Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Aralık '13

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Yunanistan - 2: Atina

Yunanistan - 2: Atina
 

Kemal Yalçın'ın yazdığı Emanet Çeyiz isimli kitapta beni en çok etkileyen öykülerden biri de, Kayseri'den Yunanistan'a mübadele ile gelen Lazaro'nun hikayesiydi. Kızı, gelip Kayseri'de bulmuş evlerini, bahçesinden toprak götürmüş Yunanistan'a. Babası toprağı yastığının içine koymuş ve bir ömür o yastığın üzerinde uyumuş yalnızca.

Aklımda hep bunlar dolaşıyor, kulağımda bir yandan hala Haris Alexiou... Atina yolundayız, neredeyse konuştuğum herkesin, "orada hiçbir şey yok ki..." dediği şehire gidiyoruz. Oysa ki, çok şey var bu ülkede benim için ve bazen insanları anlamıyorum.

Kalambaka'dan 4.5 saatlik bir yolculuğun ardından iniyoruz Atina'ya. Metroya binip gidiyoruz Monastraki'ye. Plaka'da bulunan "Acropolis House" isimli otelde kalacağız, kişi başı 30 Euro kahvaltı dahil fiyat... Otelleri araştırırken, Atina'da biraz hovardalık yaptım da, azıcık pahalı bir otel ayırttım. Ödediğimize bence değmedi, otel çok güzel olmakla birlikte oda, fakat odadan ziyade banyosu fazla küçüktü.

Otele giderken ilk kez krizin etkilerini hissetmeye başlıyoruz, duvar yazıları başlıyor, bunlardan biri İngilizce yazılmış, özetle, "iyi bir maaş ve vergisiz yaşam avantajlarıyla, hiçbir özelliğe sahip olmasına gerek olmayan" birini arıyorlar Yunanistan Başbakanı olarak, ölü ya da diri...

Otelimizin konumunun da avantajını kullanarak, yerleşip biraz dinlendikten sonra, Plaka sokaklarını turlamaya çıkıyoruz. Biraz Kemeraltı sokaklarını andırıyor, yayalara ayrılmış caddeler ve boydan boya hediyelik eşya dükkanları...

İlk dikkatimizi çeken, aslında bu kadar birbirimize benziyoruz dememize rağmen, satış alanlarında çığırtkanlığın olmaması. Ayrıca, bir dükkana girdiğinizde de size zaman tanıyor, başınıza ekşimiyorlar. "Kriz sebebiyle kibarlaşmak zorunda kaldılar..." diyorlar aslında, eskiden böyle değilmiş. Her ne olursa olsun, rahatça gezebilmek güzel.

Plaka sokaklarını arşınlayarak Syntagma Meydanı'na gidiyoruz. Meydanda bir afiş dikkatimizi çekiyor, sonradan öğreniyoruz ki Yunanistan'da "Süleyman" adıyla gösterilen ve halen çok popüler olan Muhteşem Yüzyıl'ın bir parodisinin ilanı... Birkaç gün sonra buluştuğum Alex'in deyimiyle, "ucuz bir parodi" bu.

Türk dizileri Yunanistan'da halen epey popüler. Kanal gezerken bile otellerimizde kaç kez rastladık dizilere, Türkçe ve Yunanca altyazılı olarak yayınlanıyor diziler. Üstelik öyle takip ediyorlar ki, Hürrem'in tükenmişlik sendromundan bile haberdarlar.

Parlamento önünde bulunan Meçhul Asker Anıtı'nda nöbet değişim merasimini seyredeceğiz. Bu anıt, Yunanistan'ın tüm savaşlarında hayatını kaybetmiş isimsiz askerlere adanmış. İstediğiniz askerle fotoğraf da çekilebiliyorsunuz, fakat fotoğraf çekilirken eğer uygun düşmeyen hareketlerde bulunursanız askerler tüfeklerini sert bir şekilde yere vuruyorlar ve orada onları gözetlemekle yükümlü olan asker gelip fotoğrafı sildiriyor. Fakat bu durum da artık anlamlı olmaktan çok turistik hale gelmiş ki, nöbet tutan askerler dışında herkes dalga geçme halinde... Askerlerin nöbet değişim merasimlerindeki yürüyüşleri de zeybek'i andırıyor.

Zaten Atina'ya geç vardığımızdan, bu nöbet değişiminin ardından hava artık kararıyor ve biz de yemeğin yolunu tutuyoruz. İlk gün için adresimiz Paradosiako... (Voulis 44).

Ömrüm boyunca her gün kalamar yesem, "bugün de mi kalamar" diye sormam herhalde. Üstelik bu kez daha önce yemediğim tarzda hazırlanmış bir kalamar geliyor, kızartma değil... Lezzeti yerinde. Restauranttaki garson da çok güleryüzlü. Bir sokakta, yol kenarında bir yer, ama tavsiye ederim. Fiyatları da uygun, annemlerle birlikte yediğimiz yemekler şöyleydi: Kalamar, köfte, bir bira, bir şarap, barbun, Yunan salatası... (44.20 Euro).

