Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Ekim '16

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Yunanistan / Meis Adası gezi notları

Yunanistan / Meis Adası gezi notları
 

meis adası, kavos burnu, osmanlı camii


Saat 06’da yola çıkıyoruz Fethiye’den. 106 kilometre yolumuz var. Kaş’a gidiyoruz, saat 10’da Meis’e hareket edecek feribotta olacağız. Artık aşinası olduğumuz yollardan geçerek Kalkan önlerine kadar geliyoruz. Aşağılarda uzanan Kalkan evleri, her ne kadar Akdeniz kültürüne sadık kalınarak yapılsa da, ben yıllar önce, tek caddeden ibaret ve o da bir anda çıkmaz sokağa dönüşen Kalkan’ı arıyorum halâ.

Malûm Kalkan-Kaş arası virajlardan dolayı biraz daha dikkat gerektiriyor. Kaputaş, şezlongları, şemsiyeleri büyük bir disiplin ile hizaya getirilmiş, bugünkü misafirlerini bekliyor

Kaş’a giriyoruz sonunda. Telaşlı çay bahçesi sahipleri masaları siliyor yerleri yıkıyorlar. Kaş da sahipsiz imar uygulamalarından nasibini fazlasıyla aldı. Allah’tan binaların fasadları sadece beyaza boyandı da yamaçlardaki görüntüler çürük dişlerden ziyade aşağılara akan tebeşir tozlarını andırır oldu.

Hatırlıyorum, 1977 yılıydı, kısmen otostop çekerek yağmurlu bir güz mevsimi, hava karardıktan sonra varmıştım Kaş’a. Görünürlerde kimseler yoktu. Soğuktan camları buhar olmuş bir kahvenin kapısını araladığımda, sigara dumanından öksürük nöbetine tutulmuştum. Kalacak yer, lokanta sordum. Kaş’ta bulunan birkaç lokanta da kapanmıştı, pastaneler de. Kalacak yer için tek umudum vardı kahvedekilerin anlattığına göre; Meşhur Likya Lahiti’nin önünden yukarı uzanan cadde üzerinde harap bir binada oturan komünist öğretmeni bulmam gerekiyormuş. Çoğu kimseyi boş çevirmezmiş, şansımı denemeliymişim. Kaş’a Karayollarına ait damperli bir kamyonun kasasında gelmiştim. Şoför mahallinde oturan görevliler, sıkışıp beni de aralarına alma duyarlığını göstermeyince, buz gibi metal kasanın içinde oradan oraya savrulan ve tepemden aşağı boşalan yağmur suları ile her tarafım ıslanmıştı.

Yokuş aşağı akan yağmur suyu derecikleri bir kez daha ayakkabılarımın içine dolunca, ürperdim ve yokuşu daha hızla çıkma gayretine düştüm. Tarif edilen binayı görünce kapısını çaldım, hatırladığım kadarı ile zayıf, uzun boylu kalın bıyıklı orta yaşlarda biri açtı kapıyı. Derdimi anlatınca, kenara çekilip içeri aldı beni ve çatı katına çıktık birlikte gıcırdayan merdivenlere basarak. Yerlere dört-beş bakır leğen konmuş, çatıdan akan sular, farklı tınılar ile leğenlerin içine damlıyordu.

Anlaşılan, yerdeki incecik yer yatağında yatacaktım. Teşekkür ederek, ayakkabılarımı çıkarıp, olduğu gibi girdim yatağın içine kalın yorganı üzerime çekerek. Kendi vücut ısım ile kuruyacaktım, başka çarem yoktu.

Başka bir zaman, yine bir kamyonla girmiştim Kaş’a. Şoför Kaş’ın yerlilerindendi. Soyadını bugün gibi hatırlıyorum; Eriş idi. Bir kağıda telefon numarasını yazmış, muhakkak Kaş’tan arazi almamı, buralarda çok büyük turizm patlaması yaşanacağını söylemişti. O anda, komünist öğretmenin evinde, sırılsıklam yatağın içinde titremelerim aklıma gelmiş, bu öneriye ise aklım yatmamıştı.

Neredeyse, bir karış boş arazi kalmamış Kaş tepelerine bakınca geçmişi hatırladım bir an.

Meis Exprees’in ofisini arıyoruz bilet almak için. Görevli pasaportlarımızı alıyor, teknenin kalacağı iskelede Deniz Polisi’nin isim ile çağıracağını ve bu arada pasaportlarımızı vereceğini söylüyor. Anlaşılan, 15 Temmuz darbe sonrası, yurt dışı çıkışlarda yapılan GBT sorgulaması yapıp, öyle çıkış mühürünü vuracaklar. Meis’e 24 Eylül’e kadar hergün feribot var. Başka firmaların tekneleri de gidiyor. Gidiş dönüş aynı gün olacaksa 25 €, yok başka zaman dönerim derseniz 30 € ödeniyor. Bir gece kalıp, daha iyi tanıyabilmemiz için bu farkı ödüyoruz. Görevli  bu 5 €’nun liman vergisi olarak Yunan makamlarına ödendiğini söylüyor, bilemem artık.

