Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Kasım '08

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Yunanistan Adaları (Girit) gezi notları

Yunanistan Adaları (Girit) gezi notları
 

GİRİT/ AGİOS NİKOLAOS KENTİ


YUNANİSTAN ADALARI ( GİRİT ) GEZİ NOTLARI

17.06.2006 ( CORFUTOWN - PİRE - HANYA )


Korfu Adasında geçirdiğimiz dört günden sonra , Kiklat Takımadalarından Santorini’ye gitmek planı ile , İgoumenitsa’dan bindiğimiz otobüs sekiz saat sonra Atina’ya getiriyor bizi. Ancak, az önce içinden geçtiğimiz Pire’ye dönmemiz gerek, limandan Santorini’ye giden feribotlara binebilmek için. Atina henüz gecenin rehavetini atamamış üzerinden. Oysa, gecelerin Atina’da bir sürü hırsızlık, yağma olaylarına gebe olduğunu, ilk indiğimiz sabahın alaca karanlığında bizzat görüp yaşamıştık. Kiffosou caddesinde, otobüs terminalinin önündeki otobüs durağından 51 nolu otobüse ( 0.5 € ) binerek, Omonia meydanının yanında iniyor ve Atina’nın yoğun bir kavşak noktası olan Omonia Meydanına yürüyerek metro istasyonuna inip, Pire’ye gitmek üzere biletlerimizi alıyoruz.( 0.8 € ). Yarım saat sonra 06.45’de Pire limanının hemen karşısındaki istasyonda iniyoruz. Hiç beklemediğim bir hareketlilik var , feribot iskelelerinde. Herkes ellerinde valizleri, oradan oraya koşturuyor. Bir kuyruğa ben de dahil oluyorum. Santorini’ye gidecek feribot ve hızlı teknelerin hiçbirisinde ekonomik bilet yok. Ancak, 61.50 € ödeyerek kabin bileti almak mümkün. Lüks beni rahatsız eder, keyif alamam düşüncesi ile kabinde kalmak istemiyor Girit Adasına gitmeye, dönüşte Santorini’ye uğramaya karar veriyoruz. Girit’in Hanya kentine saat 16.00’da gidecek feribotta bilet buluyoruz ( 48.9 €/ kişi ). Yani, yaklaşık dokuz saat sonra hareket edecek katamaran tipi hızlı feribotunu bekleyeceğiz. Her ne kadar, akşam ki, otobüs yolculuğunda uyumuş olsam da, üzerimde bir ağırlık var. Görünürde çantaları bırakabileceğimiz bir emanet bürosu da yok. Gölgede kalmış bir bankın üzerine uzanıyor ve uyumaya başlıyor eşim. Sabahki çılgın kalabalık kayboldu. Bir kısmı Santorini yollarında, bir kısmı akşam üzeri başlayacak seferleri bekliyor anlaşılan. Bu arada, Pire liman organizasyonunun yaptırdığı , yaklaşık 50m2’lik, içinde rahat oturma bankları, kliması ve soğuk suyu olan pvc çadırlar görüyorum. Giderek bastıran sıcaktan korunmak için buraya atıyoruz kendimizi, klimayı açınca serinliyor, rahatlıyoruz.


Hatta, uzun süreli uyuma pozisyonlarına da giriyor, üzerimizdeki yorgunluğu atıyoruz. Her şey gibi , Pire limanındaki bekleyişimiz de bitiyor yavaş yavaş. Etrafımız sabah ki kadar olmada da, yine yolcularla doluyor. Helen Seaways firmasının Highspeed4 isimli katamaran hızlı feribotu karşımıza yanaşıyor.


Bizim Bandırma feribotları standardında, ancak çok daha hızlılar. Pire- Hanya arasını dört saate alıyor. Dönüş için nasıl bir program izleyeceğiz, Santorini’ye nasıl gideceğiz, adalar arası araç trafiğine ve şartlarına bağlı. Ama, sanırım; denk getiremediğimiz saatler ve doluluklar yüzünden ya uzun süre bekleyeceğiz, ya da; çok biçimsiz saatlerde adalara çıkacağız. Önümüzdeki günler de programımız daha da belirginleşir. İyi tarafı, İstanbul’da bıraktığımız genç yavrularımızdan başka , bir işe ve disipline bağlı değiliz.

Deniz felsefesine ve huzuruna yakışmayan bir süratle, içinde yüzlerce yolcu ve araçla uçarcasına Ege Denizi’nin güneyine iniyoruz.


Bu arada, yolcuları gözlemliyoruz. Çoğu Yunanlı ve yaşlı. Hemen hiç durmamacasına yüksek sesle konuşuyorlar. Yaşlı kadınlar, kendilerine hiç de yakışmayan dekolte kıyafetleri ile Afrodit olma hevesindeler. Genç kızlar , güzelliklerinin hakkını, göğüs ve göbeklerini hayli cüretkar teşhir ederek veriyorlar. Ağızlarında sigara, ellerinde uzun bardaklarda köpüklü Yunan kahveleri ile hemen herkes hiç durmadan bir şeyler yiyip içiyorlar. Yaşlısı genci kilolu ve obez . Eros’un, Afrodit’in torunları, Amerikan tarzı fastfood kültürüne kötü halde teslim olmuşlar. Cep telefonu çılgınlığı, ülkemizi aratmıyor, konuşmasalar nefessiz kalacaklar gibi sorun yaşayacaklar besbelli.

