Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Şubat '10

 
Kategori
Deneme
 

Yol yorgunu

Yol yorgunu
 

Kentin kıyısında düşünceler


Adam, kış akşamında, günün son ışıklarını izliyordu.

Kentin kıyısındaki bu küçük tepede sık sık oturmak yararlıydı ama yüksek dağların, dalgalı denizlerin kokuları ve kurtarıcı esintileri yoktu.

Başını kaldırdı. Yaşadığı kente doğru baktı dikkatlice. Acı bir tebessüm oluştu yüzünde. Çünkü tırmalayan şeylerin sayısı az değildi. İnşaatlar, bakımsız köpekler ve kediler, bir ses olsun, bir gürültü olsun mantığıyla çalınan müzikler, sözde yıllık bakım ve budama amacıyla gelip ağaçları birer kütüğe çeviren cahil oduncular…

Bazı tablolar vardı ki; onları anımsadığında içi sızlıyordu. Daha yarım saat önce, çöp varilinin içinde, küllerin arasında yiyecek bulmaya çalışan kedi ne kadar öfkeli görünüyordu. Yukarıdan onu izleyen ve arada öksüren başka bir kedi de, ben biraz önce çok karıştırdım, hiçbir şey bulamadım der gibi bakıyordu. Kedilerin ikisi de zayıf ve kirliydi. Peki mamalarını tüketip, sıcak bir odada, sobanın yanında, minderde uyuyan kedilerden ne farkı vardı bu sokak kedilerinin? Suçları neydi ki, böyle dışlanmış - sefil biçimde yaşamaya çalışıyorlardı? İnsanlara bile yeterince saygı duyulmazken, hayvanlara saygı duyulmaması doğaldı aslında… Adam, bir cenazenin cami avlusundan alınıp mezarlığa götürülmesi sırasında, kaldırımda oturanlardan hiç kimsenin ayağa kalkmadığına çok kez tanık olmuştu. Çok üzülmüştü. Nasıl oluyordu da, bu gibi son görevler, bu gibi kolay görevler yerine getirilemiyordu? Dünyanın neresinde böyle bir körlük bağışlanabilirdi? Demek ki aramızda dolaşan bazı insanların sorumluluk duyguları, utanma duyguları iyice azalmıştı.

Aylar, yıllar hızlı geçiyordu. Zamanla ilgili yapılacak bir şey yoktu. Keşke olsaydı. Bu keşke sözcüğünden hiç hoşlanmıyordu, istemeyerek kullanmak zorunda kalıyordu.

Sonunda insan; diğer canlılar gibi yavaş yavaş yıpranıyor, yaşlanıyor ve doğa tarafından çekilip yutuluyordu.

Güzel insanların daha çok yaşamalarını hep istiyordu ama o insanlar, zamanı geldiğinde apar topar gidiyorlardı ya da götürülüyorlardı. Her şey zaten açıktı, anlaşılmayacak bir şey yoktu. Burada uzun kalabilmek kimsenin elinde değildi. Ne olursa olsun, hiç kimse, sonsuz yolculuğa hazırlık ve değerli dostlarını son kez ziyaret için, kısacık da olsa, ek bir süre talep edemiyordu.

Gün önemliydi, bugün önemliydi, yani bugün yapılan ve yapılamayan bütün işler

Birbirlerini anlayan dostların, artık zihinlerini boşaltmalarını ve coşkuyla bir karar almalarını istiyordu ama bu dostlar, gerçekten ve tam olarak birbirlerini anlıyorlar mıydı? Anlama çabaları var mıydı? İçlerinden biri tökezleyip yıkılsa; kaçı koşarak gelebilirdi ve gelen ne yapabilirdi? İyimser olmak istiyordu ama olamıyordu. Kuşkularını atmak istiyordu ama atamıyordu.

Her şeyi yeniden düşünmek, yenilikler yapmak istiyordu. Gerekiyordu da. Kafasında sıraya koyduğu düşünceler, hayaller vardı. Belki bir gece, uç noktalarda bulunan tüm aykırı hayallerini madde madde kağıt üzerinde toplayabilirdi. Belki hiç yazmaz, ölünceye kadar içinde saklardı. Belki de babası gibi gördüğü öğretmenine anlatırdı. Çünkü öğretmenini seviyordu.

