Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Şubat '08

 
Kategori
Öykü
 

Yol Bekleme Cinleri

Hangi sesle uyandığımı anlayamadım. Seyyar simitçinin her gün aynı saate ve sokağın aynı noktasına ayarlı “simiyiiitçi” nidasına mı, yokuşu tırmanan araçların motor gürültüsüne mi, okula giden öğrencilerin bağırtılarına mı, okulun her sabah tam yedi buçukta çalan ilk ders ziline mi?..

Her uyanışımda yaptığım gibi bir süre gözlerimi kapalı tuttum. Neredeyim, ne yapmaktayım? Kalkabilecek miyim? Kendime gelince yanımda onu aradım. Sağımı solumu yokladım ama ellerim boşluğa düştü. Yoktu. Tuvalete mi kalktı? Benden önce uyandı da mutfakta kahvaltı mı hazırlıyor? Dışarı mı çıktı? Ama evde olduğuna dair hiçbir işaret yok. Olsa belli eder. Gürültücüdür O.

Uyku sersemliğini üstümden atınca hatırladım işe gittiğini. Uzun süredir işsizdi. Bugün yeni işindeki ilk günü. Yalnızım. Yalnızlıktan çok kendimi öyle hissetmem sıkıyor canımı. Sadece işe gittiğini, akşama döneceğini bildiğim halde kurtulamıyorum bu duygudan. Yatakta dönüp duruyorum. Bu sıkıntımı daha da arttırıyor. Kalkıp birşeylerle oyalanmalıyım. Kahvaltı yapmalı, kediyi doyurmalı, evi toparlamalıyım, hem zaman geçer hem de belki biraz yalnızlığımı unuturum. Ancak bunlar için önce yataktan kalkmam gerek; vazgeçiyorum. Televizyonu açıyorum, bulamayacağımı bile bile bir kanaldan ötekine atlayıp oyalayacak bir program arıyorum. Hemen bütün kanallarda birbirinin benzeri sunucular, bana çok aptalca gelen yapmacık telefon görüşmeleri yapıyor, konukları ağırlıyor; şarkıcılar, ekonomistler, doktorlar, ahçılar, astrologlar, danışmanlar, uzmanlar birşeyleri yorumluyor, birşeyleri ispatlamaya çalışıyorlar.

Sesi kapatıyorum. Televizyon, bu haliyle bir akvaryuma benziyor şimdi. Konuşanlar da sessizce kıpırdanıp duran ağızlarıyla balıklara... Akvaryumdakilerin vücut dillerine bakıp anlattıklarını çözmeye çalışıyorum, komik şeyler kuruyorum aklımdan. Onunla bunları izlerken çok eğleniriz. Ekrandaki sunucu, oyuncu, şarkıcı veya konukların yüzleriyle tanıdığımız kişiler arasında benzerlikler bulmaya çalışırız. Bu benzetmeler bazen birbirimizin fikrine cuk oturur, yakaladığımız uyuma sevinir, bazen de birimizin bulduğu benzerlik ötekine alakasız gelir, uzun uzun tartışırız.

***

Uzun zamandır onsuz uyandığım ilk sabah. Bir süre kanallar arasında geziniyorum. Sonra aslında kanalların hiç değişmediğinin farkına varıyorum. Sanki farklı programları değil aynı ve bir tek programın değişik enstantanelerini izliyor insan. Televizyonu kapatıyorum.

Cenin pozisyonunda yatağa gömülüp, uyumaya çalışıyorum. Ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırıyorum. O’nun, yanında uyumakta olduğunu hayal ediyorum. Birazdan uyanıp uyku sersemliğiyle ellerinin baldırımda, kalçamda, sırtımda gezindiğini; birkaç günlük sakalının çeneme, boynuma, omuz başlarıma, göğüslerimin arasına sürünüp, acıtarak, gıdıklayarak baştan çıkardığını; usulca, ılık bir suya girer gibi sevişmeye başladığımızı; şefkat ve mırıltılarla başlayan oynaşmaların, dokunuşların ısırmalara dönüştüğünü; bedenlerimizin görünür yerlerinde izler bırakmamaya dikkat ettiğimizi; O’nun çok terlediğini; terlerinin gözüne-gözüme girip yaktığını; elimin uzanabildiği bir elbise ya da nevresimin bir ucuyla onun terlerini sildiğimi; kollarını ve bacaklarını ahtapot gibi sardığını; dişlerini saçlarıma geçirdiğini; ellerinin sıktığı yerleri acıttığını ama buna karşı koyamadığımı; kedinin aramıza sokulmaya çalıştığını; onu defalarca itip uzaklaştırdığımızı; sarsıldığımızı; iki metalin bir alaşım oluşturur gibi birbirimizin içinde eridiğini; en sonunda dipsiz bir uçurumdan, sonsuz bir hızla düştüğümüzü ama yere hiç çarpmadığımızı; indiğimiz yerin bu dünyaya ait olmayan benzersiz güzelliğini içimize çektiğimizi; sonra vücutlarımızın yavaşça soğuduğunu; o zaman herşeyin iyiye gittiğini; belki dünyada ölenler olduğunu, ama o anki ölümlerin bile daha kabul edilebilir geldiğini; sonra onu yatakta bırakıp kalktığımı; ocağa çay koyduğumu; onun da kalkıp kahvaltı hazırlamama yardım ettiğini ve sanki o gün doğmuşuz gibi taptaze bir güne başladığımızı hayal ettim.

