdıklarımı anlaşılmaz bulanlar var. Gittikçe yalnızlaşırken büyüdüğümü fark ediyorum. Yazar arkadaşlarım var, edebiyatçılar, koca ustalar, gençler… Bir dünyanın içinde başka bir dünyadayım.

Muhasebeci Muhsin’in iç burkan hikâyesini anlatan Sanki Yarın Nisan da öteki yazdıklarım gibi bir güz mevsiminde, 2005 yılında kitapçı raflarına çıkıveriyor. Bir demet çançiçeği kapağında. Sarışın. Öyle garip ki çançiçekleri. Sevgi dolu bir kitaptı, bunu biliyorum sadece. Hayatın en orta yerinde, birdenbire çok şeyim var sanırken yapayalnız kaldığım bir zamanın kitabı. Cumartesi, Pazar sabahları altıda kalkıp çalıştığımı anımsıyorum. Geceleri bir dolmuşa binip sarhoş eve dönsem de mutlaka uyandığımı, bir tane ağrı kesici alıp bir sade kahveyle ayıldığımı, Haris Alexiou’yu kısık sesle açıp, masa başına geçrek yazdığımı…:

“Anlatacağım. Şimdi gülümsüyorum. Tülün örttüğü pencere. Karşı balkon. Bir kadın çıkıp çamaşır asıyor. Yazı yazan bir hayalet gibi görüyordur beni. Kuşlar ötüşüyor dışarda. Bir Cumartesi sabahı şimdi. İkibinbeş yılının Şubat ayının ondokuzuncu günü, saat tam 10:39(Saatle dakikanın arasında iki nokta vardır hep, dakika, açıklamasıdır saatin. Zamanlar birbirini anlatır daima). Hümeyra çalıyor şu an. Bugün yapacak hiçbir şeyim yok. Var mı başka şansım. Dinle. Anlatacağım.”

Ne ki geçip gitmiş hepsi işte. Üst üste dizdiğimde ele avuca gelir bir şeyler yazdığımı görüyorum. İyi miydi, kötü müydü, kimilerinin dediği gibi yoksulluk edebiyatı mıydı, kiminin dediği gibi arabesk duyarlık mıydı, kimilerine göre inceliklerle dolu muydu? Hiç bilmiyorum. Kendime bakıyorum. Saçlarımda tek tük de olsa görünmeye başlayan beyazlarıma. Yitirdiklerime. Beni yitirenlere. Geçen günlere. Heyecanlarıma, isteklerime. Çoğundan soğumama, çoğunun sönüp gidişine. Yine de öylece bir aşkı içimde yaşatabilmeme şaşırıyorum. Halen sabahları erkenden kalkıp deli dolu yazı yazmalarıma…

Otuz yaşıma girerken, birini yine severken, yine kırılırken birine, yine şiirler yazarken, yine başka romanlar düşlerken, bu kez kitaplarla dolu bir odada bir masa başında değil, koca bir kış ve bahar oturup bir yer yatağında yazdığım Gökyüzü Sineması’nı düzeltiyorum. Şükrü Erbaş bir yandan kulağımda fısıldıyor; “İnsanın zaman karşı biricik şansıdır aşk” diyor. Gökyüzü Sineması dedim. Bir küçücük bölümcük de ondan olsun isterim… Değil mi ki zamana karşı biricik şansımız aşk… Olsun isterim:

“Bir çocuk uyuz olmuştu koğuşta bir kez. Sonra bir gece çığlıklar içinde uyanmıştık. Ne çok gece var böyle çığlıklar arasında. (Müzikte bir şeyler çağıldıyor. Bu sirenlerle çığlıklar arasında dans ediyorlar). Koridora indim. Birkaç uykulu yüz. Uzak bir kışla. Serinlik çıkmıştı sabaha karşı. Hafiften ürperdim. Yeni askerdim daha. Tuvaletten garip sesler geliyordu. Üç beş kişi o uyuz olan çocuğu tuvaletin içindeki kabinlerden birine sokmuşlar, soymuşlar, üzerine hortumla soğuk su sıkıyorlardı. Önce dövmüşlerdi. Biri söylüyordu çünkü. Dayakta kar etmedi bu gerizekalıya diyordu. Neden bitmeyen işkenceler vardı sadece. Neden? Tuvaletin kapısındaki süzülmüş karanlıkta kalmıştık. Ne içeri girebiliyor, ne de dışarı çıkabiliyorduk. Ne olacağını görmek, ne yaptıklarını anlamaya çalışıyorduk. Çocuk meğer yıkanmayı bilmiyormuş. Öğretmişler anlamamış, dövmüşler yine anlamamış. Birini dövünce bir şeyi anlayabileceğini sanmak… O çocuğa birkaç gün sonra hamamda rastlamıştım. Yıkanmayı öğrenmişti bir güzel. Acı olan buydu. Ama daha da acı olan başka bir şey vardı. Revirdeki asteğmen doktor, buna yıkanması için bir uyuz şampuanı vermişti. Küçük cam bir şişe. Bu bizimki şişeyi kırmış, ellerindeki cam kırıklarının arasında uzayıp giden şampuanın cıvıklığıyla oynuyordu. Şampuan ve cam kırığıyla dolu ellerini (nedense kırmıştı şişeyi) birbirine yakınlaştırıp uzaklaştırırken büyük zevk alıyordu. Arada kan vardı.

Bizim hayatlarımız gibiydi işte. Böyle baskı altında bir şeyi öğrenirken ellerimizde kalmış cam kırıkları birbirimizi okşadığımda canımızı yakacaktı hep. Sonsuz bir yakarış, sonsuz bir can acısı…”

Başka ne diyeyim… Otuz yaşım, Merhaba !

Onur CAYMAZ

 
Toplam blog
: 4
: 1725
Kayıt tarihi
: 13.11.06
 
 

1977 - İstanbulBilgisayar programcısıdır. 1992'den beri yazıyor.1995: ilk şiiri yayınlandı.1999: Hay..