Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Mayıs '12

 
Kategori
Edebiyat
 

Yüreğim Közü: Türkçe (1)

Yüreğim Közü: Türkçe   (1)
 

Hepimiz, aynı aşkın; "Türk Dili" aşkının ateşi ile biraradayız....


Saygıdeğer Hanımefendiler ve Beyefendiler,

Yüreği Türkçe sevdası ile yanan, hayatı Türk Dili ile tadan Gönül Okuyucuları,
 

Hepimiz aynı aşkın “Türk Dili” aşkının ateşi ile biraradayız. Ve yine hepimiz tek yürek olup atmanın kıvancını taşıyoruz.Konuşmama başlamadan evvel hepinize gönülden “hoş geldiniz” der; toplantımızın Türkçemizin gönülden gönüle taşmasına vesile olmasını ve Dil Birliğimizin  kuvvetlenmesi açısından Türk Dünyası için faydalı geçmesini dilerim.


“Kasınçıgımın öyü kadgurar men             Sevgilimi düşünüp hasret çekiyorum
Kadgurdukça                                       Hasret çektikçe,
Kaşı körtlem                                       Kaşı güzelim!
Kavışıksayur men                                Kavuşmak istiyorum.
 
Öz amrakımın öyür men                                  Sevgilimi düşünüyorum;
Öyü evirür men ödü…/çün                                Düşünüp taşınıyorum…
Öz amrakının öpügseyür men                          Sevgilimi öpmek istiyorum.
Brayın tiser                                                    Gideyim desem,
Baç amrakın                                                  Güzel sevgilim,
Baru yime umaz men                                     Gidemem de…
Bagırsakım                                                    Canım
 
Kireyin tiser                                                   Gireyim desem,
Kiçigkiyem                                                     Küçüğüm,
Kirü yime umaz men                                       Giremem de…
Kin yıpar yıdlıgım                                            Mis, amber kokulum.
 
Küçlüg priştiler                                            Güçlü melekler
Küç birzün                                                  Güç versin.
Közi karam birle                                         Gözü karam ile
Külüşüpen külüşügin oluralım                      Gülerek, gülüşerek oturalım.
 Yaruk tenriler                                             Nurlu Tanrılar
Yarlıkazun                                                 Bağışlasın,
Yavaşım birle                                             Yavaşım ile
Yakışıpan adrımalım                                   Yakışıp ayrılmayalım
                                                        
(Arat 1988:459)   (Türkçenin Bilinen İlk Aşk Şiiri)


Türkçenin bilinen ilk aşk şiiri ile selamlamak ve kucaklamak istedim sizi…
 

Bu salonda toplanan bütün yürekler; biliyorum ki tıpkı benim gibi aşkla çarpıyor… Türkçe aşkı ile… Türk dilinde yazılmış ve söylenmiş; yazılacak ve okunacak şiirleri, öyküleri, düşünceleri, hayalleri, özlemleri, yürekleri paylaşma aşkı ile…Zaten bizleri bir araya getiren de o yüreğimizin sesi, yüreğimizin közü DİLİMİZ, değil mi? Benim de içimde işte aynı aşk ateşi var: Türkçe…
Türk dili deyince bakın neler damlar yüreğimizden?

DİLİMİN TARİHİ:

“Bundan tam 1250 yıl önce büyük Türk kahramanı Köl Tigin bir savaşta yiğitçe can vermişti. Ağabeyi Bilge Kağan 732 yılında onun hatırasına büyük bir abide diktirmiş ve 1250 yıl öteden Türk Milletine şöyle seslenmişti:”Türk Oğuz Beyleri! Millet! İşitin! Üstte gök çökmese altta yer delinmese, senin ilini töreni kim bozabilir? “

Bilge Kağan, kendisinden 1250 yıl sonra Türk Milletinin iliyle töresiyle ve diliyle yaşamaya devam edeceğini çok iyi biliyordu. Dilimizin ilk yazılı kaynaklarını taşlara o kazdırtmış ve milletimizin ebedî hayatının ilk müjdesini o vermişti. Kendisinden 1200 küsur yıl sonra Mustafa Kemal “Türk Milleti ilelebed payidar kalacaktır” diyerek aynı sesi binlerce yıl daha ötelere aktaracaktı. 1250 yıl önceki Türk Dili bugünkünden çok da farklı değildi:

“Bu yirde olurup Tabgaç budun birle tüzüldüm/ Bu yerde oturup Çin Milleti ile anlaştım
Altun, kümüş işgiti kutay bungsuz ança birür/Altını, gümüşü ipekliyi sıkıntıya düşmeden öylece veriyor.”

