Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Eylül '10

 
Kategori
Öykü
 

Yukarılar

Ben küçükken, mini miniyken yani tahminimce yaklaşık beş altı yaşlarındayken, televizyonun da içinde bulunduğu evimizin salonundaki vitrinin tepesine çıkmayı çok istediğimi hatırlarım. Oraya ulaşmayı ve oranın üstünde ne olduğunu görebilmeyi çok ama çok isterdim. Çünkü orada laciverte boyanmış, süslemeli, nakkaş kakmalı, bakırdan memleket hatırası bir semaverimiz vardı. Bu güzel semaver bir süs semaveriydi ve vitrinin en tepesinde siyah parıltısının üzerinde cır cır sarılarını göstererek beni kendine odaklatırdı. Belki de onlarca dakika bakardım ona. Ona bakmak ne güzeldi! "Acaba içinde ne vardı?" diye iç geçirirdim. İçindeki boşlukta mutlaka değerli ya da değersiz, önemli ya da önemsiz bir şey olmalıydı. Bunu öğrenebilmek nedense benim için önemliydi. Ondan önemlisi; ona dokunabilmeliydim. Onun gerçek dışılığı, acaba ne kadar gerçekti? Benim küçük halim pek düşünmezdi ki aslında o, zaten bildiği bir şey olabilirdi. Çizgifilmlerdekilere, masallardan kopup gelenlere has birşey çıkmayacaktı ne teninden ne de içinden. Onun değersiz bir teneke olduğunu anlaması sadece saniyeler sürecekti ama, ama gel sen bunu bir de o eski 'bana' anlat. Bana göre sanki orada gizemli bir semaver vardı. O bildiğim hayattan uzak, tavana komşu olarak yaşıyordu.

Merak duygusu o yaştaki çocuklarda hat safhada oluyor bende de olduğu gibi. Ben, her çocuğun aynı durumda yapabileceği gibi, vitrinin tepesine çıkartılmam için durmadan ağladığımı da hatırlıyorum. Ve beni genelde umursamadıklarını da...

Vitrinin orta katlarında camdan süs eşyaları vardı. Onlar bardaktı, tabaktı, kadehti ama kullanıldıklarını hatırlamıyorum, sadece süs gibi olduklarını hatırlıyorum. Sandalyeyi kullanarak onlara ulaştığımı, dokunduğu mu da hatırlamıyorum. Belki daha küçükken bu şekilde başarmışımdır ama hatırlamıyorum. Hatırlayabildiğim şey semavere ulaşmamdı. En tepede o vardı. Çok güzel görünüyordu.

Aradan belki çok çok az büyümüş olabileceğim kadar zaman geçmişti. Sandalye saldırılarım mütemadiyen tekrarlanıyordu. Bu saldırıların en önemli ayrıntısı; mümkün olabildiğince hızlı, kimseler görmeden gerçekleştirilmesi gerekliliğiydi. Bu, çok ama çok önemliydi. Eğer yakalanacak olursam istenmeyen bir patak yiyebilirdim. Çünkü bu konuda çok uyarılıyordum. Her sandalye yanaştırışımda yakalanıyordum. Ama bu yakalanışlarımda ya vitrine hiç tırmanamamış ya da vitrine henüz dokunmuş durumda oluyordum. Önceleri, daha hiç başlamamışken yakalanmaya çok kahırlanıyordum. Sonraları ise az emeğim ziyan olduğu için seviniyordum. Başlangıç kısımlarında uzmanlaştığımın, onları kanıksamışlığımın verimiydi bu düşüncem.

Tam ortalara kadar çıkabildiğimde yakalandığımı da hatırlıyorum. Ayağım bir kaç parça şeylere çarpıp düşürmüştü. Annem gürültüye koşup geldi ve oracıkta hakkımı aldım. Vazgeçmeyi hiç düşünmüyordum.

Oturduğum yerde elimdeki camdan geyiğe daha çok dokunmaya çalıştığımı ise şimdi bile çok iyi yaşıyorum. En üst raflardaki camdan geyik heykelinin içindeki baloncukların içinde olmak, cam dünyada yaşamak hayali belki Cennette verilebilecek birşeydi. Nasıl ele geçirdiğimi hatırlamıyorum ancak onu elerimdeykenki halini hatırlayabiliyorum.

Yine günlerden bir gün yeni bir sandalye saldırısıyla vitrinin eteklerindeydim. Onu yine yanlız yakalamıştım. Büyüklerin son kapı kapatışlarından sonra tek duyulan ses duvar saatinin tiktaklarıydı. (Nacizen?) gibi garip isimli mavi kadranlı, kocaman bakır kelebek şekilli bir saatti o. Onun da kadranına, yelkovanına, akrebine dokunmak isterdim. Çocuk işte!

Yavaşça benim iskeleyi yerleşitrdim. Sandalyeden sonraki süreç, resmen düz bir dağa tırmanmaktı. Düzlüğe baktım, çekmece kulpları girintiler, çıkıntılar, kapak kenarları... gördüğüm şey engebeli bir araziydi. Ancak ben vitrinin dış yüzeyi olan bu araziyi dikey değil, yatay görüyordum. Sandalyenin üstüne çıktım. Yolu yarıladım sayılır o an. Oraya ulaşmamın bedelini çok kolay ödeyebileceğimi düşündüm. Son bir sert basışla onu terkettim. Hızlı hamlelerimi hatırlamıyorum. Bir an durdum. Dizimin hizasında televizyon vardı artık. Ellerimle omuz hizamdaki çıkıntılardan tutmuştum. Birbirlerinden uzaktaydılar. Bu halimle vitrinin birazını küçücük kucağımla kucaklamış oluyordum. Ayaklarımın şanslı parmakları aşağılarda kendilerini sıkıştırabilecek yatay hatlar bulabilmişlerdi. Acıdıklarını hatırlıyorum.