Kaş’ın simgesi Likya Lahiti’inin sağı solu hediyelik eşya mağazaları ile dolmuş. Beş sene önce, dolaşırken buralarda bir kafede Ahmet Altan’la karşılaşmış, selamlaşmıştık. Şimdi, darbe yandaşlığından hapiste. Ah be anılar, hiç rahat bırakmıyorsunuz insanı. Aracımızı, bir cadde üzerine parkedip, gerekli eşyalarımızı alıp, Kaş sokaklarını bir kez daha tavaf ettikten sonra iskeleye geliyoruz. Çoğu Türk, hayli bekleyen var. 09.45’de polis geliyor, isimlerle çağırarak pasaportları dağıtıyor ve tekneye geçiyoruz. Kaş’ın yükseldiği tepelerin ardından çıkan güneş çirkin yapılaşmayı fazla göstermez olunca, biz de adım adım yaklaşan Meis’e dönüyoruz yüzümüzü.

20 dakika sonra, sakin denizde ilerleyen teknemiz, Simi’yi andıran pastel renkli evlerin dizildiği körfeze sokuluyor yavaş yavaş. Sonunda, Limani’ye yaklaşıyoruz, prefabrik kulübede pasaport polisinin önünde diziliyoruz. Çok ağır ilerliyor kuyruk, sistemden olmalı, sonra biraz hızlanıyor, genç polis haşmetli bir vuruşla pasaportumuza giriş damgasını basıyor. Adil olmadığına inansam da, sahibi olduğum Yeşil Pasaport’un pek çok vizeden muaf olma gibi avantajlarını beğeniyorum.

Kalacak yer ayırtmamıştık. Free Shop’un yanındaki marketteki kıza, pansiyonları soruyorum. Hayret, sanki ilk defa soruluyormuş gibi şaşkın bakıyor bana, sonra yanındaki adama soruyor, adam da lakayt bir şekilde elini sallayarak, “ ileride arar bulurlar “ anlamında işaret yapıyor. Anlaşılan, turist yorgunu olmuş Meis’liler, ya da Türk paranoyasına tutulmuş bir Yunanlı ile karşılaştım ilk adımımda.

Kordon boyunca ilerliyoruz, restoranların masalarının arasında. Görünürlerde kiralık oda veya pansiyon levhası yok. Bir arka sokağa girdiğimizde, yaşlı ama şık bir kadın çıkıyor karşımıza ve gülerek İngilizce, ne aradığımızı soruyor. Oda diyorum, hemen yandaki bir evin kapısını açıyor anahtarla. Tipik bir Akdeniz evi. Girer girmez, dimdik ahşap merdivenler ikinci kata ulaştırıyor. Tavanında iri bir kütük üzerine oturtulmuş, ahşabın bol olduğu, geleneksel şömine ( ocak demeli aslında ) ve el işi dekorlarla bezeli bir odaya giriyoruz. 50 € diyor, in aşağı çık yukarı 30 €’ya anlaşıyoruz.Tavandaki kirişleri, duvar nişleri ve kanaviçe örtülü ocağı ile tipik bir Ege evi, beğeniyoruz odamızı.

“ 12.00’de temizlikçi kadın gelecek, odayı temizleyecek, siz çantalarını bırakıp gezebilirsiniz. “ diyor. Öyle yapıyoruz, yanımıza kahvaltı ve deniz malzemelerini alarak çıkıyoruz Meis sokaklarına. Deniz manzaralı bir zeytin ağacının altında keyifli bir kahvaltı yapıyoruz eşimle.

Dar sokaklarında bir müddet dolaştıktan sonra, ev sahibimiz Aleksandra’nın verdiği anahtar elimde binanın önüne geliyoruz. Çıkarken kilitlediğim kapı açık, merdivenlerden çıkıyoruz odamızın kapısı da açık. Eşim, dolabı açıyor ve “ çantalarımız yok. “ diyor. İyi diyorum kendi kendime, Meis günlerimiz oldukça şenlikli geçecek.

Binada kimseler yok, Aleksandra’nın nerede olduğunu bilmiyoruz. Telefonu yok. Yan bahçede, topladığı asma yapraklarını yıkayan yaşlı kadına “ kalimera “yı çakıp, Aleksandra’yı soruyorum. Paleokastro’nun altında bir yerlerde oturduğunu söylüyor. Durumu anlatınca telaşlanıyor, eli ayağı titremeye başlıyor. Ara sokakta, tek başına yaşadığı belli olan yaşlı bir kadının oturduğu, dağınık bir odanın önüne geliyoruz birlikte. Telaşla bir şeyler anlatıyor, o da telaşlanıyor ve çamaşır makinesinin üzerinde yığılı havlu, gazete ve bezler arasında bir şeyler aramaya başlıyor. Sonunda, eprimiş sararmış bir karton buluyor. Adanın telefon rehberi olmalı. Titreyen elleri ile Aleksandra’nın ismini ve karşısındaki telefonu bulunca bana uzatıyor. Bu şekilde telefonla bulamayacağımı biliyorum, zira, Yunanistan’ın ülke kodunu, belki Mais’in yerel kodunu girmek gerekecek önce. O telaşlı, “ ara ara “diyor. Karşıdan anlamadığım bir anons geliyor doğal olarak.

