Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

perihan reyhan ALKAN

http://blog.milliyet.com.tr/pra

11 Ekim '08

 
Kategori
İlişkiler
 

Yoksa Kemalettin Kamu da benim...

Yoksa Kemalettin Kamu da benim...
 

KARANLIK GECELERİME DOĞAN MEHTAP GİBİYDİN ANİDEN…

Böyle bir hitabı cüretkârlık addetmeyin lütfen. Sevilesi bir insan, üstelik benim için, değer ifade eden bir insan, en önemlisi de dostluk hanesine artı değer kaydedilip, dostluk elinin gönül rahatlığıyla uzatılabileceği bir insan olduğunuzu düşündüğüm için böyle hitap ettim.

Henüz ne mektubunuz, ne de sizden bir haber var. İlk kez, bir sabaha yalnız uyanmayacaktım; satırlar da olsa yalnızlığıma paydaş ve bekleyen.

Öğlen olmak üzere, hâlâ bir haber yok...

Usandım!.. Her ne kadar kendime dahi itiraftan çekinsem de, yalnız sabahlara uyanmaktan, yalnız gecelere ulaşmaktan usandım. Gecelerin yalnızlığına alıştım da, sabahlar zor geliyor. Rüyalarım bile paylaşımsız. Yalnız kahvaltı sofraları kadar yavan ve doygunluktan yoksun. Ardından, hoş geldinsiz, hoş bulduksuz, kâğıt kalemle paylaşılan koskoca bir gün. Günler, yoğun yalnızlıklar daha doğrusu!

Bugün öyle olmayacaktı. Mektubunuzu okuyacaktım. Kahvaltı sofram bayram coşkusuna kavuşacak ve ben, kahvaltımı ilk kez doyumlu bir dinginlikle, bir o kadar da doyumsuz zevkle, bir dostun, bir güzel insanın beraberliğinde yapacaktım. En güzel düşlerimi paylaşacaktım. Kâbuslarımın gerginliği ise, yok olup gidecekti dostumun paylaşımında.

Üstelik telefonunuz da açılmadı. Endişeliyim şu an. Sözünüzü tutmamış olmanız olasılığı bile yok aklımda. Söz vermişseniz gerçekleşecektir, eminim. Ama niye? Ne oldu? Sizin için endişeliyim şu an! Daha da artan merakla bekliyorum. Ve daha da yalnızım bu sabah!

Evet, geç de olsa ulaştı mektubunuz. Yanılmamıştım ve düşlediğim gibiydi. Sakın değişmeyin ne olur. Siz bari yanıltmayın, yalancı çıkartmayın duygularımı, inancımı. Ve sakın benden bir şey talep etmeyin. Hiç değilse şimdilik. Bekleyin lütfen. Gerçeğinizi kanıtladığınızda, değişmemişse çizginiz ve çizginizin erdemi, istemediklerinizi de sunacağım o zaman.

........

İşte böyle dostum, gerçeklerden ne kadar kaçsanız, yok var saysanız; kendi gerçeğinizi, değerlerinizi, inatla yaşamaya, yara almaksızın ayakta kalmaya çalışsanız da olmuyor! İnsan dünyasının katı damgalarını, ön yargılarını, beyninize beyninize, yüreğinize yüreğinize vurmasına engel olamıyorsunuz. İncinip yaralanıyor, kanıyorsunuz; sonrasında da yalnız ama yapayalnız kalıyorsunuz! Hesap soruyorsunuz sabahlara dek, önce kaderden. Sonra, yastık hesap soruyor, ardından yorgan. Duvarlar yürüyor üstünüze, hiçbir şey konuşmaksızın. Bu defa gözyaşınız hesap soruyor hıçkırıklarla. Yüreğiniz ise isyanlarda, “Gelmeyin üstüme, yorgunum yanlışlara koşmaktan, çıkmaz sokaklara yürümekten yorgunum. Yorgunum, gelmeyenleri özlemekten, yanlış sevdalara çarpmaktan yorgunum.”