Saat 20.45’de, küçük bir yerleşim görünüyor ve yanaşıyor feribot. Herkes arabalarına binip uzaklaşıyor, kimisi çıkışta bekleyen otobüslere biniyor. Ben, neler olduğunu anlamaya çalışırken, Hanya istikametini gösteren bir levha dikkatimi çekiyor. Meğer, Hanya’ya yaklaşık 10 km. uzaktaki Souda isimli iskele kasabasına inmişiz. Sokaklarda kimseler yok. Zar zor, bir genç çevirip durumu öğreniyor ve otobüs durağına geliyoruz. Hemen yandaki büfeden, Hanya otobüs bilet alarak ( 1.10 € ) beklemeye başlıyoruz. Çok geçmeden otobüs geliyor. Kısa bir süre sonra, bütün mağazaları, marketleri kapalı, sadece kafelerin dolu olduğu, gecenin karanlığında, aşırı frapan kıyafetleri ile pırıl pırıl parlayan yosmaların dolaştığı Hanya’ya vasıl olduk. Eşimi, bir parkta, çantalarla bırakarak, otel aramaya çıktım. Görünürde otel yok, saat 22.00 oldu. Epey dolaştıktan sonra üç otel bulabildim. Hiç de temiz olmayan oteller 35€- 50€ arasında fiyat istiyorlar. Meğer, indiğimiz kısım kentin yeni ve iş hayatının yoğun olduğu yer imiş, yani yolun sol tarafı oldtown’ı bir büfeden öğreniyor, burada da biraz dolaşıp, 20 €’ya temiz bir pansiyon buluyorum. Çantaları bir köşeye atar atmaz, hoşaflaşmış bedenlerimizi yatağa atarak uyuyoruz.


18.06.2008 ( HANYA )

Halsizliğimizi yenmiş olarak güne uyanıyoruz. Yanımızdaki, nevalelerle çayımızı demleyerek kahvaltımızı yapıyoruz. Bugün, bir araba kiralayarak, Hanya ve Retimno civarını dolaşır, daha sonra Hanya’nın için gezer, yarın da, Iraklion’a ( Kandiye ) geçeriz düşüncesinde olduğumuz için, ana cadde üzerinde kiralık araba aramaya başlıyoruz. Tipi hiç de güven vermeyen, üç kağıtçıları andıran birinin bürosunda, kıran kırana pazarlıklardan sonra 25 €’ya, sınırsız kilometre şartı ile, bir Fiat Punto alıyoruz. Haritaya bakınca, bugün ki güzergahımızın hayli uzun olduğu anlaşılıyor. Girit’in yamaçları, tepeleri ve dağ yolları bizi bekliyor.

Kastelli de denen Kissamos’tan 20 km. sonra, doğuda Kolimpari’de, deniz kıyısında, 17. y.y’dan kalma Mori Panagian Gonias manastırı ilk durağımız. Serin bahçesindeki asma ağaçları, sardunyaları, tam ortasında burada görevli din adamlarının mezarları ile sakin, huzurlu, bir o kadar da gizemli bir yer burası.


Platanos’a devam ediyoruz, aradığımız Ege mimarisi, Girit kültürü, yazlıklar, “beachler”, yıldızlı oteller arasında kaybolmaya yüz tutmuş. Yer yer, anıt ağaçlar, eski evler, manastırların arasından geçiyoruz.


Platanos’tan, Chrisoskalitssa’ya iniyoruz. Elefonisi kumsalı, masmavi deniz ile davetkar. Ancak, amacımız denize girmek değil, Girit’i tanımak. Güneye inen yollar, trekking patikalarına dönüşüyor. Çaresiz, Vathi üzerinden, Elos, Kantanos Dimitriana ve Omalos yerleşimlerinden geçiyoruz. Güneye devam eden yollar, dünyaca bilinen Samaria Koyağının başlangıcı. 18 km.lik, hayli sert bir trekking parkuru burası. Bu rota üzerinde, 12 km ileride birbirine 3 m. kadar yaklaşan Sidirosportes ( Demirkapılar ) dev kaya blokları bulunuyor. Fethiye Saklıkent’i hatırlıyorum, devasa kanyon ve gürül gürül akan suyu ile , Samaria Koyağından çok daha ilgi çekici bence. Ne var ki; Yunanistan’ın pazarlama kabiliyeti çok daha fazla. Samaria Koyağı başlangıcında, güzergahı gösteren levhalar, tahta korkuluk ve babaların önünde ortalığı seyredip fotoğraf çektikten sonra, bu kez kuzeye yöneliyoruz.