Tam o sırada eşim sesleniyor; “ Aleksandra geliyor “ diye. Üzerinde mavi şık bir elbise, kocası Yorgo ile geliyor Aleksandra. Durumu anlatıyorum, bu kez telaşlanma sırası O’na geliyor. Telaşla, bu kez kapıyı açıyor. O anda, “ one moment “ diye heyecanla haykırıyor. Girişin hemen solundaki kapının asma kilidini açıyor bu kez. Aynı anda, benim kırmızı sırt çantamı ve diğer eşyalarımızın bulunduğu poşeti görüyorum. Yaşlı komşu kadınlar başta olmak üzere hepimiz rahatlıyoruz. Anlaşılan, temizlikçi kadın odayı temizledikten sonra, geçen gece kalan kimselerin eşyaları zannederek depoya koymuş çantalarımızı.

Keyfimiz yerinde, Kale tarafına, denize girebilecek yerler aramak için yürümeye başlıyoruz. Caminin bitiminde, denizin üzerinde güzel bir patika başlıyor, Adalılar harnup ağaçlarının altından da geçen bu şirin yola “ katoukia “ diyorlar. Camii, doğal olarak ibadete kapalı, haftada iki gün müze olarak ziyarete açılıyor, ama bana denk gelmedi. Burada yerleşmiş Yeniçeri Birliğine ve Ada’ya ticaret için gelen Anadolu tüccarlarına ibadet imkanı verdiği ve 1753 yılında yapıldığı söyleniyor.

 Caminin karşısında, Kavos Burnu’nda, Bar il Faro yani Fener yer alıyor. 1926 İtalyan işgalinde yönetim binası imiş. Paylaşım Savaşında iki katı yıkılmış. Önünden de denize girmek mümkün. Kum gibi küçük balıkların arasında yüzmek hayli keyifli.

Fenerin hemen yanında Meis adasının simgesi olan Çapa, Haç ve Kalp işaretinin büyük bir heykelini yer alıyor. Çapa; denizciliği, haç; kaderi ve kalp; ada halkının adaya olan sevgilerini temsil ediyor.

Kâh yükselen, kâh alçalan patika bizi Horafia Bölgesine getiriyor. Yerlere düşmüş etli, ballı harnuplar yiyoruz yürüdükçe. Sıcak iyice hissettirmeye başladı kendini. Sağda sığ ve tertemiz denizi ile Mandraki Koyu çıkıyor karşımıza. Küçük koy boyunca, şirin evler dizilmiş. Birkaç harabe bina da diğerleri gibi bilinçli restorasyonlar ile ayağa kalkmayı bekliyorlar. Koyun sessizliğini fotoğraflamaya çalışıyorum, yetersiz kalacağını bilerek.

Diğer uçtaki mezarlığa kadar ilerliyor, yanı başındaki top sahasından geçip, arkada hafif esintili, Anadolu manzaralı kayalık sahile geliyoruz. Az ileride geniş bahçeli, her tarafı kapalı arazinin içinde bir tesis var. Önünde geniş bir teras ve denize iniş yapmışlar. Tam anlamı ile postu seriyoruz buraya. Kurudukça, daha büyük iştahla denize girip girip çıkıyoruz. Kıyıda taşlara çarpan suların şapırtısından başka bir tek ses uzaklardan yorgun bir ağustos böceğinin nameleri. Zaman zaman harami balıkların kovaladığı yavru balıklar can havli ile havalara yükselip, çaresiz tekrar ölüme gidiyorlar. Balık denince, Meis Adası’nda onca turistik tesis var iken, bir tane büyük trolcü tekneye rastlamadım. Gördüğüm sayıları yedi-sekiz’i geçmeyen parakete ve ağ atan balıkçı tekneleri idi. Ah diyorum, elimde iyi bir rapala olsa da, akşam nevalemizi doğrultuversek.

Zaman çabuk geçiyor, son kez billur denize bırakıyoruz kendimizi, hattâ dayanamayıp birkaç yudum deniz suyu içiyorum, gençlik yıllarımda yaptığım gibi.

Toparlanıp, Mandraki Koyu’nun yanında, çiğdemlerle kaplı araziye giriyoruz. Bu kadar çiğdemi bir arada gördüğümü hatırlamıyorum.

Fotoğraflayıp, Mandraki Koyu bitiminde  şirin katoukia başlamadan, sağda kaleye uzanan patikaya giriyoruz. Yükseldikçe deniz daha güzelleşiyor, içindeki iki yıkık harabe bile minik Psoradia Adacığını harika gösteriyor.

