Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ocak '18

 
Kategori
Ben Bildiriyorum
 

Yosma / Osmanlı’da Kaldırım Serçesi

Yosma / Osmanlı’da Kaldırım Serçesi
 

Nazan Şara Şatana  
nazanss.blogspot.com

Efruze hazırlanmış ve aşağıya inmişti. Geç saatlere kadar kalmıştı ama gelecekler gelmemişlerdi. Belki de yanlış anlaşılmıştır yarın geleceklerdir düşüncesi içinde merdivenlere doğru yöneldiğinde kapı açılmış ve onu görmüştü. Yağmurda onu evine götüren beyzadeyi, tabip çağırtıp baktıran, tertemiz evinde, yatağında yatırtan beyefendiyi görmüştü. Karar vermesini sağlayan, gerekirse öleceğim ama böyle bir hayat yaşamayacağım demesine sebep olan asilzadeyi görmüştü. Öylece kalakaldı. Genç adam onu tanımamıştı. Başı ile selam verdi. Efruze onu ve yanındaki en az onun kadar yakışıklı diğer beyzadeyi karşıladı ve özel odaya buyur etti. Efruze titriyordu. Heyecandan bayılacak haldeydi. Elleri titriyordu. Sesi kısılmış gibi olmuştu. Zorlukla,

“Hoşgeldiniz beyzadeler” diyebilmişti.

Genç adam gözlerini kısarak ona bakmış, dudak bükmüştü. Dahasında hafifçe başı ile ‘Hoşbulduk’ dercesine işaret vermişti. Ne içmek isteyeceklerinden neler yiyeceklerine kadar sorması gerekirken Efruze hiçbir şey sormamıştı. Mişa, ne olduğunu anlamamıştı ama soruları kendinin soracağını anlamıştı. Rakı istemişlerdi, mezelerin getirilmesini de talep etmişlerdi. Çalışan kızlar büyük bir edep ve bir o kadarda kibarlık içinde sofraları kurmuşlar, ikramlarda bulunmuşlardı. Gencin yanındaki beyzade Efruze’den gözlerini bir an olsun ayırmıyordu.

“Hanımefendi sizde bize eşlik etmez misiniz? Size içki ikram etsek!”

“Sağ olun beyzadem, ben içki kullanmıyorum.”

“Nasıl hem böyle bir yer işletiyorsunuz, hem de içki kullanmıyor musunuz?”

“Evet, beyzadem.”

“Şaşırttınız beni. Bu dillere destan dans edende siz değilsiniz o zaman.”

“Haklısınız, ben değilim. Hemen söyleyelim sizin için Arap Gül dans etsin.”

“Ne dersiniz Şükrü Ziya Efendi, güzel olur değil mi?”

“Elbette Cemal Ali kardeşim, elbette…”

Efruze’nin bir şey söylemesine gerek yoktu. Oradakiler duymuşlardı. Müzisyenler çağrılacak, Arap Gül’e hazırlanması için haber verilecekti. Zaten Efruze’nin aklı oralarda değildi ki, Mişa, ona bir şeyler olduğunun farkındaydı. Bir çeşit onun yapacağı veya yaptıracağı işleri üstüne almıştı. Efruze içinden tekrarlıyordu. “Ne çok isim bulmuştum ona. Meğerse ismi Şükrü Ziya’ymış.”

Efruze nerede ise ağlayacaktı. Nedense onun böyle bir yere geleceğini hiç düşünmemişti. Evser Hatun, ‘beyzadem iyi bir ailedendir’ demişti ya iyi bir aileden olan buraya gelmez sanmıştı. Aslında burayı açmaya karar verdiğinde buranın bu kadar iyi olacağını, bu kadar önemli zatı muhteremlerin geleceklerini ummamıştı. Sadece eskilerden değil de daha iyilerden gelenler olsun istemişti. Bunda Mösyö Fabel’in büyük rolü vardı. O üst seviyelerde olanların bir kaçına söylemişti, onlarda kendi yakınlarına. Sonra buraya gelmişler, etrafa burayı anlata anlata bitirememişlerdi. O zamanda burası çarçabuk duyulmuş ve neticesinde de gelmez dediği gelmiş, olmaz dediği olmuştu.

