Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Mart '17

 
Kategori
İstanbul
 

Yok oluşa çeken girdap - megakentleşme ve İstanbul

Yok oluşa çeken girdap - megakentleşme ve İstanbul
 

Çizim, Yücel Evren


İstanbul’a pek sık gitmem.

Tarih zenginlikleri ve doğal güzellikleri itibariyle Dünyanın en önde gelen kentlerinden olduğunu düşündüğüm ve bu özellikleri itibariyle bayıldığım bu kente artık sadece düğün, cenaze, hasta ziyareti gibi zorunluluklar durumunda günübirlik uğrar ve kaçarım.

Bu ziyaretlerimin sonuncusu birkaç ay önceydi.

Yaz havası tadında güzel bir pazar günüydü.

Saat 16.00’da Üsküdar Belediyesi Nikah Salonu'nda gerçekleşecek bir nikah merasimine katılacaktık.

Kızım İstanbul’a bayılır.

Eşim de İstanbul sözüyle birlikte strese girer.

Birkaç saat erken varalım, Boğaz’da biraz vakit geçirelim, ekmek arası balık ve çay keyfi yapar, oradan nikah törenine katılır, döneriz diye anlaştık.

Saat 06’da aracımızla yola çıktık.

Güle oynaya saat onbirbuçuk gibi Ataşehir gişelerinden geçtik.

Her şey harikaydı.

Planımız tam umduğumuz gibi yürüyordu.

Gişelerden sonra da birkaç kilometre aşağı yukarı aynı tempoda ilerledik.

Navigasyon’dan varış noktasına 5-6 km mesafe kaldığını ve Nikah öncesinde 3-4 saat vaktimiz olduğunu görüyor, mutlu oluyorduk.

Artık hızımız yavaş yavaş düşüyordu.

Trafik kalabalığı artıyordu.

Derken, geçtiğimiz son sapaktan yaklaşık 2 km kadar ilerlemişken güvenlik şeridinden bir aracın geri geri hızla ters yönde ilerlediğini gördük. Bu şekilde gitmesi gereken mesafenin uzunluğu karşısında “aklından zoru olmalı” diye söylenip güldük.

Çok geçmeden aynı yöntemi izleyen bir araç daha gördük…

Bir başkası…

Ve bir başkası daha….

Bu arada ileride araç kalabalığının arttığını ve az daha ileride trafik akışının tamamen durmuş olduğunu fark ettik.

Varacağımız yere yaklaşık 5 km vardı.

İlerledik ve kalabalık araç yığınının sonunda yerimizi aldık.

Arkamızdan gelenler de öyle.

Yanımızdan hızla geri giden araçları taklit etme şansımız yoktu artık… Ve onların ne yapmaya çalıştığını da anlar gibi olduk biraz ama, önümüzde daha 4 saatten fazla zamanımız ve birkaç kilometrelik mesafemiz kaldığını anımsayıp rahatladık.

Trafik tamamen durmuştu ve ilerlemiyordu.

Pazar günüydü.

Öğle saatleriydi.

İstanbul’da yaşayan, sözün varacağı yeri tahmin edip gülmeye başlayan okurlarımızı sıkmak istemiyorum.

Uzatmayacağım…

Biz o gün o nikaha yetişemedik.

Yaklaşık her 100 metrede bir hararet nedeniyle tutuşup yanan eski model araçlardan birinin söndürülmesi çabalarına da biz eldeki tek yangın söndürücümüzle dahil olduk…

Sinirden söve söylene saat 5 gibi yolun sağında büyük bir şans eseri buluverdiğimiz bir araçlık yere kapağı atıp kalan 1 km mesafeyi yürüyerek vardık Üsküdar sahiline…

Artık açlıktan ölmek üzereydik ve gördüğümüz ilk ekmek arası balıkçıdan “birer ekmek” arası balığımızı ve içeceklerimizi alıp kurduk yer soframızı, Boğaz’ın büyüleyici Sarayburnu manzarasına karşı karnımızı hızla doyurup azıcık da yatıştıktan sonra döndük arabamıza ve hızla(!) Ankara’mıza doğru yola koyulduk.…

Allah’ım, bu nasıl bir zulüm. Bu ne çile… Bu nasıl bir dert?