Fournes üzerinden, Hanya’ya girmeden, Rethimno yolarındayız şimdi. Rethimno’ya 60 km. var ve önümüzde ipek gibi bir asfalt. Tam da gaza basmak üzere iken, karşı yönden gelen iki aracın sellektör yaptığını fark ediyorum. İkaz olarak değerlendirip, hız kesiyorum. Az ileride, polisler yolu kesmiş, radara girenleri çeviriyorlar. Sanırım, uluslar arası ehliyetim de olmadığı için, polisler epey hırpalayacaklardı beni. Ülkemizde de sık rastladığımız, polise karşı sürücü dayanışması Girit’te bir sürü sıkıntıdan kurtarıyor beni. Sonraki yollarda, levhalara uyarak kullanıyorum aracı.

Rethimno’ya giriyoruz, şehrin kuzeyini çevreleyen Periferiaki Leoforos caddesi üzerinden, sağdaki rampaya dalıyoruz. Karşımızdaki, devasa Fortetza Kalesi, Osmanlılar’ın saldırılarından korunmak amacı ile yapılmış. 1538 yılında, Barbaros Hayrettin şehri yerle bir edince, tekrarlanmaması için 1570’lerde inşa ediliyor.

Vaktimiz sınırlı olduğu için içeri girmiyor, şehre hakim kale kapısının önünden Rethimnon kentini seyrediyoruz. Kapının sol yönünde, demir iskeletler içinde bakıma alınmış 17. y.y , Nerantzes Cami ve ilerisinde tek şerefeli bir cami göze çarpıyor. İkisi de korunuyor ve bakımı yapılıyor. Aşağı caddeye inerek, limana doğru ilerliyoruz. İyi ki; Pire’den doğruca Rethimno’ya gelen feribota binmemişiz. Hem, Hanya gibi, fazla tarihi zenginliği yok, hem de, Santorini’ye geçmek için, Kandiye’ye gelmek gerekeceğinden Hanya’yı büyük ihtimalle ihmal edecektik.

Sakin bir seyirle, Hanya dönüş yoluna giriyoruz. Akrotiri yarımadasının kıstağının hemen yanıbaşındaki Kalami’den Akrotiri sahillerini fotoğraflıyorum.


Sonunda, Hanya’ya giriyor, aracı teslim ederek , pasaportumu alıyorum. 25 € ‘luk benzin aldım, gün boyu, Fiat Punto biraz fazla yakmasına rağmen, kıvrılıp yükselen Girit yollarında, muhteşem panoramalar karısında zorluk çıkarıp üzmedi bizi. Beyaz Dağların yamaçlarında ilerlerken, Alman ordusunun 20 Mayıs 1941 tarihinde, Hanya’ya indirdiği binlerce paraşütçü ile Maleme havaalanını işgal edişlerini düşündüm. Giritlilerin büyük kayıplar vererek ve verdirerek Nazileri önce Beyaz Dağlara geri çekilmeye, sonra da, topraklarını tahliye etmeye zorlayan kahramanca direnişlerini canlandırmaya çalıştım kafamda. Derken, sorular yumağı çöreklendi beynime. Ulus nedir ? Vatan nedir ? İnsan olmak bunun neresindedir ? Bir ülkeyi ele geçirmek, bu uğurda verilen çabalar ne kadar mübahtır ? Tarihi yargılayacak nedir ? İnsan saldırganlığı genetik bir miras mıdır ? Girit halkı, anakaraya göre, daha kaba, ama daha yiğit bence. Zaten, pek Yunanistan’ı da ipledikleri yok. Sık sık Yunanistan’dan bağımsızlık arzuları çıkar su yüzüne. Bugün, Girit’in güneyindeki Kambos yakınlarında bir köyden geçerken, Türkçe radyo yayını geldi kulağıma. Ama , inip konuşmaya cesaret edemedim açıkçası. Türklere karşı halen devam eden hasmane tutumlarını bildiğim için, ortalıkta pek kimselerin görünmediği köyde , eşimle bir maceraya sürüklenmek istemedim. 10 gündür Yunanistan’dayız. Hemen her gün Türkiye haberleri ilk sayfalarda yer alıyor. Dün bir gazetede tam sayfa, Tayyip Erdoğan’ın, elini kaldırmış, işaret parmağı ve yüz ifadesi ile tehditkar bir fotoğrafı vardı. Avrupa Birliği kanatlarının altında olmalarına rağmen, Türkiye , Yunanistan için bir tehdit olarak görülüyor ve bu paranoya özellikle devlet ve politikacılar tarafından bilinçli olarak pompalanıyor.

Aracı bıraktıktan sonra, kaldığımız Fidias pansiyona geldik, bir duş alarak oldtown’a attık kendimizi. Artık, güneş iyice devrilmiş, yumuşak ışıklar, güzel fotoğraf çekme imkanları veriyor. Eski Hanya şehrinin gözbebeği olan Chalidon caddesi boyunca yürüyerek limana iniyoruz. Sahil boyunca uzanan kafeler, tavernalar turist dolu. Daracık sokaklarda yaratılmış otantik mekanlar, sokaklara saldıkları hanutçularla, müşteri kapma telaş ve yarışındalar. Limanın hemen başında, minaresiz hali ve geçirdiği restorasyonlar ile Yeniçeri Camii, garip , kolsuz bir ahtapotu andırıyor. 1645 yılında Osmanlılar Girit’i aldıkları zaman yapılmış. Şimdi ise hediyelik eşya mağazası olarak kullanılıyor. Hava karardı. Anlaşılan, yarın sabah erken kalkıp, Hanya’nın dar, tarih yüklü sokaklarında kaybolacağım.

