Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Kasım '09

 
Kategori
Blog
 

Yorum yerine blog...

Yorum yerine blog...
 

gülümseyerek...:))


Bugün çok kararlıyım, üşenmiycem blog yazıcam....
Burası üşenmeyeceğim ve yazacağım olacak. Ama bilerek ve isteyerek yani taammüden böyle yapıyorum..:)) Hatta yazının devamındaki bu tür taammütler için şimdiden özür dilerim. Müsveddesini yazdığım word sayfası birazdan kırmızı alt çizgilerle dolup taşacak… Yazı içinde gülümseme işaretlerinden ve ondan önce döşendiğim üç noktalardan hatta 4, 5 noktalardan geçilmeyecek..:))
Çünkü yazdığım andaki ruh halim de sizlere yansısın istiyorum. Hayatı karşıladığım kadar telaşsız ve sahici hallerim, konuştuğum şekliyle yazıdan aksın, yazarken yüzümdeki sakin gülümseme gözünüze takılıversin istiyorum..:))
Bir önemli neden de şu ki; Sırf bu kusurları düzeltememek adına, üşengeçlikten yorum döşenmek yerine oturup blog yazmak istiyorum..:))
Konu ne derseniz; Valla konu çok da, neresinden tutup başlamalı bilmiyorum..:)) (aslında bilmediğim şeyleri yazmamalıymışım..!..:)) Ama burada da orada da yazdığım şey bilmediğim şey değil. Elbette bildiğimi yazacağım..:))

Önce uzun yorumlarımdan başlayayım. Hep böyle üçerli beşerli yorumlar yazıyorum hatta çok daha fazla sayıda olanlar da var Bu uzuuun yorumlarımı ciddiye alıp seven, önem verenler de var, gereksiz, boşa bulan da. Bana göre dolular ama boşa bulanlardan sayfalarını işgal ettiğim için özür dilerim şimdiden.

Bunlardan birini, (yok yine pardon:)) beşini Ümit Bey’e yazmıştım. Kendisine özel bir şey sanıp, hayrete düşmüş..:)) (Amanin oysa ben hep böyleyim..:)) Yazdıklarımı benzersiz bulmuş ayrıca. Ona gelen yorumlar içinde benimkilere benzeyen yokmuş. Neyi benzetemediği konusunu tam anlayamadım aslında..:))

Saymadım beşi bulan var mı ama yazılan yorumlar içinde dönüp dönüp yazanlar ya da uzatanlar vardı benden başka da. Her neyse, sonuçta o muhtemelen olumsuz anlamda söylemiştir de, yine de hoşuma gitti benzersiz olmak..:)) Belki de benden başka şarap lekesinin çıktığını bilen ve muhalefet eden yoktur…Kimbilir…?? ..:)) Ha bir de objektif bulmamış. Çok doğal olarak subjektif görüşüdür, normal buluyorum.

Blogda kılıçlar çekilip kan gövdeyi götürmeye başladığında bir noktadan sonra taraflar içimi acıtmaya başlıyor. Hangisini haklı bulduğuma bakmaksızın “bi durun” demek ihtiyacı hissediyorum. “Sana ne” riskini de göze alıp dalışa geçiyorum..:))

Bu şekilde müdahale ettiğim uzun yorumlardan bir kısmını da bir hanım efendi ve bir beyefendiye yazdım.Beyefendi olumlu yanıtlayıp en azından blog ortamında uzak duracağına söz verdi. Çok fazla takip edemedim ama sanırım sözünde de durdu. Hanımefendiyse kılıcını bilemeye devam edeceğini belirtti. E o da onun seçimi. Samimiyetle saygı duydum.

Bu tür durumlarda, her ne kadar müdahale ediyorsam da, sonuçta kimsenin seçimine karışmak değil derdim. Belki seçimleri bu değilse ve insanca bir taşma yüzünden durumun farkında değillerse ya da farkındalar ama dönemiyorlarsa, üçüncü bir elin belki bir faydası olur niyetiyle dalıyorum konuya. Olumlu ya da olumsuz sonuçlanması sorun değil. Onlar nasıl insanca taşıp birbirlerini kıyasıya incitmeye başlıyorlarsa, ben de aynı insanca duyguyla dalıyorum konuya..:)) Kimi daha haklı bulduğumu kendimde saklı tutatarak…

Kafanızı şişiren yorumlarımın çoğu da katılmadığım veya tamamen katılmadığım konularda oluyor. Bunlardan bir kısmını da Ahmet Bey’le Morlale Hanım’a yazdım. Çok olumlu karşılayıp beni ciddiye aldılar. Karşılıklı uzun uzun yorumlaştık, cevaplaştık. Birbirimize yaklaştığımız yerler de oldu, hiç yaklaşamadığımız yerler de… Ama birbirimizi kırmadık. Medenice bakış açılarımızı sunduk. Hatta o pencerelerden bakmaya bile çalıştık bence.
Uzun yorumlar yazmam vakit kaybı ya da zahmetli görünse de, ben blog yazma zahmetinden kaçmak için bunu yaptığımdan, asıl nedeni tam tersine tembellikten kaynaklanıyor.