Güneş yavaşça indi ve kayboldu. Havadaki serinlik, soğuğa dönüştü. Ufukta duran renkler çok canlıydı. Turuncu, kırmızı, mor ve lacivert, aralarında anlaşmışlardı, geceyi mümkün olduğunca geciktirmek istiyorlardı. Gri ise; soğukkanlı ve siperde bekleyen askerlere benziyordu…

Adam yana doğru baktı, kendinden başka kimsenin olmadığını bile bile. Sevdiği, özlediği insanın sıcak elini omzunda hissetmek ve ondan şu sözleri duymak istedi : Yetin bu duygularla, nasıl yetineceksen. İstersen gökyüzünü tırmala bunaldığın gecelerde. Yıldızlara yalvar. Fakat şunu bil ki, ben de senin gibiyim. Ne zamandır seni izliyorum ve sesimi çıkarmadım. Bak, ince düşünmeyi bırakmazsan, yakında hasta olabilirsin. Yolu bitiremeden yolda kalabilirsin …
Neden bu sözleri duymak istiyordu ki ? Duysa ne olacaktı?

Adam, yoğunlaştığı noktada, saniyelerin içinde, uzun ve çok dokunaklı görüşmeler yaptı. Sonunda ; gerçekte orada olmayan insanla vedalaştı ve oturdu kaldı.

Ne olursa olsun, ince düşünmeyi bırakamazdı. Çünkü elinde değildi.
Gözleri doldu. Geçmişte yaptığı hataları anımsadı. Saflığından, insanlarla ilgili yıkımlar yaşamıştı. Yıkımlara neden olan insanların, arkalarına bakmadan çekip gitmeleri ve başkalarının da yaşamlarına zararlar vermek amacıyla, kötü alışkanlıklarını sürdürmeleri ne acı bir şeydi. Demek ki ; çoğu atasözlerinde vurgulandığı gibi, karakter, huy değişmiyordu, yaşamı boyunca insanla birlikte gidiyordu.

İçinden geçenler, yani yakın zamanlara kadar gördükleri adama burukluk veriyordu. En başta rahatsız olduğu şey ; aldıklarını vermeye, öğrendiklerini öğretmeye istekli insanların sayısı her geçen gün azalıyordu. Okuyanların ve sorgulayanların sayısı her geçen gün azalıyordu. En doğruyu düşünmeye, en güzeli seçmeye istekli insanların sayısı her geçen gün azalıyordu. Azalan şeyler saymakla bitirilemeyecek kadar çoktu.

Yaşamın içindeki insanların, gerçekten sosyal insan olabilmeyi ; önce istemeleri, ardından eksikliğini duydukları anlaşılan bazı ahlaki bilgileri mutlaka kazanmaları gerekiyordu.

Bu doyumsuzluk, bu para hırsı ne zaman düzelirdi? Belki hiç düzelmez, yeryüzünde ölümcül hastalık olmaya devam ederdi. Çünkü bazı insanlar hastalıklarıyla mutluydular, gövdelerindeki hastalıkları yüceltmeyi seviyorlardı, hastalıklarının armağan ettiği çelik bir kafeste nefes alıp verebiliyorlardı. Dolayısıyla kesin tedavilerden kaçınıyorlardı.

Aydınlar arasında, sanatçılar arasında, eğitimciler arasında; uygarlıktan, Avrupa Birliği ’ne katılmaktan, demokrasiden, insan haklarından söz ediliyordu hep. Tasarılarla, sözlerle, pratikteki uygulamalar aynı değildi ki… Politikacılar sayesinde öyle bir duruma düşmüştük ki ; artık yalanları doğru sanıyorduk, artık doğru bir şeyle karşılaştığımızda tuhafımıza gidiyordu. Güzel diye ambalajlanıp bizlere armağan edilen çirkin şeyleri, bilmeden her gün başımızın üzerinde gezdiriyorduk.