Kale’ye gelmişken, savaşları, katliamları hatırlıyorum. Öyleyse, biraz geçmişinden bahsedeyim buranın;

Yunanistan’a 1948 de katılana kadar Türkler sonra Venedikliler sonra gene Türkler sonra 1915’te doğu Akdeniz’i kontrol etme gerekçesi ile Fransızlar, nihayet İtalyanlar ve harbin sonunda da İngilizlerin işgali ile renkli bir tarih yaşamış. Alışılmış ulusçu Yunan tarihçiliğinde adalardaki Osmanlı hakimiyetini baştan kara ele almak adet idi, son on yıldır Osmanlı araştırmalarında uyanan ilgi ve genç Yunanlı tarihçilerin ustalaşması üslubu değiştirdi. Şimdi herhangi bir kitabı aldığınızda; adadaki idarenin Demogerentos “İhtiyarlar Kurulu”na ve merkezden gelen yöneticilere bırakıldığını yazdıklarını görürsünüz. Osmanlı dönemindeki özerk yönetimden söz ediyorlar, adanın imtiyazlı yönetiminden söz ediyorlar. Maktu denen belirli miktardaki vergiyi kurul toplardı. Eğitim ve ruhani işler ve kiliselerin cemaatinin yönetimi patrikhaneye tabi idi. 1910’da İkinci Meşrutiyet döneminin artan merkeziyetçiliği dolayısıyla adadaki bazı imtiyazlar kaldırılmaya ve mecburi askerlik hizmeti getirilmeye çalışılınca galiba adalılar ilk gerçek ayaklanmayı göstermiş ve bu uygulamalardan vazgeçilmiş.

Güneş karşımda, bu yüzden Kale’den aşağıdaki koyun ve evlerin fotoğraflarını çekebilmem için, yarın sabah buraya tekrar gelmek hem farz hem sünnet oldu anlaşılan. Yine de ânı değerlendirip fotoğraf çekmeye çalışıyorum.

Sonra, Horafia bölgesinin bol kediler bulunan dar sokaklarından geçiyoruz. Eski, yıpranmış binalar aslına mümkün olduğunca uyularak ve doğal malzemeler kullanılarak şirin evlere dönüşüyor. Meydanda Mediterreneo Cafe dikkatimi çekiyor. Mediterreneo, 1991 yapımı bir İtalyan filmi, Meis’te, özellikle çoğu bu meydanda çekilmiş. Film’den geriye, yönetmenine En İyi Yabancı Film Oskar’ı , bu meydan ve kordon’da Megisti Otel’in yanı başında bulunan adanın fahişesi Vasilisa’nın evi kalmış. Filmi anlatmamda yarar var mı bilmiyorum, ama; Meis özellikle yabancıların gözünde bu film ile öylesine özdeşleşmiş ki birbirleri ile anılır olmuşlar

2. Paylaşım Savaşı’nda Almanlar’la ittifakı olan İtalyan Ordusu bir avuç askerini Meis Adası’nı işgal için gönderir. Ne hikmetse, işgal edilen ada halkı ile işgalciler dost olurlar. Öyle ki, askerlerden iki kardeş, aynı çoban kıza aşık olur ve birlikte hamile bırakırlar kızcağızı. Ada’nın fahişesi Vasilisa, işgalci askerlere gönüllü olarak hizmette bulunur. Teğmen, çavuşa eşcinsel ilgi duyduğunu burada açıklar.

Derken, Ada’ya Aziz adında bir Türk gelir küçük kayığı ile. Askerleri esrara alıştırır ve bir gece silâhlarını, değerli eşyalarını alarak kaçar. Bunun üzerine Ada’nın Ortodoks papazı şunları söyler; “ o adamlara hiçbir zaman güvenilmez.” Ardından, sakladıkları kendi silâhlarını, Ada işgalcisi askerlere verirler. 1991 yılında çekilen ve İtalyan Yönetmeni’ne En İyi Yabancı Film Oskar’ını kazandıran film, bizim geleneklerimize ters bir takım olaylarla uzayıp gidiyor. Tabii, Türk paranoyasını yansıtan Aziz sahnesi, genelleştirildiği için çok can sıkıcı.

Neyse, biz yine meydana dönelim. Halkların birbirine düşman edilip, boğazlattırıldığı dönemler hiç bitmemiş. Meydanda, çirkince yaşlı bir kadının heykeli var. Karşı kıyılarda uzanan Anadolu topraklarına nefretini ifade etmek için, Meis’in iki küçük adasında Ro’ya gider ve her sabah Yunan bayrağı dikerek söylenirmiş. Adanın Yunanistan’a ilhakından sonra, adanın kahramanı ilan edilmiş vre buraya bu heykeli dikilmiş.

 Medirreneo Kafe, adamakıllı elden geçmiş, canlı yeşil pancurları ile Lady of Ro ile bakışıp duruyor.

Meis veya Yunanca adı ile Megisti veya İtalyanların hatırasına Kastelorizo, 12 adanın en küçüğü, fakat Megisti’nin anlamı ise "en büyük". Biraz komik bir yakıştırma oluyor, niye en büyük denilince de anlıyoruz ki çevredeki mikroskopik adaların "en büyüğü". Kastelorizo adını ise Haçlı seferleri sırasında buraya gelen Latin kökenlilerin verdiği ve sonra İtalyanların da aynı adı benimsediğini yazıyor kaynaklar.

Kastelorizo=Castello Rosso=kızıl kale adı, kaleden değil, kalenin üzerine yapıldığı kırmızıya çalan kayadan geliyormuş. Garip bir geçmişi var, her gelen kalmış, vurmuş, kırmış... Antik Çağda karşıdaki Kaş la birlikte Likya toprakları içindeler, Roma ve Bizans devirleri hasarsız geçiyor, 1309 da Rodos şövalyeleri adayı alıyor ve bugünkü kaleyi yapıyorlar. Aslında 270 mt. yükseklikteki Vigla dağının tepesinde de antik bir kale ve sonraları bir Manastır var, 400 basamakla çıkana bravo !