Velhasıl şaka bir yana Ümit Bey haklı aslında. Bir konuda bu kadar çok söyleyeceğiniz varsa sayfa sayfa yorum döşenip, başkalarının sayfalarını işgal altına alacağınıza, oturup adam gibi ya da kadın gibi blog yazmalısınız. (Bayan gibi olanlardan sakınmak lazım yalnız, bayabilir..:))


Biz de konuyu artık özel olaylardan çıkarıp genel konumuza girecek olursak;
MB da üç konu sürekli gündeme gelip rahatsızlık yaratıyor. Birincisi hakaret, ikincisi tartışma adabı, üçüncüsü üslup konusu.

Hakaretin mazereti olur mu?
Hani Sezen Aksu da diyor ya; Sebebi var bahanesi yok diye. Hakaretin sebebi olur bazen ama mazereti olmaz.
Sebebi ne olur?
Bir şeye çığrından çıkacak kadar kızmışsınızdır
Duygusal ya da zayıf bir anınıza denk gelmiştir
Lafın nereye gideceğini ola ki hesaplayamamışsınızdır
Tahrik vardır
Ağır tahrik vardır
Hakaret vardır
Hatalar insanlar içindir.
E sonuçta insansınızdır, beşersiniz, şaşarsınız, taşarsınız, söylersiniz ya da yazarsınız.

Peki bunlar hakaret etmek için mazeret midir?

Yok vallah değüldür..:))

Hakaret görmüş bile olsanız, aynı hataya düşmeyebilir, beyefendiliğinizi ya da hanımefendiliğinizi bozmayabilir, o yaptıysa bana da yapma hakkı doğdu ucuzluğundan kurtulabilir, kendi tavrınız ve üslubunuzu korumaya devam edebilirsiniz. Sonuçta hakaret, söylemek istediklerinizi anlatacak bir yol değildir. Ya da tek yol değildir en azından.

E şimdi beşeriz, şaşarız, insanız ya… Diyelim ki, oldu da bir şekilde düştük bu hataya… Dünyanın sonu mu geldi?
Yooo..:)) Dünyanın sonu bunlarla gelseydi, kaçıncı sonu yaşıyor olurduk kim bilir?
E peki napcezz..?..:))
Hakaretin özrü olur mu?
Olur niye olmasın? Öyle blog terk etmelere falan da lüzum yok. Basit, insanca, samimi, sahici bir özür yeter de artar bile.

Adap, edep, Ahlak meseleleri

Biiir sürü lafın belini büktüm yukarıda ama aslında hakaretmiş, edepmiş âdapmış hepsi hikayedir zannımca arkadaşlar.
Önemli olan NİYETtir
Durun öyle hemen; Hoppalaaa demeyin..:))
Demek istediğim şey şu özetle, (artıkın bu çeneyle ne kadar özetleyebilirsem tabe..:))
Hani habire tartışma adabı tartışma adabı deyip duruyoruz ya…
Sorulacak doğru soru, Tartışma adabı falan değil… Neden hakaret ediyoruz, neden edebin adabın dışına çıkıyoruz, neden ahlaksız, belden aşağı yollara sapıyoruz, tartışmayı bilmiyoruz da değil..
Sorulacak doğru soru şu ki;
Biz neden yazıyoruz? Adabı edebi boşver biz neden tartışıyoruz? Hatta neden okuyoruz birbirimizin yazdıklarını? Neden yorumlar ve cevaplar döşeniyoruz bazen kısa bazen uzun uzun…
Eğer anahtar cevabımız kendimizi ifade etmek, ben de böyle düşünüyorum demek, benim tecrübelerime ve yaşadıklarıma göre işin böyle bir yanı da var demek, buradan böyle görünüyor, bir de benim penceremden bakın demek, sizin pencerenizden nasıl görünüyor diye sormak…
Kısacası kendimizde olanı aktarmak, aynı şekilde düşünmeyenlere kendi bakış açımızı anlatmak, bazen tecrübelerimizi ve yaşadığımız örnekleri işaret etmek, belki bazen biraz yaklaşmak, belki hiç yaklaşamamak ama bir de başka bakış açılarını sunmak, tanıtmak, tanımak, bütün pencerelerdeki, tecrübeleri, yaşanmışlıkları, görüntüleri öğrenmek, dedim ya en azından birbirimizin ne düşündüğünü, nasıl baktığını, nasıl değerlendirdiğini görmek kavramak, içinden katılacağımız yada öğreneceğimiz bir şey varsa çekip almak, başkalarına öğreteceğimiz bir çıkarımımız varsa sunmak, itirazımız varsa itiraz etmek…vb. için yazıyorum okuyorum ve tartışıyorum diyorsanız, bu soruya, tam da doğru yerdesiniz.