Bir şeyler biterken başka şeyler başlamalıydı ama biten şeyler çok, başlayan şeyler azdı. Gölgeler çok, çizikler azdı. Her alanda ; bir ilgisizlik, bir tembellik vardı.

Adam, yolda aldığı simidi yedi. Üzerine küçük bir meyve suyu içti. Mendiliyle gözlerini sildi. Değerlilerin değersiz, değersizlerin değerli kabul edildiği ve yapmacık ilişkilerin kurulduğu bir toplumda, az sayıda insan ; direnerek, onurunu koruyarak karnını doyurmaya çalışıyordu.

Ne olur yeter artık dedi. Ardından : Hayır, hayır, aslında yetmez. Daha ne yaşadık ki dedi ? Onu bu durumda bir gören olsa, ilk anda : Hay Allah bu adamı da kaybettik diyebilirdi, yani onun delirdiğini düşünebilirdi. Çünkü çoğu insan dış görünüme bakarak ön yargıyla hemen bir karar verir, verdiği o sağlıksız kararı zaman geçirmeden aynı gün çevreye yayar, böylece içindeki kötü yanını, kıskançlığını tatmin ederdi. Dolayısıyla kendi günahlarının üzerine başkalarının da günahlarını yüklenir, Kul Hakkı denilen çok tehlikeli, korkunç bir durumla birlikte bu dünyadan ayrılırdı ...

İlköğretim ikinci sınıfta okuyan, sevimli bir öğrenciye sosyal insanı anlatmaya söz vermişti. Peki o küçük öğrenciyle yolda ya da markette ansızın karşılaşırsa ne diyecekti ? Söylemesi gereken şeyleri düşündü, konunun ana hatlarını kafasında tasarladı. Çantasından defteri, kalemi çıkardı ve küçükle konuşurken, göz ucuyla bakmak, böylece duraklamamak, zaman kaybetmemek için bazı notlar aldı. Konunun özetiydi bu notlar.

İnsan; diğer insanlarla bir uyum içerisinde yaşayabilirse, onlarla birlikte yürüyebilirse, onlara elinden geldiğince yardım edebilirse, köstek olmazsa, sosyal insan olabilirdi. Sadece kendi egosuna bağlı olarak ve durmadan bir şeyler alma, kapma ve çalma yarışı ya da hazırlığı içinde yaşarsa; sandığı, iddia ettiği gibi sosyal insan olamazdı. Sosyal ve pozitif insan; kendi egolarını tatmin edecek planları çok az olan insandı.

Gerçekten sosyal bir insanın özelliklerini saymak gerekirse :

1) Girdiği ve iletişim kurduğu mekanlarda, aydınlatıcı, sakinleştirici, umut ve cesaret verici rol oynar, teselli ve sevgi dağıtıcı rol oynar. Dolayısıyla antipatik değil, sempatiktir.

2) Sosyal insan; hep tüketici değil, bazı alanlarda yaratıcıdır. Yaratıcı olmanın anahtarı ise; diğer insanların göremediklerini görmek, olaylara farklı bir açıdan bakmaktır.

Adam, defterini kapattı. Derin bir nefes aldı. Ne yazık ki eski sosyal insan tipleri yoktu. Onların yerini bugün dedikoducular almıştı. Kendiliğinden yararlı bir iş, bir eserler ortaya koyan ya da insanlık adına programlı işler yürüten insanlar çok azalmıştı.

Bağırmak, çığlık atmak istedi … Elbette bağırmakla hiçbir şey değiştirilemezdi.
Adam, Amerika ’daki eğitim sistemini, Avrupa ülkelerindeki eğitim sistemini düşündü. Onların büyük problemleri yoktu bu alanda. Bizim insanımız; engellerle, zorluklarla boğuşuyor, gençliğinin en güzel yıllarını tüketirken, eğitimini güzelce tamamlayamadığı gibi, geleceğini kolayca kuramıyordu. Ardı ardına yaşanan başarısızlıklar ve haksızlıklar, çoğu gençlerin umutlarını zayıflatıyordu.