1512 de adayı Osmanlılar alıyor ve güzel bir gelişme yaşanıyor, Mısır’ a giden ticaret yolunun üzerinde zenginleşiyor, 1659 da bir ara Venedik adayı işgal ediyor ama Osmanlı geri alıyor ve nüfus 15.000 e kadar çıkıyor. (bugünkü nüfus 300-400 ).

1912 de Osmanlılar adayı kaybederler ve trajedi başlar. İtalyanlarla Fransızlar adada itişir dururlar, 1921 de tam olarak İtalyan işgaline terk edilir. II.Dünya savaşı sırasında durum daha da karışır 1941 de İngiliz komandoları adaya çıkar, Rodos’dan gelen İtalyanlarla çatışırlar, 1943 de ada halkını Alman hava akınlarından korumak için zorunlu olarak Mısır a göç ettirirler, bir kısmı geriye dönmez, savaş sonrası Mısırda kalanları, İngilizler Avustralya ya göç ettirirler.

Kadere bakın, bugün Avustralya da 50.000 kişi yaşıyor Meis kökenli. 1944 de İngiliz komandoları adayı terk ederken akaryakıt depoları patlar ve muazzam bir yangında her yer perişan olur. Sonunda 1948 de Yunanistan sınırları içine girer.

Daracık sokaklar, küçücük toprağı az bahçeler ve birbirine yanaşmış balkonların sıralandığı evlerin önünden geçiyoruz. Pancurlar, kapılar ve tokmakları hep özgün çizgilere ve yapıya sahip. Hiç işin ucuzuna ve kolayına kaçılmamış

Sokak arasında bir marketten, soğuk Alpha birası alıyor ( 1.4 € ), kordon’da Megisti Otel’in yanında Mediterreneo filminin fahişesi Vasilisa’nın onarılıp, pastaya döndürülmüş pastel mavisi evinin karşısında ayaklarımı denize sarkıtarak içiyoruz. Ara sıra, bir caretta kafasını çıkararak dertli dsertli nefes alıyor

Saat 16.00’da Kaş’tan gelen günübirlikçiler dönüyorlar. Ada, yerlilere, burayı mekân tutmuş yabancılara ve bize kalıyor. O anlarda bir ada’da yaşamanın ne olduğunu anlıyorum. Uzun süreli yaşam bir takım sıkıntı ve sorunları da getirecek kuşkusuz. Cami’den Megisti Otel’in önüne kadar uzanan sahilde, yukarıda hava alanında görevli birkaç asker, çilingir sofrasını kurmuş birkaç BekRi ve bizden başka kimseler yok.

Bu adada yaşam kolay değil, haftada bir kere Rodos dan gelen büyük gemi tüm ihtiyaç maddelerini de getiriyor ama yeterli olamıyor tabii. Adanın tüm halkı Kaş çarşı-pazarlarının müdavimi, Küçük Yunan tekneleri Cuma günleri kurulan, Kaş pazarına boş gidip dolu geliyorlar, aklınıza ne gelirse doldurup getiriyorlar, soğan, patates, un çuvalları, kasalarla içme suyu, sebze-meyve... Pansiyonun arkasındaki inşaatta da Türk işçileri çalışıyor, seslerden anlaşılıyor. Kayalık bir ada, su yok, bir şey yetişmiyor, tek geçimleri Turizm ve balıkçılık. Burada yaşayan halkın göç edip, adayı terk etmemesi için Yunan hükümetinin her aileyi parasal olarak da desteklediğini ve vergi indirimi uyguladığını hatırlıyorum.

Güneşin adamakıllı eğildiği saatlerde, bu kez adanın sağ tarafına, havaalanına uzanan dik yola giriyoruz. Hava serinledi diyerek yanılmışız, yürümeye başladıkça ter içinde ve nefes nefese kalıyoruz.

Ama, değiyor bu yorgunluğa, caminin bulunduğu tarafta ıslah olmuş bir ışık altında muhteşem görünüyor, kale, kordon ve Kavos Burnu.

Fotoğraf faslına dalmışız, 230 metrelik Vouna tepesinin ardında kayboluyor güneş. Geriye, muhteşem görüntüler ve hafızalarımıza kazınmış anılar kalıyor. Gölgeler derinleşiyor Meis’te, sükûnet çöküyor ve hüzün hâkim oluyor minicik topraklara.

Tekrar Kordon boyu yürüyoruz. Sahilde Zodyak bot görüyorum. Yarın gitmeyi düşündüğümüz Mavi Mağara’ya özellikle şişme botla gidilmesi gerektiğini okumuştum. Alçak mağara girişinde, botun içinde uzanarak girmek mümkün oluyormuş. Little Paris ( Mikro Parissi ) Restoranın önünde oturmuş yaşlıca adama yaklaşıyor ve bot senin mi diye soruyorum. Evet deyince, yarın sabah erken saatlerde Mavi Mağara’ya gitmek istediğimizi söylüyorum. Olur diyor, 20€ alırım iki kişi için,  Mavi Mağara’dan sonra Aya Yorgi ( Agios Georgios ) adasının plajına bırakır, istediğiniz saatte de alırım diyor. Sabah 09.00’da botun yanında buluşmak üzere anlaşıyoruz.

