Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Mart '18

 
Kategori
Sinema
 

Yolda Kaybedenler Kulübü…

Yolda Kaybedenler Kulübü…
 

Neredeyse yarım asıra dayanmış hayatımda ilk defa bir filmi vizyona girdiği gün izledim.

Bu giriş filmin ne önemini açıklamaya yetiyordur sanırım.

Yakından tanıyanlar Kaybedenler Kulübü‘nde anlatılanlara ne kadar uzak bir kişi olduğumu ve yaşam sürdüğümü iyi bilirler.

Mühendis olmanın getirdiği mesleki altyapının yanında “Proje Yönetimi” üzerine çalışıyor oluşum zorunlu olarak beni düzenli, planlı, programlı, kurallarla çerçevelenmiş bir disipline bağlı bir kişilik haline getiriyor.

Çok zor biliyorum; eğer kişilik bölünmesi yaşamak istemiyorsanız “göründüğünüz gibi olmanız ya da olduğunuz gibi görünmeniz veya nasıl hayat sürüyorsanız buna uygun yaşamanız” gerekiriyor.

Gerçi kişilik bölünmesi dediğimiz şey ömür boyu sürüyor, belki de filmin merkezinde böyle bir olgu da var.

Belli disipline bağlı, düzenli bir hayat sürmenin getirdiği bir dizi avantaj var kuşkusuz.

Başladığın işi bitirebiliyorsun.

Geçtiğimiz Eylül ayında okuyucuya sunduğum Gamzeda romanı ile ilgili tarafıma gelen ilk soru; yazmak için nasıl zaman yarattığımdı.

Çağımız bize oyalanacak o kadar çok seçenek sunuyor ki değil bitirmeyi, neredeyse projelere başlamayı bile olanaksız hale getiriyor.

Kaybedenler Kulübü’ndeki ana karakterlerin hemen hepsi arafta duran kişilikler.

Günü yaşamak deyimi onları anlatıyor.

KK02

“Hadi Olimpos’a gidelim?” dediklerinde gerçekten Olimpos’a gidiyorlar. Bu yazıyı yazdığım sırada eyleme geçip geçmeme konusunda kararsız kaldım.

Serinin ilk filminde Kaan’ın ilişkisindeki ilk kırılım bu soruyla başlamıştı. Mimar sevgilisine bir gün telefon etmiş “hadi Olimpos’a gidelim” demiş ancak diğerinin işlerini bahane etmesi nedeniyle telefon öylece kapanmıştı.

“Yapılacak çok şey, yetiştirilmesi gereken bir proje vardı.”

Oysa Kaybedenler Kulübü üyeleri hiç bir işe başlamadığı gibi başladığına da bir türlü eli gitmeyen kişilerden oluşuyor.

1949484-728xauto

O kadar çok kadın tanımış ve beraber olmuşlar ki yaptıkları radyo programına gelen her telefonu “biz sizinle yatmış mıydık?” diye açıyorlar. Barda yanlarına gelen ve fazla samimi olmaya çalışan kadınları da “adın neydi senin?” diye uzaklaştırıyorlar.

Bilmeyenler için… Kaybedenler Kulübü yaptıkları radyo programının ismi; önceleri kimsenin dinlemediği, umursamadığı, işin doğrusu Kaan ve Mete’nin de sıkıldığı bir program. Ancak yavaş yavaş öyle içten, samimi sohbetler yapmaya başlarlar ki etraflarında geniş bir dinleyici kitlesi oluşur. İnsanları çeken şey sözlerin direkt, mesafesiz, art niyetsiz söylenmesidir.

KK01

Filmlerin en klasik repliklerindendir.

Gereksiz bir samimiyet içinde muhabbete dahil olmaya çalışan bir kadına Mete sorar:

“Adın neydi senin?”

“G.t!”

Kaan peşinden tamamlar:

“Çok Anglo Saxon bir isim, Nottingham’ın içinden misiniz?”

Samimiyet ile yapaylık arasındaki duygunun ayırt edilmesi çok önemli.

Uykun gelince uyursun, susadığında su içersin, acıktığında yemek; seks istediğinde de seks yaparsın. O kadar.

“Neden birlikte yatmıyoruz, sayın dinleyen?”

Yaşadıkları seks fazlasıyla mekanik, hissiz; ancak daha fazlasına da gerek yok zaten. Su içerken ne kadar duygulu olabiliyoruz ki?

Mete asla bağlanmıyor.

