Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Mart '07

 
Kategori
Alternatif Tatil
 

Yorgo Seferis ve Necati Cumalı' nın Urla' sı

Yorgo Seferis ve Necati Cumalı' nın Urla' sı
 

29 Şubat 1900’de burada doğan Yorgo Seferis, Urla iskelesinde, denize yakın sokaklardan birinde büyümüştü. Zamanının çoğunu iskelede, ağ ayıklayan balıkçıların arasında geçirir, onların ezbere okudukları destanları dinleyerek geçiren Seferis, şiirlerinde de belli olduğu gibi, şairliğinin ilk tohumlarını burada yeşertmişti.

Seferis’in ailesi, Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine Atina’ya göç etmiş. Urla’nın çocuğu Yorgo Seferis, 1963’te yalnız Yunan şiirine değil, Avrupa şiirine de yepyeni bir soluk getirdiği gerekçesiyle Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştı.

Ne demişti Osman Türkay’ın çevirdiği “Mistik Öykü”de:

"Hatırla seni öldüren hamamı" Aeschylus.
Ellerimde şu mermer kafa uyanıverdim
Dirseklerim kopuyor, gücüm tükendi
Nereye yapsam, nereye yakıştırsam onu bilmiyorum.
Bir düş içinde yükselirken ben
Bir düş içine düşüyordu o
Hayatımız birleşti, ayrılmak güç.

Gözlerine bakıyorum: Ne açık, ne de yumuk
Konuşmakta direnen o ağıza konuşmaktayım
Cildin ötesine geçen yanakları tutuyorum
Ama daha fazla takat kalmadı bende oy.

Ellerim yitmede ve geri gelmede bana
Her seferinde birazı kopuk.

Urla’dan çıkan tek şair Seferis değil elbette. Bir başka şair, yazar da Necati Cumalı... Cumalı, Seferis’in tersine bir göç yaşamış. 1921’de Yunanistan’ın Florina Kasabası’nda doğan şair, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ailesiyle birlikte Urla’ya gelmiş. Burada büyüyen, okuyan ve çalışan Cumalı, en güzel şiirlerinde ve romanlarında, Ege yöresi kasabalarını ve insanlarını anlatmıştır.

Ne demişti şiirlerinden birinde:

Bir köşesinde yüreğimin

Gider gelir Urla’nın denizleri

Kimin bu kıyıdaki ayak izleri

Bu kum zambakları kimin

Bir köşesi çayır, çimen

Yüzüne baksam esintilenir,

Analı, babalı bir evin

Uzanmış penceresinden

O kırlar, o kıyılarda ben,

Tohumlar, soğanlar ektim.

Şimdi sevgiyim büyüyen

Barış isteği, mutluluk isteğiyim.

İskele yakınında bu toprakların bağrından çıkan Yorgo Seferis’in, şu an otel olan evini gezdik. Bahçede bir başka şair Süreyya Berfe, gazete okuyordu.

Urla’nın iskelesi bir başka; küçük limanı, limanda bağlanmış rengarenk balıkçı kayıkları, ağ toplayan, onaran sessiz balıkçıları, onların başında bekleyen kedileri, taze balık sunan restoranları, masmavi denizin görüntüsü, denizden kopup gelen rüzgârın kokusu hep burada çünkü.

Biz geldiğimizde boş olan tüm lokantalar, öğleden sonra İzmir’den gelenlerle dolmuştu. Bu gelenlerin çoğnunun kent merkezinde gibi “havalı” giyinmesi arkadaşımla beni epey güldürdü. Ellerinde cep telefonları, üstlerinde her halinde belli olan pahalı kıyafetleriyle keyfe değil de podyuma gelmiş gibi duran insanımızı anlamanın mümkün olmadığını bir kez daha yaşadık.

Yeme-içme uzmanlarından Gürol Tolunay, bu sahili şöyle anlatmış: “İskele, Çeşmealtı ve İçmeler’de sonbaharın, yaz ile kış arasında geçen günlerinde, martıların çığlıkları arasında rakı içmenin tam zamanı ve keyfidir. Hele Çatalkaya’nın üzerinden sini gibi bir mehtap çıkıp da önce Kalabak sahillerine, sonra Karantina Adası ve nihayet limana uzanan altından bir yol yapmışsa ve siz de Cumhur Kaptan’ın denizci usulü yaptığı ahtapot güveç, yaprak sarma, sardalye ve sütlü balık eşliğinde rakı içiyorsanız... Afiyet olsun demek düşer bize...”

Mehmet Yaşın da, geçen haftaki yazısında Urla’ya değinmiş: “Eski Urla’dan tekrar sahile, iskeleye dönersek eğer... İskelede her sabah saat 10’daki balık mezatını izlemenizi, hatta dikkatinizi çeken balıklar için artırmaya katılmanızı öneririm. Nedim Atilla ve Nezih Öztüre’nin ‘Vourla’ adlı kitabında, bu mezatın Anadolu’yu Persler’den kurtaran Büyük İskender zamanından kalma bir gelenek olduğu öne sürülüyordu. Burada sadece, 8-10 metrelik küçük teknelerle, küçük ağ takımları, parakat ve oltayla tutulan balıklar satılıyordu.

Büyük balık tüccarlarının artırmaya girmesi yasaktı. Zaten mermerin üstüne kümelenen balıklar, onların dişlerinin kovuğunu bile doldurmazdı. Rengarenk plastik leğenlerde, küçük restoranlarda birkaç porsiyona, evlerde bir akşam ziyafetine yetecek kadar balık bulunuyordu. Biraz tekir, biraz barbun, 2-3 kilo istavrit, bir orta boy ahtapot, birkaç tane deniz çipurası, orta boy bir kırlangıç, bir leğen tirsi, bir leğen sardalye, 2-3 tane orta boy karagöz... Bu mezatı izlemek bile, yaşamınıza koyacağınız küçük bir artı olabilirdi.” [1]

Biz de teknede yaptığımız sohbette, denizci arkadaştan son yıllarda balık sayısının hızla arttığını öğrendik. Herkes geçmişi mumla arar halde... Bunun başlıca nedeni deniz kirliliği olmalı. Çamurlu bölgelerden, özel bir araç aracılığıyla deney tüplerine aldığımız örneklerin sonucu, bunu yakında bize de söyleyecek. Belki de böylece bu gidişatın bilimsel yönden önemli bir adım atmış olacağız ve Türkiye’ye, doğal hayata ufak da olsa bir katkımız olacak.

Belki Seferis’in dediği gibi biz de değiştireceğiz yaşamayı:

bir güvercin gibi ak
o gizli kıyıda
susadık öğle üzeri:
ama tuzluydu sular.

sarı kumların üstüne
adını yazdık onun,
ama bir rüzgâr esti denizden
ve silindi yazılar.

nasıl bir ruh, bir yürek,
nasıl bir istek ve tutkuyla
yaşadık: yanılmışız!
değiştirdik öyle yaşamayı.

 
Toplam blog
: 353
: 3712
Kayıt tarihi
: 28.02.07
 
 

"29 Temmuz 1980’de İstanbul’da doğdu. Celal Bayar Üniversitesi, İşletme mezunu. Şiir, deneme, öykü, ..