Güneş devrildikçe meltemi daha çok kırıştırıyor körfezin sularını, giderek hava karardı. Legfo evlerin sarı ışıklarının yansıması belirdi belli belirsiz sularda. Hava serinledi, Meis daha bir sardı beni.

Restoranların balık standlarına bakıyorum; Fethiye’nin sokarcası, hâlâ buzluğumuzda bulunan palamut var görünürlerde. Lahos, orfos veya trança yok görünürlerde.

Pasaport polisinin kulübesinin hemen yanındaki Aiolis ( levhada Yunanca yazıyor ve okunması hayli zor ) restoran bugünden beri dikkatimi çekiyor, en yoğun saatlerde bile masaları bomboştu. Yine boş görünce eşime, “ buraya oturalım da adamın yüzü gülsün. “ diyorum. Birer kalamar tava ve Alfa birası söylüyoruz. Sahibi, Yannis, “ ben size rizotto yapayım daha iyi doyarsınız “ diyor. Bir porsiyon kalamarın, iki porsiyona dağılmış ve bildiğimiz pilavla zenginleştirilmiş versiyonu geliyor masamıza hayli bekledikten sonra( 28 € ).

Rüzgar yüzüme çarptıkça Bozcaada’yı anımsıyorum, giderek üşüme alıyor. Yemeğimizi bitirip, günün son turunu atıyoruz kordonda ve uçuşan masa örtülerinin arasından geçerek odamıza çekiliyoruz.

 

                                               05 EKİM 2016  (  MEİS ADASI  -  KAŞ  )

 

Sabah 05.30’ da telefonun alarmı ile uyanıyor ve kedilerin bile uyuduğu kimsesiz sokaklardan geçerek Kale’ye çıkıyorum, dünkü “ katoukia “dan hızlı adımlarla yürüyerek. Mandraki Körfezi önlerine geldiğimde ortalığın kızıla kestiğini farkedip, güneşe dönüyorum yüzümü. Unutamayacağım bir an daha; Anadolu topraklarından yükselen güneş az sonra Torosları aşıp Akdeniz’i ışığa boğacak. Bir yandan bu şöleni seyretmek istiyorum, bir yandan da kalede olup, koyun ve evlerin fotoğrafını çekmek için acele ediyorum. Kaleye tırmanan merdivenleri yarıladığımda güneş Toros Dağlarını aşıyor kızıllık yerini sapsarı bir ışığa bırakıyor.

Dün gelip durduğum yerde mevzileniyorum. Önümde Limani ve Kordon bütün ıssızlığı ile uzanıyor. Tek tük köpek havlamasına, daha sonra adanın çöpünü toplayan traktörün homurtusu eşlik etmeye başlıyor. Güneş yükseldikçe sahilde dizilmiş lego evlerin üzerine düşen gölgelerde kayboluyor ve deklanşöre basmaya başlıyorum. Paraketelerini toplamış balıkçılar tam altımdan, minik Psoradia Adası’nın yanından suları kırıştırarak ilerliyorlar. Yaşlı bir adam, usul usul yol verdiği teknesi ile sırtı çekiyor. Hemen altımda Saint Nicholas Kilisesi, önümde uzanan muhteşem panoramada konu mankeni oluyor.

Yunan askerlerinin iptidai silah mevzilerinin, Osmanlı Hamamı’nın yanından geçerek Horafia’ya iniyorum tekrar. Mditerreneo Kafe’nin adeta bekçiliğini yapan miskin kediyi, nazar boncuklarını ve sarmısağını fotoğraflıyorum. Coğrafyalar, kültürleri de ne kadar benzer kılıyor.

Lady of Ro’ya bir göz atıp, eşimin yanına geliyorum.  Odamızda kahvaltıyı hazırlamış, aşağıdaki Japon güllerinin erişmeye çalıştığı minik balkonumuzda ortalığı kavurmaya başlayan güneşe sabrederek kahvaltımızı yapıyoruz.

Saat 09.00’da dün konuşup anlaştığımız Yorgo’nun restoranının bulunduğu sahile, Zodyak botun yanına geliyoruz. Görünürlerde kimseler yok. Dolaşıp fotoğraf çekmeye başlıyorum. Önce kızı İrene, sonra Yorgo geliyor. Arkadaki pansiyondan da gelecekler de varmış, onları bekliyoruz. Hayli zaman geçince, Yorgo’ya; “ geç oldu, güneş yükseliyor, Mavi Mağara’da arasığımız iyi ışığı bulamayacağız. “ diyorum. Bana dönüp, kimse gelmediğine göre sadece sizi götüreceğim ama 30 € isterim deyince canım sıkılıyor. Dün 20 € olarak konuştuğumuzu, bota başka insan alıp almayacağının beni ilgilendirmediğini söylüyorum. Kızı ile bir şeyler konuşuyor, uzun uzun düşünüyor, sonra eliyle binin işareti yapıyor.