Her geçen gün burası duyuluyor meraklılar buraya geliyorlardı. Gelenler buraya girmenin şartını şurtunu da bildiklerinden ona göre seçiliyor, ona göre de hareket ediliyordu. Sanki ecnebi yerlerdeki bir eğlence yeri gibi olmuştu. Burası yakında parmakla gösterilen tek yer olacaktı. Mişa gelen paralardan o kadar hoşnuttu ki, daha geçen akşam, yakında bu evin yanındaki evi de alırız ikisini birleştirir daha büyük bir yer yaparız, daha da çok kişi gelir demişti. İyi kazanıyorlardı. Çok para geliyordu. Parayı en çok beyler, beyzadeler bırakıyordu. Zaten buranın fiyatlarına parası olmayan yâda az olanın gücü yetmezdi. Bu dünya ne kadar tuhaftı. Fiyatı artırdıkça daha çok alakadar oluyordu gelenler. Daha çok para daha iyi ikram!

Soğuk dışarılar neden içeride gücünü gösteremiyordu?

Burası hangi ara bu kadar sıcak olmuştu?

Efruze onun yanı başında ayakta duruyordu. Cemal Ali Efendi,

“Hanımefendi istirham ediyorum, lütfen buyurunuz.”

Efruze onu duyduğu halde tepki vermiyor gibi öylece bakıyordu. Cemal Ali Efendi’nin sözlerine karşılık olarak gülümsemeyi bile çok görmüştü. Cemal Ali Efendi, arkadaşına dönmüş.

“Azizim bir de sen ricada bulun, belki hanımefendi seni kırmaz da masamızı şereflendirir.”

Şükrü Ziya, başını kaldırdı, Efruze’nin gözlerinin içine baktı. Eliyle oturacağı yeri işaret ettikten sonra,

“Buyurmaz mısınız?” dedi.

Efruze ikiletmemiş hemen oturmuştu. Tam yanına oturduğundan mı kendi kendine kuruntu yaptığından mıdır? Sanki onun kokusunu duyar gibi olmuştu. Sanki mis gibi lavanta kokan bu adamı çok uzun zamandır tanıyordu. Gözlerini bir an kapattı ve onun odaya girişini yatağının hemen yanında duruşunu ve bu kokuyu kokladığını hatırladı. Gözlerini Cemal Ali Efendi’nin sözleri ile açtı.

“Hanımefendi kendimi ecnebi bir ülkede sandım bir an içeri girdiğimde. Kamelyalının Evi şöyle böyle iyi diyorlardı ama az söylemişler.”

Döndü Şükrü Ziya’ya döndü,

“Azizim hatırlıyor musun, Paris’te de böyle bir yere gitmiştik.”

Şükrü Ziya’nın cevabını beklemeden Efruze’ye döndü.

“Size haksızlık yaparım eğer orası buradan iyi dersem.”

Efruze yine bir şey söylemedi hatta adamın bu güzel sözlerine karşılık ufacık bir gülümsemeyi bile çok gördü. Aklı karışıktı. Aklı eskileri tarıyordu. Aklı üşüdüğü, ağrılarının çok olduğu, içinin de en az dışı kadar ağrıdığı o anları hatırlatıyordu. Efruze utanmıştı. Belki de uzun yıllardır böyle bir hissinin olduğunu ya da hala kaldığını bilmiyordu. Şimdi bu adamın karşısında erimiş ve utanmıştı. Utanmak ve bir fahişe! Bu nasıl bir şeydi. O utanmayı yıllar önce terk etmişti oysa!

Arap Gül’ün şaklattı zillerini ve her yeri saran o şarki göbek havası konuşmaları bitirmişti. Karşılarındaki bu muhteşem kadın, bu inanılmaz prenses ortalığı yine yakıp yıkmıştı. İşte o zaman burası daha da ısınmıştı. Dayanılmaz bir hal almıştı. Efruze’nin nefesi kesildi. Eğer hemen nefeslenmezse öleceğini sandı ve hızla neredeyse koşarak oradan çıktı. Merdivenleri hızla ikişer, üçer atlayarak yukarı odasına çıktı ve pencereyi açtı. Ter içindeydi. Dışarıdan gelen temiz İstanbul kokusunu ciğerlerine uzun soluklarla çekti. Derin derin ve uzunca alınan soluklar onu biraz rahatlatmıştı. Sonra pencereyi kapattı, yatağının hemen ayakucuna koydurduğu İtalyan kanepesine oturdu ve gözlerini kapattı.

 

Nazan Şara Şatana

 

 
Toplam blog
: 1731
: 4678
Kayıt tarihi
: 09.12.10
 
 

Turizmci; Genel müdür Yazar ; Romanlar, senaryolar müzikkaller... Sinema filmleri, TV filmleri.....