Hidias Pansiyonun sahibimiydi , çalışanımı bilmem, ama, aydın pırıl pırıl bir gençle uzun sohbetlere daldım bu akşam. AB ‘ye geçiş sürecinde Yunan halkının çok büyük sıkıntılar çektiğini, komşu ülke Arnavutluk’tan, dağları aşarak geçen göçmenlerin, özellikle anakarada soygun, gasp ve cinayet suçları işlediklerini, Türkiye’deki Kürt sorununu, Yunan-Türk düşmanlığını büyük devletlerin özellikle körüklediğini söyledi. Kafa yapısı ve fizik olarak Türk’ten farkı yoktu. Dayanamayıp sordum. Türklere dostum sadece dedi.


19.06.2006 ( HANYA - KANDİYE-iraklion )


Sabah 07.00’de uyanarak, elimde harita, rehber kitap ve kameram düştüm yollara. Ortalıkta kimseler yok. Caddelerde akşamki çılgınlıkların izleri yorgun masalar ve çöp yığınları var. Önce, pansiyonun penceresinden dünden beri gözüme takılan, bir yanında çan kulesi, bir yanında minare olan binanın peşine düştüm. Plateia 1821 isimli küçük meydanın yanındaki Agios Nikolaos Venedik Kilisesi imiş. 1821 meydanı, Osmanlılara karşı yapılan bir isyanı ve isyan esnasında asılan bir Ortodoks papazın anısını yaşatıyor. Meydanda iki-üç bank, büyük bir çınar ağacı ( muhtemelen darağacının kurulduğu yer ) ve asılan din adamının resminin bulunduğu metal pano var. Sonraki hedefim kapalı çarşı, ancak, henüz sabahın erken saatlerinde toparlanamamış. Önümde, elinde bastonu, geleneksel pantolon ve çizmeleri, kalın bıyıkları ile dimdik yürüyen, ama sık sık durup dinlenen Girit’li yürüyor. Artık, büyük yerleşimlerde pek rastlanmayan bu insanı fotoğraflamaya çalışıyorum.

Derken, parke taşlı sokakları ile Spiantza mahallesini, evlerini, saksılar ve çiçeklerle dolu kaldırımlarını fotoğraflıyorum. Ne kadar Ayvalık’ta Cunda sokaklarına benziyorlar.

Öyle bir yerlere giriyorum ki; 3-4 katlı Venedik binalarının arasında ancak bir metre genişliğinde sokaklar var. Sanırım, tüm Akdeniz ülkelerinde olduğu gibi sıcaklara karşı alınmış bir önlem olmalı. Çok hoş, çok güzel bir atmosferde dolaşırken, bir güvercin şapkama pisliyor, ben de bunu Girit gezisinin keyifli geçeceği anlamına vermek istiyorum.

Yine, tanıdık atmosferi ile kucaklayan sokaklardan geçerek limana geliyorum.

Akşamın kalabalığının izleri henüz sokaklarda kaybolmamış, yemek artıkları ve çöplerin başında kediler, miskin ve yorgun bir şeyler yemeye çalışıyorlar. Pansiyona dönüyorum, eşim kahvaltı hazırlamış beni bekliyor. Kahvaltı sonrası Samaria Otel’in arkasındaki Ktel otobüs garajına gidip, İraklion ( Kandiye ) şehrine götürecek 10.30 otobüsüne bilet alıyoruz ( 11.50 € ).

Dün otomobille geçtiğimiz Retimnon yollarından geçiyoruz tekrar. Sonrasında 80 km. daha ilerleyip, saat 13.00’de Kandiye’ye giriyoruz. Girit’in sembolü olduğunu zannettiğim kri-kri denen ve tek başına dolaşan yabani keçiler görüyorum yolun üzerindeki sarp tepelerde. Karşımızda 2456 m. lik İda Dağı. Eşimi bir kilisenin bahçesinde bırakıp, otel aramaya çıkıyorum. İki saate yakın bir koşuşturmanın ardından, El Greko Meydanının hemen yanında güzel ve temiz bir otel buluyorum ( 40€). Öğle yemeğinden sonra, Kandiye’de ilk gezimize başlıyoruz. İlk hedefim, gençlik idolüm, beni hep baştan çıkarmaya çalışan Giritli yazar Nikos Kazancakis’in mezarı.

