Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Haziran '18

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Yosma – Osmanlı'da Kaldırım Serçesi 1 “Yarabbi Duy Sesimi, Yoruldum”

Yosma – Osmanlı'da Kaldırım Serçesi 1 “Yarabbi Duy Sesimi, Yoruldum”
 

Sesleri duyuyordu ama tam seçemiyordu. Kendinden konuşulduğunu anlamıştı. Erkek sesinin evin civan beyi olduğunu da anlamıştı. Diğer seste o gülen yüzlü kadına aitti.

“Evser Kalfa hiç mi kalkmadı?”

“Yok Bey oğlum, sen gittiğinde yanına gelmiştim. Sonra ağladı çok ağladı yavrucak, ardında da bayıldı.”

“Hay Allah ne yapacağımı da bilemedim. Bütün gün kendi kendimi yedim. Bir yerden kaçmış bu belli de nereden?”

“Bey oğlum aç biilaç yatıyor, kendine bir gelsin, iki kaşık çorba içsin anlatır derdini ailesi kimse buluruz, kızı teslim ederiz.”

Bu son duyduğu onun ayılmasına sebep olmuştu. Tek gözünü açabiliyordu sadece onlara baktı, yavaşça;

“Benim kimsem yok, kimseye haber vermeyin. İzin verin biraz daha toparlanayım, yemin ederim gideceğim. Size fazla yük olmam. Beyzadem kimseye haber vermeyin.”

Beyzade onun bu haline daha fazla dayanamadı dışarı çıktı. Evser Hatun sabahki yerine oturdu. Efruze kadın o kadının arka tarafında koltuğun üstünde üstünden çıkarılan elbisesini gördü. Elbise yıkanmış, temizlenmiş orada duruyordu. O elbise bu odada ne kadar temizlenirse temizlensin sırıtıyordu. O elbise buraya layık değildi. Elbisesine dikkatli baktığını gören kâhya kadın da elbiseye baktı, sonra soran gözlerle konuşmaya başladı.

“Kızım, kimsin, kimlerdensin? Seni arayan soran olmaz mı? Sonra başımız derde girer. Bey oğlumun ailesi öyle herhangi bir aile değil, söz olur laf olur, onunda canı sıkılır.”

Efruze, düzelmeye çalıştı.

“Anladım. Ben o zaman kalkayım giderim ben.”

“Dur kızım hemen git diyen yok sana. Bizim derdimiz seni arayanlar zabıta filan giderlerse iyi olmaz.”

“Onlar zabıta gidemezler.”

“Onlar dediğine göre bak birileri var kızım. Söyle neler oldu? Sen kimsin, bu halin ne?”

Anlatmaya karar verdiği anda vazgeçti. Kadının üstünde yere kadar uzun esvabı, başının bağlı olması, sustuğu zamanlarda bile içinden dua etmesinden anladığı bir fahişeyi evlerinde barındırmayacaklarıydı. Ne yapsındı? Bilemedi. Başka çaresi yoktu gitmesi gerekiyordu. Zaten onlara anlatsa onlar çoktan kapı önüne koyar yatak yorganlarını kırklarlardı. Kadına minnetle baktı.

“Sizden Allah razı olsun, bana baktınız. Beyefendi beni tabibe gösterdi.”

“Tabip yarın sabah yine gelecek kızım, giderken öyle demişti.”

“Sağ olun.”

“Sana bir tas çorba getireyim, bir şeyler ye kuvvetlen. Ondan sonra anlatırsın. Konuşmaya bile mecalin yok senin.”

Kadın dışarı giderken arkasından öylesine baktı. Ne kadar uzun zamandır böyle insanlar tanımamıştı. Onun tanıdığı Kuşe Vildan, Kör Yusuf, kendi gibi biçare fahişeler, yeni düşünler, kartta kaçıp dilendirilenler, temizlik işlerine bakan aklı gidip gelen Deli Hacer birde gittiği azgın erkekler. Kör Yusuf’un bulduğu erkeklerde bu beyzade gibi değiller ki. Nerede çapulcu, ipsiz, sapsız, hapisten yeni çıkmış, ayyaş, afyoncu varsa onlardı. Gittiği yerlerde bir iki yer evdi. Onun haricinde hisarların karanlık izbe yerlerine götürürlerdi onu. Bazen de kayıklarda işlerini bitirirlerdi. Surların sidik kokan dip taraflarına, karanlık dehlizlere götürürler, aç kalmış köpeğin ete saldırdığı gibi saldırırlardı. Her yerini morartana kadar, takatını bitirene kadar şehvetlerinin sonuna gelip bitap düştükleri hale gelinceye kadar onun üstüne çıkarlar işleri bitince de ondan tiksiniyormuş gibi, hemen toparlanıp gitmesini isterlerdi.

Çocukluğunun geçtiği kendi evlerinden sonra ilk defa böyle bir ev görmüştü. Bu insanlar farklıydı onlar temizdi. Tıpkı annesi, babası, ağabeyi gibi… Bunlar onun kim olduğunu bilmeyeceklerdi. Bu insanların da ona tiksinerek bakmasını istemiyordu. Kadın ona güzel kızım demişti. Kızım kelimesinin içinde nasıl büyük bir sevgi vardı. Kim bunun bu kadar kutsal olduğunu biliyordu? Kızım, ‘Ah bana kızım diyen annemden sonra bu kadın! Kendiyle konuşmak bile bu kadar yoruyorken düşündüğünü nasıl yapacaktı? Başka çaresi mi vardı? Mecburdu. Karar verdi bu gece gidecekti.