Boğuyor ardından yalnızlık. Dost arıyorsunuz! Yok! Arkadaş? Yok! Sevgili zaten yok. Ölenleri ise arayacak hiçbir yer yok. Boğuluyorsunuz. Hava almak için, kalkıp pencereyi açıyorsunuz gecenin bir yarısı. O bile yok! Bir ırmak üzerinde saman çöpü gibi ulaşıyorsunuz paylaşımsız sabahlara. Kâh bir süre konaklıyorsunuz bir şeylere takılıp, kâh suyun akışı yönünce, hızıyla orantılı, kimi kez yavaş, kimi oldukça hızlı sürükleniyorsunuz boz bulanık. Ama hiçbir zaman kendi istediğiniz yöne gidemiyorsunuz. İstediğiniz yerde duramıyorsunuz veya istediğiniz hızda değilsiniz. Çünkü gençliğe özgü etkinlikler, coşkular yaşamak için fazla yaşlısınız. Kabullenilir tevekkülle, ellerinizi, ayaklarınızı çekip, yaşlılar dünyasında yer almanız, o sıfatı kabullenip bir manto gibi sürekli sırtınızda taşımanız içinse fazla genç. Bir de olduğunuzdan da genç görünümlüyseniz, içinizdeki yirmili yaşlardaki genç kız kıpır kıpır, yaşının gereğini yaşama savaşıyla deli dolu, avazının en yüksek noktasında!

Gerçek yaşınızın bilinciyle, değer yargıları toplumun el ele verip, aşılmaz, dik, sert bir duvar örüyor özlemlerinizin önüne. Size ne istediğiniz sorulmaksızın, özlemlerinizi hiçe sayarak. Size biçilen rolü giyinip, size yakıştırılanı yaşamaya çalışıyorsunuz, çaresiz boyun eğerek. Ama beceremeyerek.

Oynamak istediğinizle, biçilen rol arasında sıkışıp kalıyor! dolu dolu, büyük bir doygunlukla sağalarak yaşayamadığınız gibi gönlünüzce, biçilen rolün size uygunsuzluğunun bunaltısıyla da daralıyor, hiç birini yaşayamıyorsunuz dolayısıyla. Canınız hiçbir şey istemiyor yaşanılasılanlardan yana. Sevdiğiniz her şeyden, kendinizden bile vazgeçiyorsunuz. Tek sığınağınız kitaplardan dahi kaçıyorsunuz hayretle. Librofilyak boyutlardayken üstelik.

Ve sıkılıyorum burada. Yalnızlığımdan kaçmak, yaşamıma olumlu bakış açıları, huzur katmak için gelmiştim oysa. Ama yalnızlığınızı yanınızda götürdüğünüz her yerde yalnızsınız; böylesi kalabalıklarda daha da bir yalnız. O halde, otelden dışarı adım bile atmamalıyım yalnızlığımı daha fazla duyumsamamak adına. Yine kaçınımsız sığınıyorum o tek dost kitaplara. Yemeğimi beklerken sığınıyorum onlara, çayımı yudumlarken, kahvaltı sofrası, sahilde güneşlenirken, akşamüzeri bira, yine paylaşımsız bir akşam yemeği sonrası kahvemi yudumlarken, yatmadan önce; her yerde her yerde, her zaman. Karşımdaki boş sandalyeyi görmemek için, yanı başımdaki boşluğu hissetmemek için. Yalnızlık hançerinin yüreğimi daha fazla kanatmaması için. Çevreye boş boş bakmamak, bu arada da üzerimdeki bakışlarla göz göze gelmemek için. Gözüm tabağımda, garip bir hapsolunmuşluk duygusuyla, hiç konuşmaksızın, hep tek başıma, konu mankeni gibi, onca kalabalığın, tek sandalye boş kalmaksızın dolu masaların orta yerinde, bir başıma kalmamak, yalnızlığı daha bir hissetmemek için. Konuşmayı, kelimeleri unutmamak için hatta. Kitap okuyorum. Okuyorum, okuyorum, okuyorum... Durmadan, devamlı, ha bire, deliler gibi okuyorum. Sayfalarda, satırlarda yok oluyorum kimi kez, kimi kez olayların geçtiği yerlere gidiyor, kimi kez de, konu kahramanlarının yaşamlarını paylaşıyor, onlarla üzülüp, onlarla seviniyorum. Hatta bazen, bir türlü ayrılıp yatamıyorum onlardan. Bazen de sabahı zor ediyorum onlara kavuşmak için. Onlarla yaşıyorum, onları yaşıyorum açıkçası. Bilmem hangi yazarın kurguladığı sanal bir dünyanın kahramanlarıyla, sanal bir yaşamı paylaşıyorum tek başıma.