Hayal kurmaktan yorulup gözlerimi açınca çıplak gerçekle yeniden yüz yüze geliyorum: Yalnızım...

Ayak ucumda mırıltılarla uyuklayan kediyi tutup göğsüme doğru çekiyorum. Yumuşak, kadifemsi patilerini sıkıyor, jilet gibi keskin, kancalı tırnaklarını çıplak karnıma sürüp acıtmasını, acıyı hissetmeyi bekliyorum. Kendisiyle oynayan elin güven verici şefkatine teslim olmuş kedi, kırılmaz, dayanıklı bir oyuncak gibi eğilip, bükülüyor, uzanıyor, patisini uzatıyor, ağzını çene kemiklerini birbirinden ayırırcasına açıp esniyor, esnerken ağzına soktuğum parmağını geveleyip, bırakıyor. Sevdiğimiz küçük ev içi oyunlarından biridir kedinin esnediği sırada parmaklarımızı ağzına sokmak. Onun çene kemiklerinin izin verebildiği açıyı sonuna kadar zorlayarak esnemesi hem hoşumuza gider hem de bir gün çenesi ayrılıp bir daha hiç kapatamayacak diye korkarız. Ama yine de onun sonuna kadar açılmış ağzına parmağımızı sokmak için birbirimizle yarışırız.

Kedi yataktan çıkıp vücuduyla orantısız bir ölçüyle geriniyor. Diliyle patilerini ıslatıp yüzünü siliyor. Su içip yemek kabının dibinde kalan yiyecek kırıntılarını isteksizce çiğneyip yutuyor. Salına salına buzdolabının önüne gidip bir buzdolabına, bir bana bakıp acıktığını belli etmeye çalışarak usulca miyavlıyor.

***

Kalkıyorum. Yataktan çıkıp, buzdolabından çıkardığım peynirden bir parça kesip, kedinin önüne atıyorum. Lavaboya geçip yüzümü yıkıyorum. Saçımı tarayıp bağlıyorum. Ocağa çay koyuyorum. Demliğe çayı her zamanki ölçüye göre doldurduğumu, bir yerine iki yumurta haşladığımı, masaya iki çatal, iki bardak getirdiğimi, ikisini de doldurduğumu, iki kişilik kahvaltı hazırladığımı çok sonra fark ediyorum. Çayımdan bir yudum alıp bırakıyorum. Herşey tatsız; çay dilimi buruyor, yumurta iyi pişmemiş gibi, peynir kötü... Yiyemeyeceğim. Yumurtaları kedinin tabağına dilimleyip masayı topluyorum. Dışarı çıkmalıyım.

Omuzuma bir süveter atıp kapıya çıkıyorum. Bir süre kapıda durup gelip geçenleri izliyorum. Tanıdıklarıma günaydın diyor, onların günaydınlarına karşılık veriyorum. “- Günaydın Elif Abla” diyor, Emre; komşunun sekiz yaşındaki sevimli, cin mi cin oğlu. “- Günaydın Emre’cim, geç kalmışsın, teneffüse bile çıktılar, çabuk ol!” Koşmaya başlıyor.

Gelip geçen birkaç komşuyla laflıyoruz. Okulun bahçesinde oynayan çocukların cıvıltılarına kulak kesiliyor, birbirine vuran, amaçsızca, sırf içindeki fazla enerjiyi atmak için koşuşturan çocukları seyrediyorum. Bizim çocuğumuz da olacak mı bir gün? Keşke hamile olsaydım şimdi... İnsanın içinden bir insan çıkarması ne tuhaf. Sonra büyüyüp kocaman olması. Onun da bir başka insana can verişi. İhtiyarlaması. Mesela şu yaşlılıktan kemikleri eriyip ufacık kalmış Vahide Abla’nın bir zamanlar bebek oluşu... İnanılmaz!..

(Sürecek)

<ı>http://wingless-seraph.deviantart.com/art/Waiting-at-the-track-5346567<ı>

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..