Yemekten sonra, Monastraki'ye gidip biraz oyalanıyor, etrafı seyredip odamıza dönüyoruz.

Ertesi sabah kahvaltının ardından otelden çıkıyoruz, istikamet Akropolis. Yolumuz Anafiotaki'den geçecek. Bu mahalle, Anafi adasından Atina'ya gelip yerleşenlerin kurduğu bir mahalle ve aynen bir ada atmosferini, Atina'da yaratmışlar.

Daracık merdivenli sokaklar, rengarenk panjurlu (çoğunlukla mavi tabii) evler, beyaz boyalı duvarlar... Bu mahalleden geçerek, çok güzel bir atmosfer eşliğinde varabilirsiniz Akropolis'in ana giriş kapısına...

Akropolis'in güney tarafından girişleri de var, fakat ana giriş kapısı ayrı. Buradan aldığınız biletle (12 Euro), altı yere giriş hakkınız oluyor. (Akropolis, Keramikos, Antik Agora, Roman Agorası, Zeus Tapınağı ve Dionysos Tiyatrosu, üstelik hepsine aynı gün girmek zorunda da değilsiniz ki yapmanız buraların açılış kapanış saatleri sebebiyle zaten zor. Ayrıca Akropolis'in ana girişinde su satışı yok, garip ama bulamadık. Siz de önleminizi buna göre alırsanız iyi olacaktır.

Akropolis'in tarihi ve önemi çok kereler anlatılmıştır, ben tekrarlamayacağım o yüzden.

Akropolis sizin şehri seyretmenize de izin veriyor. Aslında bize sunulan Atina fotoğraflarındaki gibi, şehri tepeden seyredip, her noktadan tüm heybetiyle görülebilen bir yer değil burası, özellikle tarihi şehir kısmında çoğunlukla kısmen gösteriyor size kendisini... Ancak yanına kadar gidince anlayabiliyorsunuz ne kadar önemli ve heybetli bir yer olduğunu. Ayrıca burada uzun yıllardır süren restorasyon çalışmaları halen bitmiş durumda değil. Restorasyonun hangi aşamalardan geçtiğini ve neler yapıldığını da yine alana koydukları tabelalarla ziyaretçilere anlatıyorlar.

Atina'ya yukarıdan bakınca, karşınızda bir betondan şehir var, fakat her yerinden tarih fışkırıyor. Yunanlar da eserlerini kaptırmış, kaçırılmasına göz yummuşlar, gezdiğiniz müzelerde orijinal eserin hangi ülkede sergilendiğini de yazıyorlar yer yer. AslındaYunanistan'ın da yaşadıklarını düşününce, onların da bir rahat nefes aldıkları söylenemez. 2. Dünya Savaşı yılları, ardından gelen iç savaş... Şimdi yeterli önemi gösteriyorlar gibi görünüyor, en azından bir bilinçlenme var.

Akropolis'ten ayrılıp, Yeni Akropolis Müzesi'ne doğru yola koyuluyoruz. 2009 yılında açılan bu müzenin yapımı esnasında da birçok tarihi buluntuya rastlanmış. Çanak çömlek dememişler, araştırmaya devam ediyorlar. Üstelik bu çalışmalar sizin gözünüzün önünde gerçekleşiyor. Kapıda da bir tabela var: "Önümüzdeki beş yıl içerisinde, bu tarihin üzerinden yürüyerek müzeye gireceksiniz...

Bu müzeye giriş 5 Euro. Oldukça iyi hazırlanmış, epey vaktinizi harcayabileceğiniz bir müze burası. İçeride ayrıca çocuklara yönelik tanıtımlar ve çalışmalar da yürütülüyor, böylece çocukların da tarihleriyle bütünleşmeleri hedefleniyor, çalışmanın başlığı da rengarenk harflerle yazılmış: "Akropolis Müzesi'nde Bir Gün."

Müzeyi gezdikten sonra ise müzenin restaurantında öğlen yemeğinizi yiyebilirsiniz, fiyatlar yine uygun...

Müze gezisinin ardından günün Hadrian Kemeri ve Zeus Tapınağı'na gidiyoruz.

Bu kemerin bir tarafında "burası Atina, Theseus'un antik şehri..." yazıyorken, diğer tarafında, "Burası Hadrian'ın şehri, Theseus'un değil..." yazmakta. Şehri ayıran bir nokta yani bu kemer aynı zamanda.

Zeus Tapınağı ile yan yanalar, dolayısıyla birlikte ziyaret edebilirsiniz.