Elimdeki haritadan, fazla uğraşmadan buluyorum. Neredeyse, bütün Kandiye’ye hakim güzel bir tepe üzerinde, zakkum ve çimlerle donanmış bir alanda, yalın blok taşlardan oluşmuş mezarı başındayım. Tam da, Kazancakis’e yakışan, onun düşüncesini anlatan bir mezar tanzim edilmiş. Ancak, hemen başına dikilmiş, basit ağaç dallarından yapılmış haç konusunda ne kadar rahattır, bilemiyorum. Yine blok taştan mezar taşında, 35 yıldır ezbere bildiğim şu sözler yazılı Yunanca;

“ hiçbir şey ummuyorum

hiçbir şeyden korkmuyorum

özgürüm “

Kenardaki zakkumlardan, pembe çiçeklerle dolu bir dal kopararak mezarına koyarken gözlerim doldu. Nikos Kazancakis, 1883 yılında burada, Kandiye’de doğdu. Yurt dışında felsefe eğitimi gördü, Paris’te meşhur filozof Henry Bergson ile çalışmalar yaptı. 1945’de evlendiği karısı Eleni az ötesinde yatmaktadır. Komünizme duyduğu yakınlık, Stalin’in yükselişine tanık olduktan sonra azaldı. 1945 yılında bir partiden milletvekili olarak seçildi. Ama, politikayı sevemeyip, bir yıl sonra istifa etti. 1957’de lösemiye yakalandığı halde, ülkeleri gezmeye devam etti. Almanya’da öldükten sonra, doğduğu topraklara Kandiye’ye getirilerek buraya gömüldü. Bu arada etrafı dolaşan eşim, az ileride Eleni Kazancakis’e ait mezarı bularak sesleniyor bana. Yandaki bankta gazete okuyan yaşlı adama sesleniyorum , yazarın karısının mezarını göstererek , bana dönüp gülüyor. Acaba , o da benim gibi mi düşündü. Eleni’nin mezar taşında 1904- 2004 tarihleri yazıyor. Nikos Kazancakis 57 yaşında öldüğüne göre, 47 sene daha yalnız yaşamış ve tam yüz yaşında ölmüş , Eleni. Belki de, şansı bu idi, Nikos Kazancakis gibi , Komünizm, Buda, Emerson ve Hristiyanlık gel gitleri arasında yaşayan, huzursuz bir yazarın karısı olmak gibi zor bir konumda uzun süre kalsaydı, ihtimal yazardan daha önce ölürdü. Ben yine hayretle, 100 yıl mı diye sorunca, adam gazeteyi dizine vura vura kahkahalarla güldü. Neredeyse , bir görevi yerine getirmenin huzuru ile ayrıldım mezar başından.

Iraklion’da ( Kandiye ) bizi cezbeden bir şey yok. Buraya geliş nedenim Nikos Kazancakis idi. Eşimle düşündük , yarın Santorini’ye geçelim diye. Sabah inerken KTEL’in ofisinden ferry tarifelerini almıştım. Hergün, Santorini ferrybotunun çalıştığını yazıyordu. KTEL’in ofisine rezervasyon için geldiğimizde yarın 09.45 ferry’sinin dolu olduğunu öğrenince beynimizden vurulmuşa döndük. Çünkü, bugün pazartesi ve Perşembe gününe kadar, buradan geçen veya hareket eden bir feribot yok. Perşembe günü de business class 46.10 €/ kişi bilet var sadece. Bütün seyahat acentalarını dolaştık , hepsi yarın için dolu diyor. KTEL’deki kızcağız, bilgisayarla epey boğuştuktan sonra, Lane Lines firmasının Perşembe günü Agios Nicolaos’tan Santorini’ye seferi göründüğünü , ancak , satmaya yetkileri olmadığını, limandaki ofislerinden bilet alabileceğimizi söyledi. Artık, on-line rezervasyonlardan gözümüz korktuğu için, sıcakta kan revan içinde yürüyerek limana geldik ve 23 € ‘dan Agios Nicolaos’tan Santorini’ye gidecek feribot için biletimizi aldık. Rehber kitabımı açarak , Agios Nicolaos , Girit adasının neresine düşer diye baktım. Doğusunda ve güzel bir yer olduğunu yazıyor. Agios Nicolaos’da denize girer, miskinlik yaparız diye düşündük eşimle. Ama, Iraklion’daki Knossos Sarayını da atlamak istemiyorum. Akşamüzeri, gün batana kadar Iraklion ( Kandiye ) sahillerinde dolaşıp fotoğraf çektik.

20.06.2006 ( KANDİYE-iraklion / AGİOS NİCOLAOS )


Saat 10.00’da uyanıyor ve nedenini araştırıyoruz. Iraklion heyecan veremedi bize , bu nedenle miskinliğe sarılıyoruz diye, yorumluyoruz. İnternette bir ara İraklion için “ Knossos Sarayından başka bir b.ku olmayan yer “ yazdığını hatırlıyorum. Kazancakis’in kenti, onun mezarından başka, beni de sarmadı. Belli başlı tarihi dokular; El Greco meydanındaki aslanlı çeşme ( lions square ) deniyor, tesadüfen bir Osmanlı sebilinin arkasında gördüğümüz Karnarou meydanındaki Romalılardan gelen Bembo çeşmesi, sahildeki Venedik Kalesi, eski tersaneler ve şimdilerde büyük banka ve holdinglerin kullandığı eski ve canlı Venedik binaları.