Burada anlatmak istediğim, ille de aynı fikirde, aynı dünya görüşünde olmak yada sonuçta yaklaşmak da değil. Sonuçta en küçük bir yaklaşım gösteremesek bile, her pencerenin görüntüsüne merakla ve empatiyle ama ille de tahammülle ve adaletle bakabilmektir.

Cevabınız buysa hakaretmiş, belden aşağı vuruşlarmış, ahlaktan, edepten adaptan uzak hallermiş… Bunlarla pek de işiniz olmaz zaten. Burada nasıl tartıştığımızdan çok neden tartıştığımızın bir önemi var. Nasıl tartıştığımız ikinci bir kademe ki; zaten oradaki üslubu da bu birinci kademe yani neden sorusu belirler.

Ama derdiniz yani nedeniniz;
Kavga çıkarıp rahatlamaksa, bakın ne de zeki, donanımlı, bilgili bir arkadaşım, lafı da gediğine böyle koyarım demekse, hedefiniz gündemde kalmak, sizin gibi düşünenler tarafından olumlanıp, kendinizi iyi hissetmek, sizin gibi düşünmeyenlere ne kadar hazır cevap ne kadar esprili, ne kadar ahlaklı olduğunuzu yada ne kadar ahlaksız demiyelim de ne kadar fütursuz olabileceğinizi göstermek, lafı ekleştirmek, lafı ortaya bırakıp kaçmak, olmayacak lafı söyleyip arkasında durmak, en son söyleyeceğinizi başta söyleyip, hatır gönül umrunuzda olmadan dolu dizgin gidip boşalmak ………vb. diye uzaaaar giderse ve deee bütün bunlardan bir çeşit psikolojik olumlanlama çıkarmak ya da kişiliğinizi ispat etmekseeee…

Aslında o zaman da hakarete çok fazla gerek yok. Oturur parlak zekanızın bütün kıvrımlarını kullanarak ve artık Allah ne verdiyse, bir tahrik bloğu döşenir, içinde hiç hakaret olmadan da, hakaretten ahlaksızlıktan edepsizlikten elde edebileceğinizin çok daha fazlasını elde edersiniz.

Buradan epeeeydir de yazmak istediğim üçüncü konuya gelmek istiyorum. Üslup konusu.

Güvenilir üyelik tartışmaları sırasında epeyce gündeme geldi sanırım. Ondan önce dernek, ondan önce yine hadise… Epey renkli üsluplara sahne oldu MB mahallesi.
Üslup konusunda genellemeler yapmayacağım. Tamamen kişisel bir durum. Herkesin kendine göre bir tarzı var. Çok da değişmez sanki sonradan müdahaleyle. Kişilik oluşurken insana yapışan bir şey bu.
Bu yüzden genelden çok kendi tarzım ve nedenleri konusunda bir şeyler söylemek isterim. “Bir şaşkın gülümseme” başlıklı bloğumun altına, bu konuda bir uyarı almıştım. Sen kendini sevmiyorsun, sevseydin bağırır çağırır küserdin ve hak eden kişinin cezasını verirdin diye..:)) Sağolsun yorumu yazan hanımefendi muhtemelen iyiliğimi düşünmüştür ama kişiliğimden falan da öte yaradılışım müsait değil galiba buna.

O blogda demiştim ki;
“49 yaşındayım. Ömrümün içinden geçmiş hiç kimseye bir kinim yok. İçtenlikle söylüyorum kalbim hiç kimseye kırık değil.(Buradaki kırık değil de biraz abartılı olmuş ya, neyse artık) Hayatımda hiç kimseyle küsmedim. Şu an itibarıyla da küs olduğum kimsecikler yok. Sadece ilişkimin dozunu ayarladıklarım var. Karşılaştığımızda sadece selamlaşacaklarım da var, sarılıp öpeceklerim de, sabaha kadar muhabbet etsem doymayacaklarım da.”