Sabahın sessizliğini bozuyor botun motorunun sesi, kale’den dönüp, Mandraki koyunun önünden geçip, kuzeye doğru ilerliyoruz tam gaz. Deniz öylesine temiz ve berrak ki, hemen hemhâl olasım geliyor. Epey ilerledikten sonra yüksekliği bir metreyi bulmayan mağara girişini görüyorum. Yorgo, “ teknenin içine yatın “ diyor, kendisi de yatıyor, kılı kılına geçiyoruz içeri. İçeride, farklı bir dünyaya gözümüzü açmış gibiyiz. Mağaranın daracık ağzından kırılarak giren güneş ışıkları, deniz tabanı da kumluk olduğundan öylesine kırılıyor ve ışık oyunu yapıyor ki, mağara tamamen mavi renge boyanıyor. Sanırım, ülkemizdeki Mavi Mağara olarak adlandırılan pek çok yerin ağzı, buradaki gibi ( çirkin olmayacak doğal yapılarla daraltılabilirse bu muhteşem ışık oyunu ile harikalar yaratılabilir. İçeriden çıkmak istemiyorum, farklı bir ışık, farklı bir alemin içindeyiz sanki.

  İyi ki, burayı gezenlerin yazılarını okumuşum da, Zodyak bot ile gelmenin doğru seçim olduğunu öğrenmişim. Tabii, bir de erken saatte güneş ışıklarının mağaraya eğik açı ile girdiği saatlerde gelmek lazım. Go Pro’m arızalı olduğu için gördüğüm bu muhteşem görüntüleri yarınlarıma aktaramayacaktım. Yorgo’yu daha ileri gitmesi için ikaz ediyorum, mağaranın tüm mavisi daha iyi görünüyor. Mavi Mağara, girişinin küçüklüğünün aksine, 50 metre uzunluk,30 metre genişlik ve 25 metre yüksekliğe sahip. Mavi ışık oyunu ürküttüğü için mi, yoksa, içerideki nemin vertdiği serinlikten mi bilemem, mağaranın içinde suya girmek yerine botun üzerinden bu güzelliği beynimize nakşetmeyi tercih ediyoruz. Belli ki, Yorgo huzursuz, bir an önce dönmek istiyor, yeni müşterileri buraya getirmek için. Neden sonra, gidebiliriz diyorum ve girdiğimiz gibi, Zodyak’ın içine yatıp uzanarak, kafamızı sıyırırcasına çıkıyoruz Mavi Mağara’nın içinden.

Mağara’dan çıkıyor ve uçarcasına Aya Yorgi ( Agios Georgios ) adasına bırakıyor bizi. Saat 12.00’de gelip alacak. Adada henüz kimseler yok. Dün, iskelesinde güneşlenip denize girdiğimiz büyük arazinin az açıklarındaki kara parçası Aya Yorgi Adası’nın arka tarafları imiş, şimdi anlıyorum. Burada, denize girilecek kumluk yok, beton platforma monte edilmiş krom merdivenlerden kışkırtıcı Akdeniz sularına kavuşmak çok keyifli. Küçük şirin bir şapel’i var ve Ada ismini muhtemelen bu şapelden alıyor. Şezlonglar ve şemsiyeler eşontiyon bulunmuş rengârenk çirkinlikler yaratmamış, hepsi aynı renkte bakımlı ve uzanan Akdeniz ile muhteşem bir akort sağlamış.

Yunanistan’ın en uzak adası olan Meis’te bir küçük havaalanı bulunuyor ve Rodos seferleri ile Yunanistan’ın çok zengin hava ve deniz ulaşım ağına katılmak mümkün olabiliyor. Yine de, Meis’te yaşamak kolay değil. En büyük sorunları su sıkıntısı. 1853 yılında Osmanlı’lar tarafından yapılan su sarnıçları artık kullanılamaz durumda. Demografik dengenin değişmemesi, Türkiye’nin anlaşmalar gereği Ada’da söz sahibi olmaması için, Ada halkı devletten yardım alıyorlar ve pek çok ekonomik imkanlara sahipler. Vergi indirimleri hayli fazla, mesela Rodos ulaşımı için sadece 1 € gibi gülünç bir ücret ödüyorlar. Yine de, her şeye rağmen Ada halkı Anadolu halkı ile besleniyor hayat buluyor. Gelen yabancılar arasında ezici çoğunluk Türkler’e ait ve önemli geçim kaynağını oluşturuyor.

 Adanın simgesi haline gelmiş, Osmanlı Camii, doğal olarak ibadete kapalı. Zaten Ada’da tahminimce bir avuç Türk bulunuyor. Aya Yorgi plajının işleticisi Türk mesela. Bir de Meis’te inşaatlarda Türk işçileri çalıştığını sokaklarında yürürken kulağıma gelen konuşmalardan anladım. 1755     yılına tarihlenen Camii,2007 yılından beri müze olarak kullanılıyor. Belli günlerde açılıyor ve ada’nın Türklerden nasıl kurtulduğunu anlatan DVD izlettiriliyormuş.