700 yıldan fazla sürmüş buranın yapımı ve en nihayetinde Hadrian tarafından tamamlanmış. Burayı gezdikten sonra, yolunuz çok da uzak olmayan eski olimpiyat stadına düşebilir...

Her ne kadar Lonely Planet rehberinde ücretsiz olduğu yazsa da, Samsung tarafından yeniden düzenlenmiş bustadyuma giriş şu anda 3 Euro ve bu fiyata ücretsiz verilen bir sesli rehber de dahil.

M.Ö. 4. yüzyılda ilk kez yapılan bu stad, yüzyıllar boyu kullanılmadan yattıktan sonra 1895 yılında restore edilerek, daha doğrusu yeniden inşaa edilerek,dünyanın ilk modern olimpiyatlarına ev sahipliği yapıyorve 1995'te bunu tekrarlıyor. Bugün halen konserler gibi etkinliklere ev sahipliği yapıyor. Müze dahilinde eski olimpiyatların afişleri ve meşalelerinin yanı sıra, stadın bölümleri de tanıtılıyor.

Stad gezisinin sonunda annemlerle ayrılıyorum, onlar otellerine dönüyorlar, ben ise öncelikle Syntagma'daki Public Store'a gidiyorum. Buradaki cdler bana çeşit olarak az, fiyat olarak fazla geliyorlar ve oteldeki resepsiyonistin bana tarif ettiği müzik markete yürüyorum. Yaklaşık yarım saat dolaşıyorum müzik markette ve nihayetinde 4 adet Haris Alexiou cd'si alıp çıkıyorum. Bir zamanlar bu cd'ler Türkiye'de de satıştaydı, fakat her ne olduysa oldu, daha ben toparlamaya başlayamadan piyasadan yok oldular.

Elimde cd'lerle Atina Bit Pazarı'na gidiyorum. Burasıaslında Plaka'nın devamında, Monastraki meydanından girilen bir yer. Fakat plaka caddelerinderastlamayacağınız kadar çok Çin malı kalitesiz ürünlere, düzensiz yerleşime burada rastlayabiliyorsunuz.

Bugün akşam yemeği için adresimiz "Tzatzikis and Mezedhes" isimli taverna...

Öncelikle yemekten önce birer kadeh uzo ikram ediyorlar. Biz o esnada siparişimizi veriyoruz: Cyclad Salata, sardalya, biftek fleto, Maggie'nin dilimleri, patlıcan milföy ve Mythos biralar... (49 Euro).

Akşam için planımız ise Likabetus Tepesi'ne tırmanmak. Buraya funiküler ile tırmanıyorsunuz ve funiküler noktasına ya arabayla, ya da taksiyle gitmek durumundasınız. Syntagma Meydanı'ndan buraya taksimetre ortalama 6 Euro civarında tutuyor, yine deanlaşmadan binmemenizi tavsiye ederim, Atina'da taksiciler birazcık turistlerden fazla para almayı seviyorlar. Biz dönerken aynı mesafeyi 14 Euro yazan bir taksimetre ile döndük nasıl olduğunu anlamadığımız bir şekilde...

Funiküler ise gidiş dönüş 7 Euro tutarında tırmandırıyor sizi. Harika bir şehir ve Akropolis manzarası bekliyor sizi bu tepede... Hazır çıkmışken yemek de yeriz diye düşünmeyin, fiyatlar uçuk durumda.

Ertesi gün... Annemler artık biraz yoruldular, dinlenmek istiyorlar ve ayrıca annem Plaka'dan azıcık alışveriş yapmak niyetinde. Ben biraz yalnız gezeceğim...

Hava biraz kapalı, şemsiyemi alsam mı diye düşünüp hava durumunu kontrol ediyorum, saatlik tahminlerde yağmur gözükmüyor. Şemsiye almamaya karar veriyorum, ilk hedefim Antik Agora.

Attalos Stoa'sına giriyorum ilk olarak ve burada bulunan müzeyi geziyorum. Yağmur başlamış...

Yine de çıkıyorum, Hephaestus Tapınağı'na gideceğim yine Agora'da bulunan, oraya sığınırım diye düşünüyorum. Yağmur şiddetini gitgide arttırıyor ve gidince görüyorum ki tapınağa giriş yok. Korunacak tek bir yer yok, Attalos'a geri dönmem gerekiyor. Dönene kadar sırılsıklam oluyorum, herkes oraya sığınmış durumda, yağmurun dinmesini bekliyorlar. Yunanistan'ın bize kötü bir sürprizi bu yağmur, ama olsun, bekliyorum. İnsanlar uyuklamaya bile başlıyorlar ve 1 saatin ardından yağmur diniyor, güneş kendisini gösteriyor hatta. Birkaç saate kalmıyor, o şiddetli yağmurdan eser kalmıyor.