Alışılagelen eğitim biçimleri, yetenekli insanlar için zaten çok sınırlayıcıydı. Çünkü eğitimi veren kişi, eğitim gören öğrencilerine kendi doğrularını ve kendi sınırlı birikimini aktarıyordu. Bilgileri sunanlar, otorite olarak kabul edildiğinde ve bilgiler sorgulanmadan benimsendiğinde, işte o zaman hepimizin yaratıcılığı öldürülmüş oluyordu.

Kabul edilen bütün fikirlere zıt durumlarla karşılaşıldığında hemen savunmaya geçiliyor ve böylece gitgide insanların üreticiliği köreliyordu, bitiyordu. Bu çok kötü bir şeydi. Ülke genelindeki kötü alışkanlıklar; bir - iki tane değildi ki, yüzlerce, binlerce kötülük yayılıyordu gizli gizli. Bunlara bulaşan insanlar ölmüyorlardı ama yaşadıkları da söylenemezdi. Sürünüyorlardı.

Çağdaş yaşam adı altında, yürekleri söküp alan bir bencillik katlanıp gidiyordu.
Nasıl oluyordu da, akşam yemeğinden sonra, köpeğini gezdirmeye çıkan yaşlı - başlı bir insan, rastlantıyla önünden geçen kediyi görünce köpeğini salıveriyordu? Kedi canını kurtarmak için en yakın ağaca tırmanınca da, ağacı sallayıp kediyi düşürüyordu. Kedi tüm gücünü kullanıyor, pençeleriyle direniyordu. Kedinin direnişini ve çatışmadaki galibiyetini kabullenemeyen o insan, zavallı kediyi bir futbol topu gibi tekmeleyip karşı kaldırıma uçuruyordu.
Toplumun; olgun, saygın ve hep iyilik peşinde diye düşündüğü bazı insanların gerçek yüzleri ancak böyle tenhada, karanlıkta görülebiliyordu. Sahteciler; yıllarca, iç dünyalarındaki acımasız canavarlıklarını kapatmayı başarıyorlardı. İlgi ve saygı görmelerinin bir nedeni de : Parasal zenginlikleri ve düzgün giyinmeleriydi zaten. Ellerine fırsat geçince, egemenliklerini ne yazık ki güçsüz varlıklar üzerinde kuruyorlardı. Her zaman böyle oluyordu.

Adamın kafasına takılan başka bir şey de şuydu: Eskiden, gençlerden çok duyduğu güzel sözleri artık pek duyamıyordu. Yöntemler mi değişmişti, duygular mı değişmişti, tam olarak çözemiyordu? İlişkiler sürüyordu, çünkü insanlar buluşuyorlardı, tanışıyorlardı. Peki neden doğal, sağlam cümleler çıkmıyordu insanların ağzından? Şimdilerde kaç kişi diyebiliyordu yakın arkadaşına: Sorma arkadaş! Gerçekten aşık oldum, uyuyamaz ve yemek yiyemez oldum. Düzenim bozuldu. O kişiyi göremeden yapamıyorum. O kişi olmazsa yaşayamam gibi bir duygu var içimde. Ne olur bana yardım et …

Şimdilerde kaç kişi, telefona sarılmadan, gece zaman ayırıp, etkilendiği ya da hoşlandığı bir insana dürüstçe ve abartmadan aşk mektupları yazabiliyordu ve kendi duygularını sonuna kadar savunabiliyordu?

1) Bir öğrenci, öğretmenine hitaben ;
2) Bir çocuk anne - babasına hitaben ;
3) Bir kız, erkek arkadaşına hitaben ;
beğenmediği ya da katılmadığı bir şey için, çekinmeden, yüksek sesle, rahatlıkla :

Oha, çüş, onları geç, işim olmaz abi diyebiliyordu. Artık günlük konuşmalarımız bu noktalara kadar gelmişti. İki genç birbirlerine karşı ; hacı, hoca, ezik, düdük, hops, çarli diyebiliyordu ve kimse bu ifade tarzlarından rahatsız olmuyordu. Kimse kimseyi durdurup uyarmıyordu. Liseyi bitiren bir öğrenci, yarım sayfalık kompozisyon yazamıyordu. Çünkü bilgisiz kalmış, duygularını da sabıkalı hırsızlara çaldırmıştı.

