Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Mart '08

 
Kategori
Güncel
 

Yormaktan yorulan hukuk I

Yormaktan yorulan hukuk I
 

Sınıf


Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın Ak Parti hakkında hazırladığı iddianamesindeki, kapatma istemine dayanak yaptığı iç ve dış hukuka ait değerlendirmelerini okudum.

Muhteviyatında, eleştirilecek ve sorgulanacak bazı noktalar buldum. Sonra kendi kendime, "Hepimiz insanız. Kim ve ne olursak olalım, her zaman çelişkiye düşebiliriz, " dedim..

Yalçınkaya iddianamesinde, Anayasa Mahkemesi 22.06.2001 tarih ve 2/2 sayılı kararıyla, siyasi partilerin kapatma davalarında, "Ceza Muhakemesi Yasası kurallarının" uygulanacağını belirtmiştir, diyor. Fakat kapatma davasının, "bir ceza davası, yaptırımının da, ceza hukuku kapsamında bir ceza olduğu anlamına" gelmediğini söylüyor.

Yargılamada hem, "Ceza Muhakemesi Yasası hükümleri uygulanacak, hem de bu yargılama, ceza hukuku kapsamında sayılmayacak. Kafam iyice karıştı. Bir parti kapatılıp, üyeleri siyasi yasaklı olunca, mükafatlandırılmış mı oluyorlar da bu, "ceza hukuku kapsamında bir ceza" olmuyor? Eğer mükafat davası diye bir şey varsa, bana bir kıyak yapabilirsiniz.

Acaba hukukun bir mantığı, bir işleyiş biçimi yok mudur? Parti kapatma madem ceza davası kapsamında değilse, niçin en yüksek yargı mercii böyle bir karar vermiştir?

Mahkemenin niye böyle bir karar verdiğini anlayamasak ta savcının amacını anlıyoruz.

Açıklamasında şöyle diyor: "Anayasa'nın 69., SPK'nın 101. ve 103. maddelerine göre, "Kapatmaya konu eylemlerin “sadece işlenmiş” olması yeterli olup, bu eylemlerin hükmen sabit olması koşulu da aranmamaktadır. Bu nedenle kapatmaya konu eylemler hakkında açılmış ve mahkumiyetle sonuçlanmış davaların bulunmaması sonuca etkili değildir. "

Evet ortada işlenmiş bir cürüm varsa, bunu delil saymak için mahkeme kararına gerek yoktur. Fakat kapatma davasına konu edilen kanuna aykırı eylemlerin, onlarca kez tekrarlanmasından sonra dava açılır diye, bir hukuk hükmü de yoktur.

Bir şahıs suç işlediğinde nasıl yakasına yapışılıyorsa, bir parti (üyesi) suç işlediğinde de aynı gün yakasına yapışılması gerekir. Dokunulmazlık mı var? Dokunulmazlıklar, müddei umuminin görevini yapmasına, yani parti veya mensupları hakkında dava açmasına engel değildir. Tıpkı şimdi olduğu gibi.

Savcı açtığı, tek tek suçlara karşılık gelen davalardan sonuç alamıyorsa, bütün suç delillerini birleştirerek, sonuç alıncaya kadar mahkemeye sunmaya devam eder. O zaman, kapatmaya delil olarak sunulan iddiaların da bir anlamı olur. Aynı zamanda böyle, dolambaçlı ve tenakuz içeren gerekçeler yazmak ta gerekmez.

Demek istediğim, bir eylem suç teşkil ediyorsa, meydana geldiği anda dava açılmalıdır. Aradan bilmem kaç yıl geçtikten sonra, "gel bakalım; sen 5 yıl önce şunu, 3 yıl önce de bunu demişsin, hadi içeri!" demek olmaz. Bu uygulamaya hukuk denmez. Delil biriktirme usülüyle açılan davalar, adalet ilkelerine uymaz. Suç işlendiği esnada sanıklar, suç delilleriyle birlikte yargıya teslim edilir. İçeri tıkmak için hırsızın, on-onbeş dükkan soyması beklenmez.

İddianemede, eylemden daha çok sözedildiği halde, sunulan delillerde söylemden öte bir şey bulunmuyor. İçinde bu kadar çok "laiklik" kelimesi geçen bir yazıyı ilk defa okuduğumu, söylemem yanlış olmaz. Bazı ifadelerin, eski cumhurbaşkanımız sn. Ahmet Necdet Sezer'in bayram mesajlarını hatırlatması da herhalde bir tesadüf olsa gerektir. Örnek mi istiyorsunuz? İşte:

"Dini kurallar Devlet yönetim ve prensiplerinden tamamen ayrılır ve kişilerin vicdanlarında yerini bulur."

"Laiklik ... İnsanı kul olmaktan çıkarıp birey yapan, bireye kişiliğini geliştirmesi için özgür düşünce olanaklarını veren, bu yolla siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din ve vicdan özgürlüğünü sağlayan ilkedir."

Beyanları, bir yandan eski cumhurbaşkanımızın bayram mesajlarıyla karşılaştırırken, bir yandan da bizdeki laikliğin bireylere, "özgür düşünce olanağı" verip vermediğini de düşünün! Eğer bir karara varamadıysanız, iddianameden bir cümle daha okumanız gerekiyor.

"Lâiklik, ... aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli olan uygar bir yaşam biçimidir."

Eğer laiklik, "çağdaş bir yönetim şekli" değil de "uygar bir yaşam biçimiyse, " aşağıdaki cümleler sorunludur.

"Demokratik ve lâik devlet, bireyler arasında inançlarına göre ayırım gözetemez. Herkes, dinini seçmekte, inançlarını açıklamakta, din ve vicdan özgürlüğü sınırları içerisinde serbesttir."

Laikliği, (din dışılığı) "yaşam biçimi" olarak alan bir rejim, bunun dışındaki hayat görüşlerine izin vermemekte haklıdır. Çünkü onlar, "laik yaşam biçimini" tehdit ederler ve bu nedenle ortadan kaldırılmaları gerekir. Ben, iddianamenin mantığından böyle bir sonuç çıkarıyorum.

Öyle ise devlet, uygar ve laik olmayan hayat anlayışlarına niçin izin vermiştir? Yahut, devletin izin verdiği bir konuda, savcı niye dava açmaktadır? Vallahi kafam karıştı. Burayı da bırakıyorm...

Demokratik devlet, inançlar arasında ayrım gözetmiyor, sınırlı da olsa bir inanç özgürlüğü veriyorsa, o zaman savcı ne diye uygarlığı, "laik yaşam biçimi" olarak tanımlıyor. Laik(din dışı) yaşam biçimini kabul etmeyenler neden uygar olamıyor? ...devamı yarın

Resim: www.hafif.org/imaj/catlakpusula/okul-sinif.jpg

 
Toplam blog
: 462
: 707
Kayıt tarihi
: 28.04.07
 
 

Emekliyim. Herkes gibi benim de bir dünya görüşüm var. İnsanların farklı fikir ve inançlara sahip..