Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Mart '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Yorgunluk, kitaplar, çürümeyen cesetler vs...

Yorgunluk, kitaplar, çürümeyen cesetler vs...
 

Geçen hafta çok yoruldum. Sürekli ekrana bakmaktan gözlerim kan çanağına döndü. Hep aynı pozisyonda oturmaktan belim ve bacaklarım tutuldu. Vücudumun bazı bölgeleri sandalyeyle modifiye oldu. Zihin yorgunluğundan bilgisayar ekranına hiçbir şey anlamadan, düşünemeden, hiçbir tuşa basmadan dakikalarca bakmaya başladım. Az uyudum. Üstüne bir de hafta sonu çalışmak zorunda kalınca ne bir şey düşünecek ne de yazacak halim kaldı. Neyse yoğunluk bir nebze azaldı da tekrar merhaba deme fırsatı buldum.

Yoğunluk ve yorgunluk kitap gazete vs okumamı da engelledi. Oysa normal gündelik tempomda aynı anda üç kitap okumaya alışığım. Aslında bu alışkanlığımı yine devam ettirdim ama verim azaldı işte! Bu aralar işe gelip giderken Tûba Çandar’ın Murat Belge’yle gerçekleştirdiği söyleşilerden oluşan nehir - söyleşi kitabı, “Murat Belge Bir Hayat…”nı, yatarken Stephen King’in “Yazma Sanatı”nı, ikisinin arasında da Ephraim Kishon’un “Can Boğazdan Gelir”ini okuyorum. Murat Belge’nin bütün yazdıklarını ve onun üzerine yazılanları severim, fırsat buldukça da okurum. Belge, bence Türkiye’de pek de bol rastlanmayan “entelektüel”in cisimleşmiş halidir. Entelektüel, yayıncı, sosyalist, kaptan, aşçı, üniversite hocası, sivil toplum girişimcisi... Hayatta kimseye hayran olmadım. Yok böyle bir huyum. Yok imza almakmış, posterini asmakmış, sorgulamadan fikirlerini savunmakmış, yok idol olarak benimsemekmiş, bunlar bana göre şeyler değil. Çocuk ve gençken de olmadı, şimdi hiç olmaz. Ama bazı insanları yürekten ve fazlaca severim. Murat Belge onlardan biridir. Ha bir de Julia Roberts severim. Alakası yok ama severim işte, en çok da “muzu enlemesine yiyebildiği” (!) büyük ağzını.

Ephraim Kishon, “Can Boğazdan Gelir”de yemeğin aperitif, salata, ana yemek gibi aşamaları üzerine kurguladığı öykülerinde daha çok Yahudiliğin ruh halini anlatır. Usta bir mizah yazarıdır. Aziz Nesin’e benzeyen üslubuyla hikayelerinde kendi toplumunu ti’ye alır. Ama onların aklına Kishon’u yakmaya çalışmak gibi bir cinlik gelmemiştir. Bence kendi kendileriyle en çok ve acımasız biçimde dalga geçebilen toplum Yahudilerdir. Onların ceza kanununda bir 301. madde olmadığından mı acaba? Komedi dizisi Seinfeld’de, Woody Allen’ın filmlerinde, Philip Roth’un (“Portnoy’un Feryadı”) Ephraim Kishon’un hikâye ve romanlarında bol bol rastlanır Yahudilerin yine Yahudileri acımasızca hicvetme örneklerine.

Gerilim ve korku türündeki romanlarıyla tanınan Stephen King’in yazma serüvenini kaleme aldığı kitabı “Yazma Sanatı”nın henüz başlarındayım. İyi bir çalışmaya benziyor. Girişinde şöyle diyor King, “Yıllarca, odamın ortasında masif, meşe antika bir çalışma masasına sahip olmayı düşledim. 1981’de hayalimdeki masaya kavuştum ve onu evimin arka tarafındaki geniş, aydınlık çalışma odamın ortasına yerleştirdim. Ve tam altı yıl o masanın ardında hiçbir şey yapmadan sarhoş ya da kafam dumanlı oturdum..... Sonradan o dinazorun yarı büyüklüğünde el yapımı çok güzel bir masa aldım. Ve onu çalışma odamın en dip köşesine bir şemsiyenin altına yerleştirdim. Şimdi elli altı yaşında gözleri bozuk, bacağı sakat ve aklı başında bir adam olarak masanın başında şemsiyenin altında oturuyorum. Bildiğim işi yapıyorum. Çünkü bu işin nasıl yapılacağını biliyorum. Size başımdan geçenleri anlattım... Şimdi de elimden geldiğince yaptığım işi anlatacağım...” Anlatsın bakalım, belki biz de nasipleniriz tecrübelerinden.

Dünya her zamanki gibi... Ancak Derya Sazak’ın dünkü Milliyet’te yayınlanan röportajı çok dikkat çekiciydi. Prof. Barbaros Çetin’in Sazak’a söyledikleri sanırım herkesin biraz canını sıkmıştır. Mezarda çürümeyen cesetler, bozulan biyolojik ritm, doğum kontrol haplarının atık sularla denize karışması ve o hapların kalıntılarının balıkların cinsiyetini değiştirmesi, tamamen kuruyan su kaynakları, buzulların erimesi vs... Dünya adım adım çok büyük bir ekolojik felakete sürükleniyor. Bunu gündelik yaşamımızda bile gözlemleyebilmek mümkün artık. Mesela ben hayatım boyunca bu derecede sıcak ve yağışsız bir kışa tanık olmadım. Sanırım insan türünün dünyadaki son kuşağı biz olacağız.

Valla ben ve yaşıtlarım bu dünyada iyi kötü bir şeyler yaşadık da şimdiki çocukluklara acıyorum. Atalarımızdan en azından şimdikine göre fazla tahrip edilmemiş bir dünya devralmıştık ama biz çocuklarımıza kocaman bir çöl bırakacağız galiba.

Neyse yine de fazla karamsar olmayalım. Alnımıza yazılmışsa yapacak fazla bir şey yok. Sanırım insan türü olarak aptallığımızın ve açgözlülüğümüzün kurbanı olmak da alınyazımızın bir parçası...

Biliyorum, bölük pörçük bir yazı oldu, günlüğe yazar gibi. Ama zaten bir anlamda günlük de tutmuyor muyuz burada? Günlüklerimize iyi şeyler de yazabilme dileğiyle...

Foto: http://www.deviantart.com/deviation/51762284/

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..