Nasıl oluyordu da, bir kız, daha onsekiz yaşına bile gelmeden, gizlice paylaştığı bir sevgilisi olduğu halde, son günlerde popüler kabul edilen büyük bir tanışma sitesinde ; yalan ve yanlış bilgilerle, dört ayrı sayfa alabiliyordu. Bu sayfalara, düzenledikleri partilerde çektirdiği fotoğrafları yükleyip, hem kız arkadaşlarını kıskandırmaya hem de yüzlerce erkeğe umut dağıtmaya çalışıyordu. Tahrik edici pozlarının altına, serseriler tarafından argo yorumlar yapıldığında ise ; kendini bir şey sanıp, dünyanın en sevindirik insanı oluyordu. Sanki yaşamı zenginleşiyordu, sanki sıkıntıları hafifliyordu. Bilgisayar demek ; Messenger ve Facebook demekti sanki. Arkadaşlığın, A ’sını bilmeyenler, edindikleri sanal insanlarla kendilerini kandırmaya çalışıyorlardı. Ne yazık ki bu sitede ; sosyal - kültürel paylaşımlardan çok, komplekslerin okşanması ve duyguların sömürülmesi işlemleri ışık hızıyla yerine getiriliyordu. İnsanların birbirini ekleme işi, öylesine abartılıyordu ki ; bir bayanın tam beş bin adetlik arkadaş listesi olabiliyordu ve üzülüyordu yine. Artık sistem izin vermiyor, site yönetimine mail gönderdim ama yanıt bile vermediler diye sızlanıyordu. Bundan sonra başka bir isim kullanmam gerekecek diyordu. Bazı insanlar, isimlerinin sonlarına, ek olarak ; A, B, C harflerini yazıyorlar, yeni ve ayrı sayfalarla, böylece onbeş ya da yirmi bin arkadaş sayısına ulaşabiliyorlardı.

Anlaşılıyordu ki rol meraklısı ve doyumsuz insan, tehlikeli hastalıkların pençesine düşüyordu, belki de kendi aile içindeki mutsuzluğunu unutmaya çalışıyordu, belki de yaşadığı başarısızlıklarını unutmaya çalışıyordu. İnternet uygun bir alandı. Tanışma sitelerini seviyordu. Çünkü çoğunlukla yalanlara dayalı bu soyut dünyanın renkli havası, karşı tarafın yüreği ele geçiren ve uyuşturucu etkisi gösteren bazı ifadeleri, zayıf kişilikli bir insanı teselli ediyor, oyalıyordu … İnsanları etkilediği ve elde ettiği düşüncesine kapılıp gururlanıyordu.

Kurtuluş Savaşı ’nın kaç yıl sürdüğünün yanıtını vermekte zorlanan bir öğrenci, ilk Cumhurbaşkanımızın kim olduğunun yanıtını vermekte zorlanan bir öğrenci, her yemeğe konan zeytinyağının nerede kullanıldığının yanıtını vermekte zorlanan bir öğrenci, tarihteki Türk Devletlerinin isimlerini sayamayan bir öğrenci, dahası, eğitim gördüğü okulunun müdürünün ismini bile bilmeyen ve merak etmeyen bir öğrenci ; bütün bilgisayar savaş oyunlarını biliyordu. Kumarcı ve taş yürekli başka bir genç ise ; bir an önce malına - mülküne sahip olmak için hasta yatağındaki babasının iyileşmesini istemiyor, ne zaman öleceğini düşünüyordu sürekli. Bizim ihtiyar da ölmedi gitti ya diyebiliyordu.
Görürdük ; eskiler aksatmazlar, hep yaparlardı, büyüklerimiz hep yaparlardı. Bir insan camiye gitmese, namaz kılmasa bile, ezanı duyduğu zaman derhal çalmakta olan radyonun ya da müzik cihazının sesini hemen kapatırdı. Hem gelenek, hem saygıydı bu. Acaba son yıllarda toplumun yüzde kaçı, yerinden kalkıp da müziği kapatıyordu? Adam; aman canım sen de, benim bir özgürlüğüm var, istediğim gibi yaşarım, bu benim hayatım diyenleri bulunduğu yerden duyabiliyordu.