Kimi kitaplardaki görüşlerin paylaşımını yüreğimde hissediyor mutlanıp, hazlanıyorum görüş paydaşım olduğu için yazarıyla birlikte. Kimi kitaplardakilerle, hararetli tartışmalara giriyorum paylaşamayıp. Kiminde yeni ufuklar açılıyor, kiminde bilgi ve düşüncelerim pekişiyor. Çoğu kez de kişisel gelişimle ilgili kitaplar okuyorum bu günlerde. Hatalarımı görüyorum zaman zaman, yine de inatla sürdürerek. Çoğu kez de, bu güne kadar ne denli doğru olduğumu bunları bilmeksizin doğruları yaşadığımı, doğru düşündüğümü. Demek yanlış bende değilmiş diye düşünerek.

Bir yere ait olmak, birine ait olmak, onunla anılmak değil özlemim gerçi, ama zaman zaman düşünülmek, esirgenmek, paylaşımlar yaşamak istemiyor da değilim.

Boşluktayım!.. Derin, karanlık bir çukura düşmekteyim gün be gün. Düşüyorum, düşüyorum, hiç durmadan, ha bire, süratle. Allah’ım bir dibi yok mu bu kuyunun? Dibe bir ulaşsam, rahatlayacağım. Veya duvarlarda bir dal parçası, bir kaya çıkıntısı... Bir tutunsam, bir nefes alabilsem, dinlenebilsem azıcık. Hayır, olmuyor, hâlâ düşüyorum! Ya da bir el uzanıp bir yerlerden, tutulası, sıcacık bir el tutuverse, umarsız, çaresizlikle çırpınan buz kesmiş ellerimden. Sadece ellerimi değil, tüm bedenimi, yüreğimi de sımsıcak yapıverecek. Gülümseyebilecek ağlamaktan yorgun gözlerim. Kahkahalar atamasa da.

Sonrasında da koşsam, çılgınca, deliler gibi, tükenene dek; uçsuz bucaksız, göz alabildiğine yemyeşil çimenlere serpiştirilmiş, özenli dokunum nadide halı görünümlü papatyalar, gelincikler arasında, incitmeksizin hiç birini koşsam, koşsam, koşsam... Kaçsam acıtan gerçeklerden! Ardımda kaldıkça her biri, kurtulur muyum? Ya da yok olsam ufukta bir yerlerde!

Kader kalleş, ben ne yapayım. Benim çırpınışlarıma aldırmaksızın, kendi doğrularını kurguluyor durmaksızın. Ve bu koca dünyada, milyonlarca insanın arasında, beni bir başıma, kendi kendimle, yapayalnız yaşamaya mahkûm ediyor. Biliyor musunuz en büyük yoksullukmuş meğer kimsesizlik!

Tam bir engelli koşuydu yaşamak. Hem de öyle böyle değil, son derece hatırı sayılır engellerdi. Ama yormadı hiçbiri bu yalnızlık kadar. Yoksa Kemalettin Kamu’da benim için mi yazmıştı o şiiri?

Gözlerim bakır bir tasın parıltısında.

Kulaklarım, komşuların ayak seslerinde.

Varsın bir yudum su veren olmasın,

Başucumda biri su yok desin de.

Bu yıl, birdenbire yaşlandım sanki. Garip bir dinginlik var üzerimde. Oysa daha bir yıl önce, daha coşku dolu, kıpır kıpırdım. Dünyayı kucaklayabilirmişim gibi geliyordu. Neler oluyor bana anlayamıyorum. Orta yaş bunalımı dedikleri bu olsa gerek. Orta yaş bunalımı, menopozun sendromları ve de yalnızlık. Her biri tek başına bile zor, katlanılmaz ve çevresel destek, paylaşım gerektiren olgular. Üçü birden aynı anda vurunca, kötü oluyor yaşanmışlıklar.

