Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ağustos '10

 
Kategori
Öykü
 

Yolculuk

Yolculuk
 

Çıldır Gölü


Ekim ayının sonlarına doğru, yağmurların yerini soğuğa ve kar yağışına bırakacağı günlerdi. Tayinim çıkmıştı. O nedenle görev yaptığım şehirden yeni görev yerime doğru giden otobüsün içindeydim. Otobüsün hareket olanağını kısıtlayan koltuğunda saatler süren yorucu bir yolculuk ayaklarımın hissizleşmesine neden olmuştu.

Gündüz otobüsün geçtiği ve daha önce görmediğim yerleri cam kenarından seyretmiş zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştım. Gece karanlık bastırdığında etrafı görmek olanaksızdı. Uyumak için kendimi zorlayıp göz kapaklarımı uzun süre kapamama rağmen bir türlü uyku tutmuyordu. Kafamın içinde bin bir türlü düşünce akıp gidiyordu.

Yolcular kendi aralarında yüksek sesle konuşuyorlardı. Yanımda otuz otuz beş yaşlarında, burnu geniş ve yayvan, gözleri donuk, elmacık kemikleri çıkık, siyah kirli saçlı biri oturuyordu. Yolculuğumuz boyunca pek konuştuğumuz söylenemezdi. Nedense adamdan uzak durmam gerektiğini düşünmüştüm. Çünkü küstah bakışları ve alaycı bir konuşması vardı. İçilen sigara dumanından zehirlenmeden sabah saat altı sularında otobüs nihayet gideceğim yere yaklaşmıştı. Otobüs terminale girdiğinde derin bir oh çekmiştim. Ayak kokusundan ve duman altı olmaktan nihayet kurtuluyordum.

Şehrin yabancısıydım. Uykusuzdum, yorgundum. Yirmili yaşlarda bir delikanlı olan otobüs muavinine dinlenebileceğim iyi bir otel olup olmadığını sordum. Delikanlının yüzü sevimli, ince ve zayıf görünümlüydü. Sırtında ütüsüz bir gömlek, ayaklarında kalın pençeli ayakkabıları vardı. Siyah saçlı ve güler yüzlü biriydi. Gözleri kahverengi ve sabit bakışlıydı.

-Bakar mısın, size bir şey soracağım?

-Buyur abi, dedi.

-Otobüste uyuyamadım, yorgunum. Dinlenebileceğim bir otel biliyor musunuz, dedim.

-Hee abi.

Bir an duraksadım. Hay Allah, nasılda unutmuştum. Kendime kızdım içimden.

-Otel kalsın, sen öğretmenevinin yerini tarif edebilir misin bana dedim.

-Hee öğretmenevini biliyom!

-Yakın mı?

-Hee yakın, diyip gideceğim yeri tarif etmeye başladı.

-Teşekkür ederim.

Yazıhanenin az uzağında çay yazan yere doğru yürümeye başladım. Bitişiğinde poğaça satan yerden poğaça aldım. Poğaçalar dünden kalmaydı. Sertleşmişlerdi. Dişim kırılmaz inşallah diyip gazeteye sarılı poğaçalarla çay salonuna girdim. Otobüsten inen yolcuların bir kısmı ellerinde çay bardakları gezinerek çay içiyorlardı. Bir kısmı da masalara oturmuş ellerinde çay bardakları sabahın serinliğinde içlerini ısıtmanın telaşında idiler. İçerisi gürültülüydü. Birbirini pek de tanımayan insanlar koyu bir sohbete dalmışlardı. Boş bir sandalye bakındım. Az ilerde tahta bir sandalye vardı. Elime atınca ayakları ileri geri sallanmaya başladı. Bağlantı yerleri gevşemişti. Zamanın yıpratıcılığına dayanmaya çalışıyor gibiydi. Gülümsedim. İçimden umarım oturunca kırılmaz diye düşündüm.

Bir elimde sandalye diğer elimde poğaça ile masanın birine yanaştım. Masada oturanların dikkatini bile çekmemiştim. Herkes kendi derdinde idi. Çay tabağının kenarına konmuş şekerler her ne kadar yarıya kadar ıslanıp dağılmaya yüz tutmalarına rağmen, masaya oturunca gelen çaya sevindim. Şekerlere elimi uzatınca dağılıp gittiler. Çay ocağına gidip tekrar şeker alıp masaya geldim. Artık çayı büyük bir keyifle içebilirim diye düşündüm. Poğaçadan bir lokma ısırıp üzerinde bir yudum çay içtim. Çay poğaça gibi bayat olsa da içimi ısıtmıştı.

Masada oturanlar bir yandan çaylarını yudumluyor, diğer yandan birbirleri ile sohbet ediyorlardı. Kirli kırlaşmış sivri sakallı, tuhaf bakışlı, üzerinde renkleri solmaya yüz tutmuş kabanı olan iri yarı adam masada oturanları umursamadan kaba bir gülümsemeyle:

-Soğuk değil mi, diye sordu kabanına sarılarak.