Akşamüzeri sahilde kordon boyu , kulaklarında i-podları ile, sağlıklı yaşam yürüyüşüne çıkan, kanter içinde kalmış kentlilerle doluyor. Gün batımında, Venedik kalesi, önündeki marinadaki teknelerle güzel görüntüler veriyor. Halkı müthiş kaprisli, hepsi Zeus’un torunları olduklarını akılarından hiç çıkarmıyorlar anlaşılan. Alış veriş yaptığımız esnafın yüzündeki zoraki gülümseme, Türk olduğumuzu öğrenince hepten kayboluyor. Büyük mağazaların çoğu, iki büyük cadde boyunca sıralanmış çoğu da, cep telefonu satan mağazalar. Santorini bileti ararken, levhasında “ arabacıoğlu “ yazan bir seyahat acentasına giriyoruz. Bankodaki kıza bir ara “ arabacıoğlu “ kelimesinin Türkçe olduğunu, patronlarının Türkiye’den olup olmadığını soruyorum , yüz ifadesi değişiyor , sert bir şekilde “ hayır , o kelime de Türkçe değil “ diyor. Samos adasında, kıyıda demirli teknemizde, bir Türkiye- Yunanistan milli maçı öncesinde yaşadığımız, ada gençlerinin şöven gösterilerini hatırlıyorum. Allahtan maç berabere bitmişti de , muhtemel bir dayaktan kurtulmuştuk. Burada , şövenizm her yerde karşımıza çıkıyor. Sık sık söylüyorum ama , sevemedim İraklion’u.

KTEL’in otobüs terminaline gidiyor ve Knossos Sarayına giden otobüs için bilet alıyoruz ( 1.10 € ). Otobüste , yakınımızda oturan bir genç kızın, bizi dikkatle izlediğini fark ediyorum. Çok geçmeden “Türkmüsünüz ? “ diye soruyor. Ailesi İstanbul Erenköy’de yaşıyormuş , Knossos yakınlarındaki bir üniversitede bilgisayar mühendisliği okuyormuş. Yol boyunca sohbet ediyoruz. Türkiye’nin bitmeyen sorunlarından, işsizliğin artışından, güvenlik sorunlarından üzülerek söz ediyor. Halen master yaptığı okuldan, gece saat 03.00’de bile çıktığı zaman, huzurla İraklion’daki evine gidebildiğini söylüyor. Bize de , gıpta ile dinlemek düşüyor.

Knossos Sarayının önü kalabalık. Giriş ücreti 6 € , elimdeki rehber kitap Knossos Sarayını çok detaylı anlatıyor. Batı Avlusundan giriyorum , karşımda tahıl ambarı olarak kullanılan dairesel çukurlar çıkıyor. Mükemmel turizm pazarlaması neticesi , tüm dünyanın bildiği “ saldıran boğa “ freski, “ rahip kral “ freski, dev saklama kapları olan “ pithoiler “ , “taht salonu “ , “ takdis boynuzları “ derken, bastıran sıcakta , terden gözlerim kızarmış halde Knossos sarayını bitiriyorum.

Knossos Sarayında beni en çok etkileyen; yunus balığı freski oluyor, ziyarete kapalı, ancak, yakından görme isteğim, önümdeki barikatlardan atlayıp , önüne kadar götürüyor beni. Uzaktan fark ettiğim bir ayrıntıyı daha yakından görebiliyorum.

Deniz kestaneleri arasında yüzen , yunus balıkları arasında, aykırı bir balık, çerçevenin dışına çıkmaya alışıyor. Bir başkaldırı veya merak ifadesi olarak görüyorum bunu. Kazancakis’in de bir kitabında, bu balığa kafayı iyice taktığını hatırlıyorum. Derken, Samed Behrengi’nin; yine meraklı, kabına sığmaz “ küçük kara balık “ kitabı geliyor aklıma. Yüzlerce ziyaretçinin, farkında bile olmadığı, önünden bile geçmediği bir balık, beni İran’a Şah dönemine , bir köy öğretmeni iken öldürülen Samed Behrengi’ye, Humeyni’nin devrimine omuz veren TUDEH ( İran Komünist Partisi ) üyesi arkadaşım Sirius’un , içi cam parçaları dolu fıçılara atılarak öldürülmesine kadar götürüyor. Daha da terliyor , sıkılıyorum. Tarihin kanlı uğultuları; Fars illerinden , İ.Ö 1900 yıllarında inşa edilmeye başlanan ve sıcak sular ile ısıtma sistemlerinin kullanıldığı Miken’lilerin debdebesine götürüveriyor. Ancak , restorasyon rajonuna uyulmadığı için, Unesco Dünya Kültür Mirası listesinden çıkarıldığını hatırlıyorum. İki saat boyunca gezdiğim Knossos Sarayından ayrılıyor ve çıkış kapısının hemen karşısındaki duraktan bindiğimiz otobüsle yine İraklion’a dönüyoruz.

