Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Eylül '21

 
Kategori
Kültürler
 

Yupta - Kentaurlar.

Yupta - Kentaurlar.

Yeraltı Denizi'nde (Tengiz) yaşadığına inanılan, çatalkuyruklu ve dört ayaklı olarak algılanan yılan, yeraltı canavarı.

 

Eli ile ileride bir yeri işaret etti.

Rüçhan Suna’nın işaret ettiği yere baktı.

“Olamaz, bu Yutpa, yok, olamaz, onlar asırlar öncenin efsaneleri, imkânsız.” Timuçin:

“Hocam ne diyorsunuz. Yutpa nedir?”

Çağman:

“Rüçhan delirdin mi? Ne değinin farkında mısın?”

“Farkındayım. Yutpa, Altay uygarlığından kalan bir efsanedir.”

Diğer grup üyeleri de yanlarına gelmişti. Heyecanla ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Selim:

“Hocam ne efsanesi, bu Yutpa nedir?”

Rüçhan:

“Yeraltı Denizi'nde (Tengiz) yaşadığına inanılan, çatalkuyruklu ve dört ayaklı olarak algılanan yılan, yeraltı canavarı.”

Suna bağırdı.

“İşte orada, görmüyor musunuz?”

Herkes Suna’nın baktığı yere baktı. Çağman:

“Aman Allah’ım, bu o”

Bilim adamları korku ile etraflarına bakıyorlardı.  Suna, Çağman’a sarılmış halde bekliyordu. Atlas ve oğlu Dike heyecan ve korku ile birbirlerinin ellerini tutmuşlardı. Çağman etrafına baktı, ileride duran Atlas ile göz göze geldi.

“Bundan haberiniz var mıydı? Siz buraya geldiğinizde bu yaratığı gördünüz mü?”

Atlas başını sağa sola salladı.

“Hayır görmedim. Yemin ederim görmedim. Şu an ben de sizin kadar korkuyorum.”

Çağman, Rüçhan’a sordu.

“Hocam bu yaratık mı, canavar mı, her ne ise başımıza ne gelecek ne dersiniz?”

“Bazı metinlere göre ‘Doymadım’ ırmağının kıyılarında yeşil baldırlı, beyaz göğüslü, büyük kayığa benzer, çeneli, canavarlar vardır. Bunlara Yutpa denir. Yutpa'lar Erlik sarayının bekçileridir. “

“Bu bilgiler bizim nasıl işimize yarayacak? Buradan çıkabilecek miyiz?”

“Bilmiyorum.”

Selim bağırmaya başladı.

“Eyvahlar olsun, hareket ediyor; hem de buraya doğru…”

Toygar:

“Ne yapacağız? Biri cevap versin.”

Panikle geldikleri yöne doğru koşmaya başladıklarında arkalarından birtakım sesler gelmeye başladı. Atların ayak sesleriydi. Çağman eli ile durmalarını işaret etti.

“Benim duyduğumu siz de duyuyor musunuz? Atların ayak sesleri…”

Çağdaş:

“Ben de duyuyorum. Gerçekten. Atların ayak sesleri, olamaz, bu olamaz.”

Fikret:

“Bakın, arkanıza bakın.”

Atlas bağırdı.

“Bu- bu mümkün değil. Ben buraya geldiğimde bunlar yoktu; yemin ederim yoktu.” Çağman:

“Mucize bu mu? Bunlar at değil, bunlar antik Yunandaki at adamlar, yani Kentaurlar.”

 Suna çığlık çığlığa bağırmaya başladı.

“Buradan çıkmak istiyorum. Dayanamayacağım. Bunlar nasıl yaratıklar?”

Çağman Suna’nın koluna girdi.

“Sakin ol lütfen, sakin ol, bağırma, sese karşı nasıl tepki verirler bilmiyoruz.”

Suna ağlıyordu.

“Kalbim sıkışıyor, dayanamayaca…”

Sözünü tamamlayamamıştı. Olduğu yere yığıldı. Bayılmıştı.