Sanırım buradan kimseleri kırmamak adına hakkını aramayan, mücadele etmeyen, başına her gelene razı olan biri tablosu anlaşılmış. Halbuki tam aksine bu konuda epey zalim bile bulurum kendimi..:))
Şaka bir yana buradan MB’daki üsluba ya da üslubuma gelecek olursak bir şeyin altını çizmek lazım.
Yaşarken ya da yazarken haksızlığa uğradığınızı düşündüğünüz konuda mücadele etmek, fikrinizi yada durumunuzu savunmak, söz konusu kişilerle ilişkilerinizi ayarlamak başka, haykırmak, kızmak, küsmek, cezasını vermek (tam da buraya gelmişken, yazıya kaptırıp unuttuğum gülümseme işaretlerinden birini koymalıyım..:)) lafı ortaya koymak, vurup kaçmak, son söyleyeceğini baştan söylemek başka..:)) Bunların hiçbirini yapmadan da söylemek istediniz her şeyi, söylemek istediğiniz kadar vurucu olarak ifade edebilirsiniz.

Word’ün 4. sayfasına gelmişim (o kadar da çok kırmızı alt çizgi yok üstelik..:)) Ne kadar uzattığımın farkındayım ama bir psikologdan dinlediğim çok hoş bir örnek vardı. Üslup ve üslubum konusunda ne demek istediğimi çok çok güzel anlatıyor. Kısaca onu yazıp kaçayım ben,
(Ya aslında gelin sizler benim uzuuun yorumlara razı olun yine de bence..:)) Bakın blog yazınca, sabredene 4 sayfa yazı okutuyorum. Bunun yanında üç beş satır yorumun lafı mı olur..:))
Efendim birkaç yıl önce psikolog ya da psikiatrist (hatırlamıyorum şimdi) bir hanımefendinin bir konuşmasına denk geldim televizyonda. Hanımefendi yaklaşık olarak şöyle diyordu;

Bir konuda bir rahatsızlığımız, itirazımız, kızgınlığımız, kırılmışlığımız varsa bunu karşımızdakilere mutlaka ifade etmeliyiz. Yani bu içimizdeki negatif duygu mutlaka çıkmalı. Aynı böbrek ifrazatımız gibi. İdrarımızı içimizde tutamayız. Mutlaka dışarı atmalıyız. Ama bakın bir bebeği düşünün çişi geldiği anda dışarı atar. Sonra çişini tuvalete yapmasını öğrenir. Yani büyüdükçe bunun bir yeri olduğunu öğrenir. Şimdi ben yetişkin bir insanım. Şu anda tuvalet ihtiyacım hasıl olsa, şu televizyon programının ortasında çişim geldi ben bir gideyim diyemem. Zamanını beklerim. Demek ki büyüdükçe bir yeri olduğunu, daha da büyüdükçe bir zamanı şekli şemali olduğunu öğreniyoruz. Bu ifrazat illa ki dışarı çıkacak ama yerinde zamanında, tuvalet kağıdı su sabun gibi medeni ihtiyaçlarınızı karşılayacak biçimde. Koku, hijyenik koşulları bozma, gibi etrafa zarar vermeden.

Kısacası yani kırıp dökmeden, hakaret etmeden, belden aşağıya vurmadan, son sözü baştan söylemeden… En medeni haliyle… Ne demiş atalarımız. Boğaz kırk düğüm. On kere yutkun, bir kere söyle. Ama söylediğin ne demek istediğini ne fazla ne eksik tam olarak ortaya koysun. En önemlisi de söylediğinin ağırlığı olsun. Delidir ne dese yeridir olmasın..:))

Ya aslında benim, şu “lafı ortaya koyup, alınma durumunu kişinin tercihine bırakma, hatta alınana da, sen niye alınıyorsun kardişim, ben ortaya söylemiştim deyip kişinin kendini savunma hakkını elinden alma, kısacası kaçak güreşme hallerine de epey diyeceklerim var amaaa…
Tamam tamam:)) Söz verdik, bitirecez artıkın psikiatristimizin hikayesiyle.. Kalan kısmısı da başka bi bloğa artık. Efenim artık 6 ay mı oluuur bir sene mi oluuur..:)) Tekrar başka bir blog da görüşmek üzere..:))

 
Toplam blog
: 54
: 1158
Kayıt tarihi
: 22.06.07
 
 

7 Ocak 1960... Hayatın öğrettiği herşeyi okumak ve yazmak için buradayım.....