Kırklı yaşlar hiçbir şey değilmiş meğer. Üstelik hissetmiyordum da yaşımı. Hâlâ yirmi yaşındaydım. Hatta daha bile genç, zaman zaman şimdi de olduğu gibi. Ama elli yaş, nedendir bilemiyorum çok farklı, çok etkiledi beni. Bir şeyler aniden değişti. Bir şeyler yok oldu sanki birdenbire; ani bir şok gibi. Ruh yaşınız hâlâ yirmi olsa da. O yaşa kadar biyolojik ve kronolojik yaşınızda zaman zaman öyle hissettiğiniz için yirmi iken, bir gecede otuz yaş yaşlanmış gibi bir duyguya kapılıyorsunuz! Bir de bakıyorsunuz, değerleriniz değişmiş. Zevkleriniz temelde aynı, ama daha bilinçli, daha tutarlı. Acılar daha yoğun, daha keskin ve acı. Dolayısıyla da daha çok yaralıyor ve acıtıyor. Hatta kanatıyor içinizi. Daha anlayışlı, daha duyarlı, daha hoşgörülü olmuşsunuz, ya da tam tersi zaman zaman. İstekler daha yoğun ve bilinçli.

Zaman zaman; elli yaşındaki kadının yaşlanmışlık duygularıyla, içinizde bir yerlerde yaşama arzusu ve çılgınlıklarla coşan yirmi yaşındaki deli kızın, bitimsiz savaşından bunalsanız da, yine de daha sağlıklı. Ne zaman, nasıl oldu bu değişim? Şaşırıyorsunuz! Bir yanınız, köşenize çekilip anneanne veya babaanneyi yaşamanızı söylüyor. Tam ikna olduğunuz noktada, diğer yanınız, avaz avaz karşı çıkıyor. “Daha yaşamadığın pek çok şey var. Özlemlerin, ertelediklerin hâlâ bir kenarda sıralarını bekliyor. Ama daha ne kadar bekleteceksin? Zamanın kalmadı” Bu defa, bir yaşama telaşı, bir geç kalmışlık keşkesi! Bir de bakıyorsunuz, allak bullak, karma karışık olmuşsunuz!

Zaman zaman, sebzeyi, meyveyi artık marketten almayacağım diyorum, kapı zilini duymak adına. Mahalle zerzevatçısı çalsın hiç değilse kapımı, zerzevata dair de olsa bir iki laf etmeye. Borçlarımı da ödemeyeceğim, alacaklılar gelsin kapıma aynı gerekçeyle. Cep telefonumdan evi, ev telefonundan cebi arıyorum bazen de, sırf telefon sesi duymak için. Hatta geçen gün, nasıldı diye merakımdan, belki de özledim, kapının zilini çaldım uzun uzun, açılmayacağını bile bile.

Hiçbir zaman terk etmeyen yalnızlığım hep yanı başımda ve bekleyen kapının ardında.

Bir gün gerçekten çalacak kapım, acı acı biliyorum. Ama ben duymayacağım. İlk kez gelen konuğun buruk sevinciyle, bu dünyayı terk edeceğim. Sizden bir ricam var o noktada dostum. Şayet haberdar olursanız, oğluma söyleyiniz lütfen, vaktinde yetişebilmişse. Hiç kimseye haber vermesin. Sağlığımda, hele hele en kötü günlerimde yanımda olmayanların, son yolculuğumda yanımda olmalarının hiçbir anlamı yok. Hiçbirini istemiyorum. Ona da doktor ağır kaldırmayı yasakladı. Dört hamal tutup, onlarla kılsın namazımı ve cenazemi onlara taşıtsın.

Söz etmesinler ardım sıra gözlerimin bademliğinden. Yaşarken de bademdi, kör değildi ki o gözler. Görmezden geldiler!

Yoruldum, yüreğimle beynimin savaşımlarında sıkışıp kalmalardan.

Ve bu gün beyaz bir bayrak astım yüreğime.

Kaderle, yenilmemek adına inatlaşmanın anlamı yok.

TESLİM OLUP

GERÇEĞİMİ YAŞAMAYA KARAR VERDİM!

 
Toplam blog
: 290
: 553
Kayıt tarihi
: 11.03.08
 
 

İlk ve orta öğrenimimi Gölcük/ Kocaeli, lise ve üniversite öğrenimimi Ankarada gördüm. İlk okuldan..