 

Gölün çevresinde siyah karaltılar oluşmuştu.  Net görünmüyorlardı. Grup üyeleri gölden uzakta birbirlerine yakın duruyorlardı. Nerede ise hepsi bayılmak üzereydi. Titriyorlardı. Çoğunun sesi kısılmıştı. Atlas ve Çağman yerde baygın yatan Suna’yı ayıltmaya çalışıyorlardı. Çağman, Suna Baydaroğlu’nu ayıltmaya çalışıyordu.

“Suna- Suna kendine gel, geçti, haydi aç gözlerini.”

Atlas arada göle doğru baktı.

“Bunlar ne garip yaratıklar. Ben buraları araştırırken bunların hiçbiri yoktu.” Rüçhan:

“Arkadaşlar şimdi bunlar var mı yok mu tartışmasını yapmayalım, asıl konu, bize zarar verirler mi?” Çağman:

“Ben bize zarar vereceklerini düşünmüyorum. Zarar verecek olsalardı. Çoktan verirlerdi.” Selim:

“Sinemalarda gördüğümüz korku filmlerinin bir sahnesindeyiz. Buna inandım.”

Timuçin ters- ters Selim’e baktı.

“Ne yapacağız Selim Bey? Korkuyoruz ama koskoca bilim adamlarıyız, oturup ağlayacak halimiz yok ya, elbette tartışacağız.”

Toygar:

“Timuçin Bey haklı... Bilgilerimizi bir araya getirelim ki bu efsanevi canavarlardan nasıl kurtulacağız onu bulalım.”

Suna yavaşça gözlerini açtı, derin -derin nefes aldı.

“Gittiler mi?”

Çağman:

“Sakin ol, gitmediler ama bize zarar vermiyorlar. Onların savaşı kendi aralarında…”

Atlas Suna’ya bir şişe su uzattı. Mağaranın içinde birden nereden geldiği belli olmayan bir duman oluşmaya başladı. Nedim:

“Neler oluyor, bu dumanda neyin nesi? Zehirli bir gaz mı yoksa?”

Davul sesleri duyulmaya başladığında hepsi

“Yok artık. Bu kadar da değil!” diyecek hale gelmişlerdi. Toygar:

“Davul sesleri mi bu duyduğum? Siz de duyuyor musunuz?”

Çağman:

“Evet, davul sesi, sakin olalım.”

Timuçin:

“Hocam nasıl sakin olacağız? Neler oluyor?”

Dumanların arasında atların ayakları gözükmeye başlamıştı. Dumanlar mavi bir ışık halinde yukarı doğru çıkmaya başladı. Mağaranın içinde davul sesleri yankılanıyordu. Çağman yavaş sesle konuşmaya başladı.

“Tehlike geçiyor. Bakın davul sesleri arttı; sanki bir final oluyor. Dumanlarda yukarı doğru çıkıyor; ortalık eski haline geliyor.”

Rüçhan:

“Havada garip bir koku var. Nasıl söyleyeyim, parfüm gibi, mis gibi kokular geliyor. Sanki içimde hiç korku ve endişe kalmadı.”

Selim:

“Evet, haklısınız.”

Çağman:

“Bakın- bakın, göl eski haline geldi, ortalıkta ne duman ne de başka bir şey kalmadı, eski aydınlığına kavuştu.”

Timuçin:

“Atlas Hanım biz nereden gidecektik asıl mucizeye? Gerçi bu gördüklerimiz de mucize ötesi… “

Atlas eli ile ileride bir geçidi işaret etti.

“Şuradaki geçitten gideceğiz.”

Çağman:

“Arkadaşlar bence bir an önce yola devam edelim, ne olur!”

 

 

Nazan Şara Şatana’nın TAŞLAR – KIYAMET Kitabından…

 
Toplam blog
: 1731
: 4678
Kayıt tarihi
: 09.12.10
 
 

Turizmci; Genel müdür Yazar ; Romanlar, senaryolar müzikkaller... Sinema filmleri, TV filmleri.....