910 yıl önce Mahmut adlı bir başka Türk Kaşgardan çıkarak Türk illerini dolaşa dolaşa; Kırgız’dan, Yağma’dan, Kıpçak’tan ve Oğuz’dan topladığı kelimeleri defterine yaza yaza Bağdat’a gelmişti.Oğuz oğullarından Alpaslan 1071’de Malazgirt’te askerî bir zafer kazanırken, aynı tarihte Mahmud da Dicle kıyısında yazdığı “Divânü Lügâti’t- Türk’le Türkçe’nin zaferini ilan etmişti. Eserine Türklük gururunu ifade eden şu cümlelerle başlıyordu:

“Tanrı, devlet güneşini Türk burçlarında doğdurmuş ve gökleri onların ülkesi etrafında döndürmüştür.Onlara Türk adını vermiş ve onları yeryüzüne hakim kılmıştır.”

Yedi asır önce, Türkçe Anadolu’da belki de sönmeye yüz tutarken, Karamanoğlu Mehmed Bey, 1277 yılında “Bundan böyle divanda, dergâhta, bârgâhta, çarşıda, meydanda Türk dilinden başka dil konuşulmayacaktır” diye ferman okutmuş; Türkçenin ve Türk Milleti’nin yaşamaya devam edeceğini bir kere de o haykırmıştır.15.yüzyılda 2. Murat açık Türkçe ile eserler yazılmasını emretmiştir.

Aynı asrın ikinci yarısında Türkistan’da Herat şehrinde bir Türkçe kahramanı daha vardır: Zamanının Farsça yazan şairlerine karşı ısrarla Türkçeyi savunur. Kendisi Türkçe eserler yazmakla kalmaz; etrafına da bu konuda önayak olur. Muhakemetü’l- Lugateyn adlı eserini Türkçe’nin Farsça’dan üstün olduğunu ispat için kaleme alan Nevaî eserinde şunları söyler:

“Yaradılışım bayağıdan ve bayağılıktan kaçınmayı, iyiyi ve güzeli sevmeyi buyuruyordu. O zaman ana dilim üzerine düşünmeye koyuldum…”
“Türkçenin engin alanlarında ilhamımın şahlanan atını koşturdum. Sonsuz fezalarında hayalimin kuşunu havalandırdım.”
“Gönlüm, bu bahçenin gizliliklerinde cana can katan, göz görmedik çiçekler topladı.”

Yine Nevayî dilin ve edebiyatın bir milleti birleştiren en önemli unsur olduğunun farkındadır. Lisânü’t-Tayr adlı eserinde “Türk şiir bayrağını kaldırarak Türk ülkesinin birliğini sağladım” der.

Uzun yıllar Arapça ve Farsça etkisine giren Türkçeyi Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin sadeleştirerek, Türkçülüğün bu iki fikir ve hareket adamı, millî bir dil ve edebiyat yarattılar.

12 Temmuz 1932’de Atatürk’ün isteği ile Türk Dili ve Tetkik Cemiyeti kurulur. Hemen ardından Dil Kurultayı toplanır. Toplanacak bir kurulla Atatürk, Türk dilinin meselelerinin tartışılmasını ve Türkçenin eskiliğinin ve başlıca dünya dilerine kaynak olduğunun ortaya konulmasını ister. Toplanan kurultay Türkçe’nin bütün meselelerini masaya yatırır. Kurulan derleme heyetleri köy köy, kasaba kasaba dolaşır; yüz binlerce İstanbul’da bulunmayan kelime toplar. Türkçenin eski sözlükleri, Orta Asya’da yaşayan Türklere ait lehçe sözlükleri karşılaştırılır; Kazan, Başkurt ve Azerî Türklerinden dil bilginleri bu çalışmalara katılır. Bu çalışmalar; “öztürkçe kelimeleri tarama ve yabancı unsurları azaltma” diğer adıyla “tasviyecilik” çalışmaları üç dört yıl sürer. Yapılan tüm çalışmaların nihayetinde, içinde taşıdığı yüksek Türklük ve heyecanından doğan bir şevkle Atatürk,  “halkın bildiği ve manasını anladığı kelimelerin feda edilmemesi” düşüncesinde karar kılmıştır. Zaten onun yürüttüğü dil çalışmalarındaki asıl gayesi TÜRKÇE’NİN ilim metotları ile araştırılmasını sağlamak ve dilimizi yüksek bir medeniyet dili haline getirmekti. 