Eski sevgilisini hatırlıyor. Kaan hangisi diye soruyor; işte onu hatırlayamıyor!

KK03

Kaan arada sırada âşık oluyor ya da “tertiplidüzenli ve ne istediğini çok iyi bilen” bir kadın çıkıp ona fena halde çarpıyor.

Bu da yaşadığı hayatın diyalektiği oluyor.

Ortaya şöyle bir soru çıkıyor; gününü gün ederek yaşama felsefesinin içinde neden hep düzenli kadınları tercih ediyor, bu bir çelişki değil mi?

İşte bu aynı zamanda beni de çok yakından ilgilendiren bir soru!

Filmin bu kadar önemli hale gelmesinin nedenlerinden.

25 yıldır mühendis olarak çalışıyorum ve içimde hep bir yerlere kaçma duygusuyla yaşıyorum.

Peki bu anlamda tek miyim?

Düzenli hayat gerçekten kaçımızı mutlu ediyor? Düzen dediğimiz şey nedir ki?

Yaşadığımız hayat kime ait bir gerçeklik?

Aslında kimlerle birlikte olmak istiyoruz; ancak neye razı oluyor, yetiniyoruz?

Peki nereye gitme telaşı içindeyiz? Gideceğimiz, aradığımızı sandığımız yerden emin miyiz?

İçimizi kuşatan duygunun ne olduğunu anlayabiliyor, ayırt edebiliyor muyuz?

Yoksa sürükleniyor muyuz?

Son yıllarda içinde bulunduğum evlilik dahil olmak üzere neredeyse tüm ilişkilere karşı güven ve güvenlik duygumu yitirmiş ya da sınırına gelmiş durumdayım.

Hani “insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” diye öğretmişlerdi ya ilk gençlik yıllarında şimdi bakıyorum da insani olan hemen her şeyin bana yabancılaşmasının açmazını yaşıyorum.

Yaşıyoruz, diyemiyorum, bunu ‘genelleştirmeye‘ hakkım olmadığının da farkındayım; biliyorum ki yalnız değilim.

Yabancılaşma ister istemez yalnızlığa dönüşüyor.

Yalnızlık aslında doğru yaşandığında bir insanı çoğaltan, zenginleştiren, yaratıcılığını güçlendiren bir olgudur.

Oysa yabancılaşma ile birleştiğinde insanı çaresizleştiriyor; elini ayağını bağlayan bir duruma dönüşüyor.

KK04

Kaybedenler Kulübü fark ettirmeden içinize doğru işliyor ya da hissetiriyor bunu.

Bu kadar net ve vurucu olmasının bir nedeni de Mete ve Kaan karakterlerinin gerçek olması; bu bir film için yaratılmış bir öykü değil. Hem Kaybedenler Kulübü bir döneme damgasını vurmuş bir radyo programı hem de kahramanlarımız üç aşağı beş yukarı tam da bunları yaşayan birileri.

Yani aslında bu bir filmden çok daha fazlası…

Yolda geçen serinin bu bölümü bize önce tatili hatırlatıyor. Motorize iki arkadaş Olimpos’tan İstanbul’a geri dönüş yolculuklarını bir kaç gün ve durağa çıkarıyorlar.

Yolun hemen başında Kaan’ın motorunun arkasına dahil olan kadın da aslında yukarıda anlatmaya çalıştığım bize yakın bir karakter.

Kadının Kaan’ın hayatını yaşamasına imkan yok; ancak yaz aşkı kıvamında birazcık takılmaktan zarar gelmeyeceğini düşünüp, olaya dahil olan bir tip.

Zaten Kaan’ı da bir kere daha vuran da bu…

Nasıl beceriyorsa yine âşık oluyor.

Yol boyunca ilerleyen her saatte gerçekler bir kere daha kendisini gösteriyor.

Hem Kaan hem Mete yıllardır mücadele ettikleri gerçeklerle yüzleşiyorlar.

Yine kaybediyorlar…

Son sahnede dolu dolu küfür edip gülüyorlar.

Kimbilir belki de kaybetmiyor…

İlkini çok sevmiştim, ikincisinde yazmak isteyecek kadar düşündüm.

http://twitter.com/uzaygokerman

uzaygokerman@gmail.com

 
Toplam blog
: 2033
: 1268
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

"Keyif verici bir yalnızlık" olarak gördüğüm yazma serüvenimin en önemli merkezlerinden bir tanes..