Karşısındaki ilgileniyormuşçasına:

-Çok, diye cevapladı, aslında sabah ayazı insanı üşütüyor. Bizim buraların sabah ayazı insanın içine işler… Çoktandır unutmuşum.

Bir diğeri heyecanla:

-Bende, dedi. Memleketin havasına suyuna çoktandır hasret kaldık.

-Başka yerde mi çalışıyorsunuz?

-Evet, Antalya’da.

-Ehh! Sıcaktır oraları, bizim buraların havasına benzemez. Bende Marmaris’te çalışıyorum çoktandır.

Bir yandan karşısındaki adamın sorularına gülerek sabırla cevap veriyor, diğer yandan kendisinden bahsetmeyi ihmal etmiyordu. Memleketten ayrılalı epeyce olmuştu. Memleketten oğlu kundakta iken ayrılmışlardı, oğlu şimdi lisede okuyordu. Buraya da bir akrabasının cenazesi için gelmişti. Öbürgün tekrar Marmaris’e dönecekti. Çünkü geç kalırsa patron ona kızabilir belki de işinden olabilirdi. İşverenin sağı solu belli olmazdı, işine zamanında gitmeliydi. Zaten cenazeden sonra burada yapacak bir şeyi de yoktu.

-Sen Antalya’dan neden geldin, diye sordu karşısındakine.

Adam sırtını hafiften kamburlaştırmış, göğsü ile masaya sıkıca yanaşmıştı. Boyu uzun, yüzündeki kırışıklıklar derinleşmiş, başında iki tutam saç, sakallı, ütüsüz pantolonlu, sırtında eski bir kaban olan adam çayından bir yudum çekti. Ardından derin bir off çekip gözlerini çay salonunun uzak köşesine dikti ve ıslık sesine benzer bir ses tonuyla:

-Memleket hasreti, dedi sakalını sıvazlayarak. Bir de bu aralar işler durgun. Bende hazır işsizken memleketteki baba ocağını bir ziyaret etmek istedim. Sonra gözlerini yere eğdi. Sıkıntılı hali gözlerden kaçmıyordu. Gözlerinin etrafı morlaşmıştı. Adamın halinden işini kaybetmenin ve işsiz olmanın sıkıntısını kabul edememenin verdiği huzursuzluk vardı.

Konuşmalar karşısında sessizliğimi korumayı yeğlemiştim. Konuşmuyor sadece dinliyordum. Soğuk bir sabahtı, dışarıda hafif bir kırağı göze çarpıyordu. Güneş yavaş yavaş yükselirken, çay ocağını mesken tutmuş olanlar da birer ikişer dışarıya çıkmaya başladılar. Kimisi elinde valizle, kimisi de elleri ceplerinde hızlı adımlarla gidecekleri yere doğru aceleyle yürüyorlardı. Öğretmenevinin açılması için biraz daha zaman geçmesini bekledim. Bu arada güneş epey yükselmiş, bulutların arasından yüzünü göstermeye başlamıştı.

Sakin ama hızlı adımlarla otobüs muavininin tarif ettiği yolu takip ederek şehrin kalabalık olduğu yere geldim. Düşünceli, işlerine gitmeye acele eden insanlar, sabahın erken saatlerinde sokaklarda kalabalık oluşturuyordu. Yolda hızlı adımlarla işine gidenlerden öğretmenevinin yolunu soruyor, kısa, açık ve net cevaplar alıyordum. Kısa da olsa cevap vermekten kaçınanlar ve beni duymazlıktan gelenlerde yok değildi. Ben soruları sakin ve dostça soruyordum. Ancak demek ki kimileri sabah sabah kendisine soru sorulmasından ve yardım istenmesinden pek de hoşlanmıyordu. Gülüyordum bu durumda. Acaba diyordum bana da bir yabancı gideceği yeri sorsa ben aynı şekilde mi davranırdım. Cevabım ise daima hayır oluyordu.

Uykusuzluk gözkapaklarımı ağırlaştırmaya başlamıştı. Yorgunluğuma ayaklarımın ağrısı karışıyordu. Bir an önce öğretmenevine gidip odamda dinlenmeyi istiyordum. Tarif edilen yere doğru adımlarımı hızlandırdım. Az ilerde duvarları açık kahverengiye boyanmış, genişçe bir giriş kapısı olan, mermer merdivenli ve sıkı sıkıya kapalı perdeleri ile dört katlı, önünde arabaların park ettiği öğretmenevini gördüm. Sokağın diğer binalarının yer yer dökülmeye ve eskimeye yüz tutmuş sıvasına inat dış görünümü pırıl pırıldı. Belli ki boyanalı ya da yapılalı çok olmamıştı.

 
Toplam blog
: 210
: 910
Kayıt tarihi
: 04.05.08
 
 

Eğitimciyim. Bir insanın çağdaş bir gelecek için, aydınlanma için çok okuması gerektiğine inanıyo..