Adam biliyordu ki; zaten bazı insanların, karıncalar kadar, kuşlar kadar, kediler kadar anlamlı sayılabilecek hayatları yoktu ve yaşamakla ölmek arasında sıkışıp kalmışlardı… Atalarımız sohbet sırasında şöyle derlerdi: Onun kendine hayırı yok ki başkasına olsun …

Hepimizi gerçekten ilgilendiren, bugün kaçsak bile, yarın kaçamayacağımız toplumsal olaylarda ; bu onların problemi, bu sizin probleminiz, yani gibi moda cümleler, bizim özümüze ait değildi ama bir biçimde dilimize yerleşmişti. Adam işte bu gibi yaklaşımlara da çok üzülüyordu. Çünkü bu tür cümleler : Bireysel yaşamayı kendilerine amaç edinmiş, bu arada sanayi devrimini çoktan tamamlamış, zengin ve kapitalist ülke insanlarının her mekanda ortaya attığı çok soğuk, çok itici ifadelerdi. Onların cephesinde belki doğruydu. Bizim cephemizde yanlıştı. Senin problemin, benim problemim diye bir şey olamazdı. Bütün problemler hepimizin problemiydi. Çünkü bizler; İngiliz, Amerikalı, Danimarkalı değildik. Asaletimiz, geleneklerimiz onlarla aynı olamazdı. Bu gerçeği unutmadığımız sürece, inançlarımızı koruduğumuz sürece; asaletimizin gerektirdiği şeyleri yapmalıydık. Fakat bunları hiç düşünmüyorsak, bunları hiç hissetmiyorsak ; ayrı konuydu. Her şeye karşın, düşünmeliydik, hissetmeliydik. Çünkü mezarlıkta, adada, mağarada yaşamıyorduk. Bir ülkede, bir toplumda, bir kentte, bir köyde yaşıyorduk. Benim değil, senin problemin demek : Benim için sen yoksun, senin varlığın da sıkıntıların da beni ilgilendirmiyor demekti.
İçinde bir parça vicdan, bir parça sevgi taşıyan her insan ; diğer insanlardan sorumluydu. Doğadan zaten sorumluydu. Çünkü ahlak, inanç, hümanizm, idealizm ve felsefe, birlikte yaşamak ; bu çabaları ve kaygıları zorunlu kılıyordu.
Birbirimize dikkatle ve sevgiyle baktığımızda, bir şeyler yapma gereğini hissetmeliydik. Fakat bu gereksinimi görmemeye çalışıyor, bırakıp gidiyorduk. Çok önemli şeylerin üzerini örtüyorduk. Örtülen şeylere bir şey olmuyordu, yani altta yaşıyorlar ve çoğalıyorlardı.

İnsanın bütün ilkeleri, özellikle düşünce ve paylaşım ilkeleri, dışarıdan değil, insanın içinden, yani kendi iradesinden, insanlığından çıkmalıydı. Anımsatılarak ya da zorlayarak ortaya çıkarılanlar, sağlıklı olmuyor, çıktığı anda tüm anlamını ve güzelliğini yitiriyordu.

Bütün iş; insan olarak kendimizin ve ne yaptığımızın farkına varmamızda düğümleniyordu. Elimizin altındaki her şey, olgunlaşma yolunda birer araçtı, araçları amaç sananlar hep yanılıyorlardı. Çünkü dünya malı, dünyada kalıyordu. Malın cinsi ne olursa olsun, bir gramı bile götürülemiyordu. İşleri ve görevleri biten insan ; bavulunu, çantasını, telefonunu alamadan, bankamatikten parasını çekemeden, borçlarını ödeyemeden burayı hızla terk ediyordu.