Otele dönüyorum ilk olarak, tişörtümü değiştiriyorum ve birlikte çıkıyoruz. Olimpiyat ürünleri satan bir mağazaya rastlıyoruz, biraz orayı gezdikten sonra kardeşim için bir tişört alıyorum. Tişörtü satın aldığım kişinin soyadı"Aslanoglou", büyükannesi İzmirliymiş, kardeşi de dahil oluyor sohbete, "komşu", "kardeş" kelimeleri havalarda uçuşuyor. Yarı Türkçe, yarı Yunanca, biraz İngilizce... "Hoşgeldiniz" diyorlar bize ve ilk kez burada duyuyoruz, "biz sizi çok seviyoruz" cümlesini. Çok içten söyleniyor, laf olsun diye değil. Fakat bu cümlenin beni en etkileyen halini duymadım henüz, Kavala'da duyacağım.

Gülümseyerek ayrılıyoruz birbirimizden, öğlen yemeği zamanı... Monastraki'ye yakın bir noktada bulunan Goody's'de "pita gyros" yiyor ve ardından annemlerle de ayrılıyorum ben, Keramikos'a gideceğim. Burada antik mezarların yanı sıra, -kalıntısı bile- kalmamış bir şekilde de olsa Platon'un Akademisi bulunuyor.

Keramikos ardından ise Dionysos Tiyatrosu ve Herodes Atticus Odeon'u... Dionysos Tiyatrosu kullanılamaz haldeyken, Herodes Atticus Odeon'u 1960'ta restore edildikten sonra halen büyük etkinliklere ev sahipliği yapıyor.

Otele dönerken Parthneon'un küçük bir modelini ve bir de hafiften büyükçe bir Zeus alıyorum kendime. Yemeğimizi tekrar Paradosiako'da yiyoruz, zira biraz acelemiz var ve burası otelimize çok yakın.

Ankara'da dış ilişkilerini yürüttüğüm tiyatro festivaline gelen Yunan tiyatro grubu Arena Tiyatrosu'ndan Alex'te buluşacağım. Otelin önünde beklerken buluyorum onu, bir kafeye gidiyoruz beraber. Festival günlerinden başlıyoruz sohbete ve ardından biraz Yunanistan'dan biraz Türkiye'den bahsedip, en nihayetinde kendi hayatlarımıza getiriyoruz konuyu. Uzun bir yürüyüş yapıyoruz Atina'nın tiyatro salonlarına doğru.

"Ben tanıyorum" diyor lafın bir yerinde, "Haris Alexiou'yu..."
 Ekliyor sonra, "bilseydim senin sevdiğini, buluştururdum sizi..."

"Bir dahaki sefere" diyorum, "hatırlatırım bunu..."

Takside başımıza geleni anlatıyorum, aynısı onların da başına gelmiş, ama bana söylememişler, Ankara'da Cebeci'den Şinasi Sahnesi'ne gelirken 100 TL almış taksici bunlardan. "Söylemeliydiniz bana..." diyorum, ben yokmuşum o an sahnede, sonra da, "bu bizim sorunumuzdu, seni uğraştırmak istemedik zaten" diyor."Aynı..." işte diyor, "Atina'da da taksiler felaket durumda."

Gece 12'yi geçerken ayrılıyoruz, otele dönüp uyuyorum. Ertesi sabah saat 6'da kalkacağız. Selanik yolları bekliyor bizi, belki de beni en çok duygulandıracak, en çok heyecanlandıracak yer. Hatta içimden geçen de şu ki, "Selanik'i gördüm ya, başka yere gitmesem de olur..." diye düşüneceğim, bu kadar olmuyor belki ama, Selanik'te olmak bir başka his yaratıyor üzerimde. "Selanik levhasını görür görmez, Selanik'e girdik, benağlamaya başladım..." demişti biri, böyle bir şehir burasıve aslında biraz da böyle bizim memleketlerimiz, buradan Anadolu'ya gelenler halen geldikleri yerlerememleketim diyorlar, Anadolu'dan gidenler hala Anadolu'ya...

Amasyalı Yordan Amca'ya kulak verelim biz şimdi bitirirken yine Emanet Çeyiz'den, Türkçe türküler hala aklında:

"Konaklar yaptırdım dururum diye / Pencere koyverttim vururum diye / hiç aklıma gelmiyor ölürüm diye / Alim, Alim, oy Alim / Çaydan mı geçtin? / Yanakların kızarmış / Konyak mı içtin?..."

'Sen de kadehimden bir yudum al, canım kardeşim, arkadaşım... '

  

 
Toplam blog
: 142
: 1092
Kayıt tarihi
: 27.09.09
 
 

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakülteliyim. Seyahat benim için bir tutku, her fırsatta bir yerlere ka..