Neyse, harika Aya Yorgi Plajına dönelim yeniden. Denize doyamıyor, böylesi temiz bir denizi değerlendirmek için tenim kurumadan tekrar tekrar giriyorum.

Birkaç tekne geliyor ve şnorkellerle deniz altı güzelliğini keşfediyorlar. Artık, ada sakinliğini yavaş yavaş kaybediyor. Yorgo ve adanın diğer kaptanları botları ve tekneleri ile adaya sürekli yolcu taşıyorlar. Yaşlı Yunanlı bir grup geliyor ve beklediğim oluyor, plajın büyüsü bozuluyor, durmaksızın konuşma ve gülüşler arasında. İyi ki, Yorgo’ya 12.00’de bizi gelip almasını söylemişim, bu güzelliklerin hatırımda kalmasını, ihtiyar gevezeliklerinle bulandırmamak çok daha iyi. Üstelik, giderek kwendini belli eden Meltemi rüzgarı, suyun yüzeyini kırıştırınca, sabah ki güzelliğini kaybetti

Görevli çocuk geliyor, şezlong ve şemsiye bedeli almak için. Euro bozamayınca, “  yirmi TL versen de olur “ diyor. Duyduğum doğruymuş, KARISI Yunanlı olan bir Türk işletiyormuş bu harika plajı.

12.05’de Yorgo geliyor ve Kavos Burnunu dönüp Kordon’da kendi yerinin önünde indiriyor. Vasilisi’nin evinin yanında kapalı bir evin avlusunu ve kocaman mermer masasını görmüştük dün. Gölge ve sessizliğin huzurunda masanın başına çöküyor ve aldığım Alpha biraları ( 1.4 € ) ile bu anları unutulmaz kılmaya gayret ediyoruz

Koy ve önümüzdeki tepede yükselen Rodos Şövalyelerinin küçük kalesi ( veya gözetleme kulesi ) bütün güzelliği ile evler pastel renkleri ile tüm cazibeleri ile karşımızda uzanıyor.

Saat 13.30’da Güney Kıbrıs bandıralı Salamis Fıloxeına isimli kruvaziyer yaklaşıyor, karşı sahile, pasaport polisinin önüne. 157 metre boyunda, 800 yolcu kapasiteli ve 160 grostonluk dev bir kruvaziyer. Koyun, neredeyse 1/5 ini dolduruyor. Dün de, bir büyük gemi ayrılmıştı koydan, bizim geldiğimiz saatlerde. Bu arada, eşim, kordondan denize inen krom merdivenden inerek denize iniyor. Garipsiyorum bir anda, koca  kruvaziyerlerin girip çıktığı, sahile dizilmiş evler, konaklama tesisleri ve restoranların atık suları nasıl çözümlenmiş olmalı ki, yanı başında pırıl pırıl bir su bulunsun ve denize girilebilsin. Belki de, atık suları kolayca denize verilebileceğinin farkında değildir, karşı sahillerde yapıldığı gibi.

Amatör balık hobim nedeni ile yakında ilgili olduğum bir konuyu da, gezdiğim yaklaşık yirmibeş Yunan Adası ve Pire limanında gözlemlemiştim. 4-5 metre boyundaki tekneleri bile harika bir hidrodinamik kalıba ve su kesimine sahip, her yönüyle denizci tekneler. Ülkemde, en iyilerinden bildiğim ve sahibi olduğum 4.50 metre boyundaki teknede 50 santimin üzerindeki dalgalarda içeri şıçrayan sularla ıslandığımı hatırladım bir an.

Kruvaziyerin motor sesinin uğultusu dışında keyfimizi kaçıracak bir şey yok, üstelik her bira yudumladığımızda Akdeniz daha da güzel oluyor. Kaş’a götürecek Meis Express’in teknesi sabah getirdiği yolcuları bıraktıktan sonra, pasaport polisinin yanından ayrılıp, restoranların önüne demirledi, yerine Salamis Fıloxeina yanaştı. Ama, bir Kordon boyu yürüyüp, çıkış işlemlerimizi yaptırmak için Kavos Burnu’nda pasaport polisinin barakasına yürüyoruz. Hayret, tüm kafeler ve restoranlar kurvaziyerden inenlerle dolu. Bir vaveyladır yükseliyor masalardan. Sıcakta alkol kokusu yükseliyor buram buram.

Free shop, pasaport polisinin hemen karşısında küçük bir mağaza.  İçeri girerken bir genç; “ viskiler çok ucuz ve hesaplı “ diye sesleniyor bana. Viskiden anlamam, yabancı isimli içkilerden hiç anlamam. Yaş üzüm rakısını görünce gözlerim parlıyor, 15€ / lt. Ülkemdeki fiyatın neredeyse 1/3 fiyatına. İki şişe alıyoruz, görevli kız pasaportları işliyor, poşetlerin ağızlarını telli zımba ile kapatıyor ve biz tekneye getireceğiz diyor İngilizce.

Pasaportlarımıza çıkış mührünü vurduruyor ve Meiss Ekpress’in yanına geliyor, az sonra da yüzüme vuran Meltemi eşliğinde Anadolu kıyılarına, Kaş yönüne yol almaya başlıyoruz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..