Kafamı çevrilmesi kolay olan yönde çevirebildiğimde, salonun bildiğimden farklı, manzaralı bir hali olduğunu gördüm. Koltuklar ve halı yukarıdan bakınca farklılardı. Daha önce hiç görmediğim şekildeydiler işte. "12 çiçekli kareli" halı bir bütün resimdi. Uzaklardaki perdeler, dönemin perdeleri, yani turuncu naylon kumaşa kırmızı çiçekli perdelerin nihayeti bile artık benle denk yükseklikteydiler...Başımı biraz daha aşağıya zorlayabildiğimde sandalyeyi gördüm. Tam altımda, hala bıraktığım yerdeydi.

Başımı tekrar yukarı kaldırdım. Bunu yaparken dudaklarım ahşapa değdi. Bu ahşap vitrinin kocaman çiçek desenli oymaları vardı her yerinde. Onlar korkutucuydular. Sanki beni yiyebilecek kadar büyüklerdi...Elimi, vitrinin tepe sakındırağını sıkıca tutabilmek için yukarı doğru uzattım. Tam o sırada uzak odalardan kapı açma-kapama ve ayak sesleri duydum. Yakalanacaktım! Şaşkınlığı atlatıp görebilmeye tekrar devam ettim. Vitrin boyunca uzayıp giden sakındırağın semaverin önündeki kısmını ve semaveri görüyordum. Artık sakındırağı tutuyordum. Tozlu olmalıydı, toz güzelleştirici birşeydi ama zaman benim için daralıyordu. Tek yapmam gereken diğer elimle ona uzanmak, onu tutmak ve almaktı. Alınca çıktığımdan çok daha hızlı birşekilde aşağı inecektim. Atım nasıl olsa beni bekliyordu...Bunları çok hızlı düşünmüş olmalıyım. Seslerin uzaklaştığını duydum. Bu çok iyiydi. Çok sevinmiştim. Şimdi düşünüyorum da; hayatımdaki en mutlu olduğum on an içerisine girebilecek bir andı o an. Ayak seslerinin tekrar uzaklaştığı an.

Semaverin önce gövdesine dokundum. Her boyalı metal gibi kuru ve kaygandı. Bakırın ne olduğunu gerçek anlamda o zaman öğrenmiş olduğumu söyleyebilirim. Dengemi kaybetmekten az biraz korkuyordum. Ama emindim; sakındıraktan sıkı tutuyordum ve beni düşürtmeyecekti. Bundan iyice emin olduktan sonra semaverdeki elimle hizamdaki bir yerden tuttum. Ayaklarımı sırayla kurtarıp uygun yerlere sokmuşumdur heralde. Böylece ilk konumumdan daha yüksekteydim.

İsteyerek beklenen 'an'ın bu olduğuna inanamayış ve onun gerçekten oluşu hayatımın büyük mutluluklarından ilki olmalı galiba. Sevimli demliğini tepesinden alışımın semaverin ve çatısının zeminine koyuşumun vitrinin, bende yaşattığı mutluluk duygusunu unutabilmem mümkün değil. Çünkü 'mutluluk' duygusunu yaşadığım bir olaya ilk defa yakıştırmıştım. Zannedersem hayatımın geri kalan kısmında yaşadıklarımı buna benzeyip benzememesine göre mutluluk olarak nitelendirdim.

Mutluluk azalıp artar mı? Hala bilmiyorum. Şimdi düşünüyorum da; o demliğin kapağını açıp içinde gördüklerim mutluluğumu arttırdı mı? Galiba hayır. Mutluluğumu sabit kıldı içinden çıkan eski madeni paralar. Yetmişli yıllara ve seksenlerin başına ait madeni paralar. Demliğin içinden itinayla küçük elimi sokarak aldım bir tanesini.

Parlak, ağır, gümüşi iki buçuk liraya bakıyorum hayretle de; en sonunda bir anlama varabilmek ne güzel! Her yolun bilinmez ve tükenmez bir sonu olması ne güzel. Ben de orda yaşamalıydım, o yeni ve bilinmez parlaklık vadeden hedefte yaşamalıydım. Bir istek, bir dilek; yoluna uygun, direkt olarak hedefine varmalı ve onunla bütünleşmeliydi. Oraya varıldı mı tutunup sabit kalınmalıydı...

Geçmişe bu şekilde bir yolculuk yapmama bir basketbol maçının sebep olduğunu söylemek zor. Ama yazmak kolay. A milli takım ile ABD milli takımı basketbol karşılaşması oldu yakın zaman önce. Yani on iki dev adam ABD devlerine karşı. Anlattıklarına göre o devlerin potaları bile normal insanlarınkinden santimetrelerce yüksekteymiş. Bu devlere meydan okudular. Basketbolca konuşan devlere...

Ve peşinden futbol milli takımı geldi aklıma. O da iyi tırmanmıştı bir zamanlar.

Hangisi daha yüksekteydi peki? Aslında hangisinin olduğunun bir önemi yok ve parıldamalarının da. Hangisi olursa olsun ve ne kadar yüksekte olursa olsun o şeyin kendini kurtaramayacağı tek şey bir hedef, daha da kutsalı; yola anlam veren bir sebep ve bir sonuç, olmak olacaktır. Dilerim hiç tükenmez...

 
Toplam blog
: 36
: 1054
Kayıt tarihi
: 26.08.10
 
 

1983 Ankara doğumlu olan yazar, evli ve bir çocuk babasıdır. ..