Adam, engebeli ve çamurlu yollarda yürümekten dolayı yorulmamıştı. Aç ve parasız kalmak gibi bir sıkıntısı da yoktu. Olgunlaşmak, genişlemek, derinleşmek ve kaynaşmak zorunda olduğu için istemeyerek masum bir varlığı incitmekten çok korkuyordu. İşte bu korku, ona ruhsal ve anlatılmaz biçimde bir yorgunluk getiriyordu. Zaten yıllar öncesinden dolu bardaktı ama sürekli bardağı büyütüyor, suyun dışarıya taşmasına engel oluyordu. Bir gün gelecek, biriken o su büyük bardaklarda da durmayacaktı. Diten gelen yer sarsıntılarının önüne geçilemediği gibi …

Gülümsedi. Mağazalarda kıtlıktan çıkmış gibi alışveriş edenleri anlayamıyordu.
Kampanya kapsamında satın alınan kitaplardan çok çok okumak düşünmek değildi, televizyondaki konuşmaları ya da tartışmaları dikkatle dinlemek düşünmek değildi, fikirlerin tekrar edilmesi de düşünmek değildi. Bunların hepsi, gelecekteki düşünceyi oluşturmak ve uygulamak için araçtı.

Peki toplumun mutluluğunu isteyen, bu çürümüş düzenin değişmesi gerektiğine inanan, her toplumda toplumun acılarını sömüren insanlar neredeydi ? Kimi rakı masasında, kimi oyun masasında, kimi at yarışı gişesinde, kimi Avrupa futbol liglerini ezberlemekle meşgul, kimi sevmediği başarılı ve temiz bir insana nasıl iftira atarım da gözden düşürürüm hesapları yapmaktaydı. Biraz soğuk olsa, soğuk konuşuluyordu. Biraz sıcak olsa, sıcak konuşuluyordu. Televizyon ekranından önemsiz ve kasten ortaya bir şey atılsa, günlerce, haftalarca o konuşuluyordu. Bir gazetenin yalanı, milyonlarca insanı huzursuz edebiliyor, şiddet duygularını geliştirebiliyordu.

Her insanın algıları hep dış dünyaya açık olduğu için, kendi iç araştırmasını yapması kolay değildi. Bazı zamanlar yalnız kalmak bile işe yaramıyordu.
Kendi iç dünyamızda olup bitenlere bakabilseydik, suçlanacakları da böyle dışarılarda aramayı bırakabilirdik. Kusurlarımızı bilirdik ve böyle gergin değil, alçakgönüllü olurduk dedi adam.

Yıldızlara baktı. Bütün yıldızların da ona baktığını fark etti. Mahcubiyet içinde kaldı. Yalnız olduğunu sanarak yanılmıştı …

Yaşamda, kendimizi çok erken kaybedebiliriz. Sürüklenmemeliyiz. Kendimizi yakalayıp sormalıyız. Ben ne yapıyorum, nereye doğru gidiyorum ? Çünkü yaşam, her zaman beklediğimizden farklı olarak devam ediyor diye mırıldandı.
Yavaşça kalktı, gecenin verdiği özel giysileri giyerek, gecenin verdiği kalın ipleri tutarak evine gitti … Evindeki bütün pencereleri kontrol etti. Yemeğini ayakta yedi, çayını ayakta içti. Sonra da koltuğuna oturup güneşin gelmesini bekledi.

Yazan ve paylaşan : Şair Hüseyin Evcil
Yeni Mah. Mektep Cad. No 14
35900 Tire / İZMİR
Copyright
Tyrannos Literary Products - Tire

Kompozisyonun
izinsiz kopyalanıp çoğaltılması
yazıcıdan çıktısının alınması
mail olarak paylaşılması
amacı ne olursa olsun
internet sitelerine eklenmesi
Fikir ve Sanat Eserleri Yasası uyarınca suç kapsamına girer.

 
Toplam blog
: 56
: 334
Kayıt tarihi
: 12.06.07
 
 

İzninizle hayatıma dair satır başlarını aşağıda sunuyorum. Yolunuz düşerse günün birinde beklerim. ..