Ve on milyonlarca İstanbullumuz yaşıyor her gün bunun katmerlisini…

“Nasıl katlanıyorsunuz kardeşim böyle bir yaşama….” Cümlesini kurmanın saçmalığı da ortada.

Ekmek davası…

Ne yapacaklardı yani?

Her biri Anadolu’nun, Trakya’nın, dünyanın bir ucundan kalkıp gelen on milyonlarca insan… Herkes geçiminin derdinde…

Gidecek yer mi var? Olsa gidecekler. Yok!

Onlar da haklı…

Ama!

Aması da şu ki,

Belki  dünyanın en güzel şehri olan bu cenneti bu hale getiren (hadi kimseyi suçlamayalım) koşullar insanlarımızdan İstanbul’a mahkum olan on milyonlarcamızı ömürler ve hatta nesiller boyu yaşamlarını cehenneme çevirecek sorunlar yumağına hapsetmiş.

Hepsi müebbetlik…

Ve kimsenin kurtuluşu yok.

Yapılan her iyileştirme, her yeni ulaşım hamlesi nüfus artışına katkı yapıyor, her yeni ilave kişi mevcut sorunları daha ağırlaştırıyor…

Tam bir paradoks…

Düşmüşüz, çıkamıyoruz.

Ve artık çıkmak imkansız.

Geride bomboş, bakir, koskoca Anadolu, önümüzde bu İstanbul tablosu…

Bir girdap gibi, toplumumuzu, ülkemizi, geleceğimizi yavaş yavaş yutuyor, yok ediyor…

Sanırım herkes görüyor, kimse itiraf etmiyor.

İstanbul ulusumuzu ve yurdumuzu yavaş yavaş yok ediyor…

Geleceğimizi tehdit eden en büyük meselemiz bu.

Nüfusları itibariyle ünyanın en büyük şehirleri Tokyo (35) , Mexico City (29), (24) , Seul (22), Saupoulo (21), Mumbay (20), Yeni Delhi (19)… şeklinde devam eder gider.

En büyükler ya nüfus yoğunluklarına kıyasla ülke yüzölçümleri çok küçük olan ülkeler, ya da en geri ülkeler.

Listede İstanbul 14 milyon nüfusla 18. sırada gösterilmektedir.

Bence bu da doğru değil.

İstanbul listenin en başında olmalı diye düşünüyorum.

Ben biliyorum ki İstanbul, Ankara’dan giderken Düzce’den başlar, Adapazarı, Kocaeli, İstanbul, Silivri,Tekirdağ, Çorlu, Çerkezköy… gider.

İzmit Körfezinin güneyinden Gölcük, Karamürsel, Yalova, Orhangazi, Gemlik, Bursa … da bu bütünün parçalarıdır.

Hangisinin sınırı nerede başlar, nerede biter, bilen var mı?

Kabul etmek gerekir ki, bunların tamamı İstanbul’u oluşturur. Ve bu da Dünyanın en büyük şehridir.

Almanya’nın en büyük 4 şehrinin nüfuslarının toplamı Ankara’yı geçmez.

Bahsettiğim İstanbul’un nüfusu tek başına neredeyse yarım Almanya’ya yakın.

Almanlar eşit şekilde dağılmış oldukları ülkelerinin keyfini sürerken biz artık bütün kaynaklarımızı, bütün zenginliklerimizi bu heyula kentin sorunlarını çözmeye harcamak zorunda kalıyoruz.

Biz harcıyoruz, İstanbul büyüyor, İstanbul büyüyor biz daha çok harcamak zorunda kalıyoruz…

Ülkemiz bu batağa son 50 yılda düştü.

Ve çıkamıyoruz…

Biz ülkemizi ve ulusumuzu kendi ellerimizle boğuyoruz, yok ediyoruz…

 

Kenan IŞIK

 

 
Toplam blog
: 432
: 2964
Kayıt tarihi
: 16.05.07
 
 

Mülkiye mezunuyum. Emekli müfettişim. Ankara'da yaşıyorum. S'oligarşi isimli kitabı yazdım. Kitap..