Iraklion sokaklarında sık sık, demir parmaklıklar ile korumaya alınmış, Osmanlı mezar taşları ve eserleri görüyorum, yıllardır ödenek bulunamadığı için, bir türlü bakım çalışmaları bitmeyen İstanbul’da Ayasofya geliyor aklıma. Pek çok insan gibi, düşünmeden gezebilmeyi istiyorum bazen.

Akşamüzeri, Venedik Kalesine uzanan, piyasa parkurunu arşınlarken , ellerinde çok uluslu mağazaların poşetleri ile çalım satan İraklion’luların arasına karışıyoruz. Büyük bir gıda marketinde , artık İstanbul’da karşılaşmadığım , çocukluğumun Bandırma’sında , akşamüzeri üç tekerlekli araba ile akşamcılara satılan tarama buluyorum. Hatırladığım kadarı ile, tarama; balık yumurtalarına usulca zeytinyağının yedirilmesi, sonra da limon ilavesi ile yapılan harika bir rakı mezesi idi. Henüz naylon ve plastik ambalajın hayatımızda olmadığı mutlu günlerimizde , beyaz önlüklü taramacı, yağlı kağıdın içine , taramayı özel kaşığı ile sıyırır , ezilmesin diye itina ile kenarlarını kıvırırdı, ben de Bandırma’nın yokuşlarını koşarak çıkar, babamım rakı sofrasına yetiştirirdim. Otelin balkonunda uzo ile tarama keyfi istiyorum bir anda. Bankoda “ taramas “ yazıyor, tezgahtara, bizde “tarama “ denir deyince, gülümseyen dudakları geriliveriyor adamın. Yine de, iyi niyetle söylüyor, tarama, uzo ile içilmez diye. Ben, mikropluğuna veriyorum , küçük şişelerdeki uzolar ve çok soğuk suyumuzu alarak, balkonumuza yerleşiyoruz.Ama, adam haklı, hüsran oluyor tarama ve uzo bileşimi, üstelik, buzdolabımız olmadığı için, çabucak ısınıyor su ve uzo. Yine de, çocukluğuma ait anıları canlandırdığı için minnet duyuyorum taramaya.

İraklion ( Kandiye )’deki ikinci ve son gecemiz için, yataklara çekiliyoruz.


22.06.2006 ( İRAKLİON - AGİOS NİCOLAOS )


Agios Nicolaos 61 km. uzakta iki saat süren dur kalklarla, tam öğle sıcağının tepemizde patladığı saat 12.00’de iniyoruz. Çantalarımızla, terminalden, şehir merkezine yürümeye çalışırken; yaşlıca bir adam , arabasından inerek yanımıza yaklaşıyor, ben kiralık araba pazarlıyor düşüncesi ile ilgilenmiyorum. Ama, denize 100 m. mesafede, manzaralı , geceliği 20-25 € olan bir otelden bahsediyor. Arabayla götürüp gösterebilirim deyince, biniyoruz. Allahtan, adamcağız karşımıza çıkmış, meğer şehir merkezi ve liman çok uzakmış.

Tertemiz, çarşıya, merkeze yakın bir tesiste buluyoruz kendimizi. Beğendiğimizi anlayınca 25 € ‘da ısrar ediyor, biz de kırmıyoruz. Harika bir panoraması olan balkonda, akşam içemediğim uzoyu, buz dolabında soğutup, üzerine de buz atarak , ertelenmiş keyfi hallediveriyorum, Mirebello körfezinin tertemiz denizine bakarak.

Yemekten sonra, otelin az ilerisinde, mavi bayraklı Kitroplatia plajına gidiyoruz. Saat 17.00’ye kadar, güneşleniyor, denize giriyoruz, bu arada birikmiş notlarımı yazıyorum. Muncipa Beach ( halk plajı ) dedikleri tesisler çok yaygın burada, isteyen 2.5 € vererek şemsiye, yine 2.5 €’ya şezlong alabiliyor. Hemen yanında marina olmasına rağmen, pırıl pırıl bir denize sahip Kitroplatia plajı.

Agios Nicolaos’a ayrı bir güzellik veren 64 m. derinliğindeki Dipsiz Göl de denilen Voulismeni gölü. Çepeçevre dinlenme ve oturma yerleri yapmışlar. Ancak, gölün kıyısındaki restoranların hanutçuları, bizimkileri aratmayacak kadar yapışkan ve ısrarcılar. Restoranların bitiminde , küçük nişleri, taş yalağı ve üzerinde kitabesi ile bir Osmanlı çeşmesi karşımıza çıkarak şaşırtıyor bizleri. Akan buz gibi suya sokularak serinliyoruz. Eski bir çeşme, üzerinde hiçbir pislik yok, üstelik akarak hayat veriyor. Ayrıca AB fonları ile pek çok eski eserin restore edildiğini gördüm. Göl boyunca ilerliyoruz, dik bir merdiven , yaklaşık 100m. yukarıdaki şehir meydanına çıkarıyor bizi. Bu noktadan, aşağıda göl, ardında uzanan Akdeniz, göl boyunca dizili kayıklar öyle güzel görünüyor ki; keyifle seyrediyoruz, oturduğumuz parktan. Çarşı, hediyelik eşyalar ile Girit Adasına özgü, ot ve ev yapımı Girit rakısı satan , şirin dükkanlarla dolu. Büyük bir şişe ev yapımı rakı ile bir şişe de Girit rakısı alıyorum.