‘Bir tas çorbalarını içmeden gitmekmiş nasibim’ diye düşündü. Evser Hatun geldiğinde yine kendinde değilmiş gibi yapmıştı. Zavallı kadın saçlarını okşamış.

“Seni bu hale getiren vicdansızlar Allahlarından bulsunlar. Zavallı kızım. Ne kadar korkutmuşlar seni.”

Saçlarını okşamış, içeri giren bir başkasına;

“Sobayı sakın hafifletme” demişti.

Kalfa kadın yanındayken kendini ne kadar huzurlu ve güvende hissediyordu. Mümkün olsa kadın yanından hiç gitmese, mümkün olsa da o hep burada olsa. Hatta yataktan bile bir ömür çıkmazsa olurdu. Tek güvende olsun, canının yanmayacağını bilsin. Gitmesi gerekiyordu. Yatakta ne kadar yattı bilmiyordu. Bir ara kokusundan beyzadenin odaya girdiğini anlamıştı. Sonra yine dalmıştı.

Sıçrayarak uyandığında gitme vaktinin de geldiğini biliyordu.

Yavaşça kalktı ama ne kalkış! Ne başının ağrısı geçmişti ne de vücudundaki ağrılar. Uykudan uyandıran zaten iki kırık parmağının ağrısı olmuştu. Nasıl gidecekti, nasıl yürüyecekti? Zorlukla önce oturdu, bekledi. Ardından yavaşça kalktı. Duvara tutunarak ağır ağır kapının olduğu yere geldi. Kapıyı açtı küçük mumlar karanlığı biraz aydınlatıyordu. Yan taraftan yukarı doğru merdivenleri gördüğünde alt katta olduğunu anladı. Buna sevindi. Yukarıda olsaydı merdivenlerden inemezdi. Tutuna tutuna sokak kapısının olduğu yere kadar gitti. Büyük demir anahtar kapının arkasında takılı duruyordu. Yavaşça çevirdi. Çıkan sesten ürktü, bekledi başka ses olmamıştı. Duymamışlardı. Kilidi bir daha çevirdi. Kapı açıldı. Yavaşça dışarı çıktı, kapıyı oldukça yavaş kapattı.

Yaptıkları gücünü tüketmişti. Bir adım daha atacak hali yoktu. Buradan bahçeye inen birkaç basamak merdiven vardı. Biraz güç toplamak zorundaydı. Kapının önüne oturdu. Gözleri kararmıştı.

Kalbi niye bu kadar hızlı çarpıyordu ki, sanki çok mu yorulmuştu. Altı üstü yataktan buraya kadar gelmişti. Hava soğuk olması gerekirken sıcaktı, yağmurda yoktu. Hatta gökyüzünde yıldızlar bile vardı.

Geceyi aydınlatan ay bile orada duruyordu. Öylece yukarılara baktı. Öylece derin nefesler aldı.

Konağın kapısına çıkan merdivenlerin yan taraflarındaki tırabzana yaslanmıştı. Gözlerini kapattı. Dizlerini göğsüne çekti, başını dizlerine yasladı.

“Yarabbi duy sesimi, yoruldum.”

Gözlerinden yaşlar akıyordu. Yanaklarından süzülüyordu.

Ne kadar durdu orada ne kadar ağladı sonra hatırlamayacaktı. Hatırladığı orada olmaması gerektiğiydi. Kalktı. Zorlukla da olsa yürümeye başladı.

Yürüdü, bahçe kapısından geçerken, döndü konağa baktı.

“Allah sizi bağışlasın. Ne mutlu sizlere…”

Sokağa çıktığında üşüdü. İşte o zaman titremeye başladı. İşte o zaman yine korkmaya başladı. Durdu. Yol ayrımındaydı. Ya geri dönecekti, yâda gidecekti. Geri dönse ne olurdu. Bu haliyle kim onu kabul ederdi. Onu evlerine çalışan olarak bile almazlardı. Onu marazlı olarak bile görmezlerdi. Ondan iğrenirlerdi. Hem kâhya kadın ne demişti.

‘Bey önemli bir aileden geliyor.’ Kendi de bir ara önemli bir ailenin evladıydı. Annesi babası üstüne titrerlerdi. Ne kadar güzel günlerdi o günler.

Yürürken yavaş yürüyordu belki ama aklı hızlı çalışıyor, hatıralarını hızla gözlerinin önünde sergiliyordu. Annesini gördü sanki uzaktan ona yaklaşıyordu. Hatta ona sesleniyordu ama sesi gelmiyordu. Sonra onun arkasından babasını gördü. Ona ona işaret ediyordu.

“Gel kızım” diyordu.

“Gel.”

“Geleceğim bekleyin geleceğim. Ama bu şekilde değil. Böyle görmeyeceksiniz beni. Ben böyle gelmeyeceğim.”

 

./…

NAZAN ŞARA ŞATANA

 
Toplam blog
: 1731
: 4678
Kayıt tarihi
: 09.12.10
 
 

Turizmci; Genel müdür Yazar ; Romanlar, senaryolar müzikkaller... Sinema filmleri, TV filmleri.....