Akşamüzeri, Pergole oteldeki oda balkonumuzun hemen altında uzanan sahildeki restoranda, Girit mezeleri ile rakı içmek istiyoruz. Geldiğimizden beri , Agios Nicolaos’da kuzeyden sert bir rüzgar esiyor. Ben, balkondan, tavernanın masa örtülerine bakarak, rüzgarın kesilmesini bekliyorum. Hava kararmaya başladı, rüzgar ısrarlı. Sonunda aşağı iniyoruz. İngilizce bilen birini çağırıyorlar. Menüden Girit’e özgü mezeleri seçmeye çalıştım. Bekri meze denen, domuz etinin mantar ve soğanla harmanlanmış gulaşı andıran mezeyi, haşlanmış kırmızı biberlerin içine tıkılmış lor, peynir sertliğinde süzme yoğurt, bizim çoban salatanın üzerine beyaz peynir serpilmiş türü olan Yunan salatasını seçerek, karaf içindeki rakıya yumulduk. Daha ilkini bitirmeden ikinci karaf masada yerini alıverdi kendiliğinden. Deniz ile yol arasındaki daracık masamızın üzerindeki hafif nesneleri uçuruyor rüzgar. Siparişleri verirken, ödeyeceğim tutarı öğrendiğim için , sürprizle karşılaşmadım, 33.80 € ödeyerek, keyifli bir gece ve yemeği geride bırakıyoruz. Giritlilerin çikudiya dedikleri rakının içimi çok sert, üstelik lezzetini alalım diye sek içince, gün boyu esen kuzey rüzgarının serinliği ürpertmez oluverdi. Ateşleniverdik. Onca meze ve çikudiyadan sonra pek yürüyecek halimiz kalmasa da; deniz kenarı boyunca, Voulismeni gölüne kadar yürüyüp, odamıza çekilip, uykuya teslim ettik kendimizi

22.06.2006 ( AGİOS NİCOLAOS )


Dışarıda esen rüzgara rağmen, sıcaktan uyuyamadık bir süre, ta ki; klimayı çalıştırınca uyumuşum. Kahvaltıdan sonra, Kitroplatia plajındaydık. Relaks bir tatil moduna girdik burada. Belki de, uzun Yunanistan gezisi süresince yorulup, bu dinlenmeyi hak ettik, kimbilir? Burası, Kandiyede seyahat ofisindeki kızın, bize 48 € yerine, 23 € ‘luk ferry bileti önermesi ile karşımıza çıktı. Aradaki , bilet farkı ile de, Ag. Nicolaos sahillerinde feta, kalamar ve Girit rakısı içiyoruz. Yemeğimizi yedikten sonra, aldığımız rakı şişelerini ve adaçayı , kekik torbalarını ite kaka çantalara doldurarak, 25 € borcumuzu ödüyor ve ferrybot iskelesinin bekleme salonuna geliyoruz. Rüzgar öyle sert esiyor ki; gelirken, elimizdeki çantaları elimizden alacak diye korktuk, yürümekte zorluk çektik. Lane Lanes’in ferrybotu 17.15’de Santorini’ye hareket edecek. Saat 17.00’de önümüze yanaşıyor. Bu arada, iskele araç ve TIR’larla doldu, Kiklat adalarını dolaşıp Pire’ye kadar gideceği için hayli kalabalık. Ierapetra isimli feribota bindik , biz ekonomik bilet yani deck almıştık, her yer pulman. Bir görevliye soruyorum, “ dışarıda oturacaksınız “ diyor. İçerideki gürültüden uzakta, güvertede kuytu bir köşe buluyoruz kendimize. Kazancaks’in Aleksi Zorba’ı Girit yollarında patronuna ne diyordu ? “ denizde yunus balıklarını görüp de, yüreği dellenmeyen, insan insan mıdır ? “ Güneş batana kadar, gözlerim, güverte korkuluklarının ardında beyhude yunus balıklarını arıyor. Ama yoklar. Jet hızı ile denizi yararak, kıyametleri koparan böylesine süratli feribotlar, denizin romantizmini öldürdüğü gibi, yunus balıkları ile yolcular arasında yüzyıllardır devam edegelen diyaloğu da koparttı, anlaşılan.

Saat 22.30’da Santorini Adasının Athinios limanına yanaşıyoruz. Başka güzellikler, başka çizgi ve renklerle haşır neşir olacağımız birkaç güne başlıyoruz, üzerimize çullanan, ellerine otel broşürleri ile müşteri kapma derdindeki hanutçulardan korunmaya çalışarak.

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..