DİLDE BİRLİK İÇİN YANAN YÜREKLER:

Atatürk’ün nihai bir kararla sona erdirdiği tasfiyecilik; daha uzun yıllar devam ettirilerek dilimize zarar verdi.Uzun yıllardan beri dilimizi kemiren bu hastalığın adı uydurmacılıktır.

Bundan yetmiş yıl kadar önce Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve arkadaşları Selanik’te çıkardıkları Genç Kalemler dergisi ile “yeni lisan” fikrini ortaya koymuşlardır. O tarihe kadar “Türkçenin sadeleşmesi” konusunda söylenenler ilk defa bu hareketle bir sistem dahilinde ele alındı. Bu hareketin genel prensibi: Yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak, mümkün olduğu kadar İstanbul halkının konuşma diliyle yazmaktır. İlk yıllarda direnenler olmuşsa da Türkçülük hareketi on yıl gibi çok kısa bir zamanda başarıya ulaşmıştır. Çünkü Gökalp ve arkadaşları yeni bir dil yaratmaya kalkmadılar.Var olan kelimeleri atıp hiç kimsenin kullanmadığı yeni kelimeler uydurmadılar.Yazarlarımıza MEVCUT OLAN BİR DİL gösterdiler: İstanbul Türkçesi. Bu dil, İstanbul halkı tarafından kullanılıyordu; yaşayan Türkçeydi.

“Bir millete kullandığı dili bıraktırıp ona tamamen yeni bir dil öğretemezsiniz. Bundan dolayı uydurmacılık hareketi başarıya ulaşamamış; genel bir kabul görmemiştir.”

Uydurmacılığın dilimize yaptığı iki önemli zarar şudur: 1.Nesiller arasındaki bağı koparmaktadır. 2.Aynı zamanda yaşayan millet fertleri arasında bağı koparmakta; dolayısı ile Türkiye Türkleri ile Dünya üzerindeki tüm Türklerin arasındaki bağı da koparmaktadır.

İşte şimdi geliniz, 15. yüzyıla geri dönelim ve bir noktayı hatırdan çıkarmayalım: 15.yüzyılın sonlarına kadar Eski Anadolu Türkçesi adını alan Batı Türkçesi, bu tarihten sonra “Osmanlı Türkçesi” dediğimiz ikinci devreye girer. 16.-18. yüzyıllarda Türkçe Arapça ve Farsçanın büyük etkisi altına girmiştir. Yazı dili ile konuşma dili arasında bir ayrılık göze çarpar. Fakat bütün bunlara rağmen bu dil ne Arapça, ne Farsça ne de başka bir dildir; Türkçedir. ”Osmanlı Türkçesi” Türkologlar tarafından Türkçenin tarihi bir devresi kabul edilir.

Osmanlı Türkçesi’nin, Türk dili tarihindeki sağlam yerini görebildikten sonra Türkiye Türkçesi Hocam Sayın Ahmet Bîcan Ercilasun’un verdiği şu örneği sizlerle paylaşmak isterim:

Fuzulî, Leylî ve Mecnun, Bakû, 1977 kitabına Hamid Araslı’nın yazdığı Son Söz’den
(s. 182)

“Füzuli Azerbaycan edebiyyatının inkişafında mühim yer tutan dâhi bir sen’etkârdır. Onun adı 400 ilden artıgdır ki, bütün Şarg ölkelerinde hörmet ve mehebbetle çekilir. Şâirin, üç dilde yazmış olduğu divanlar, poemalar, allegorik eserler Şarg halglarının içerisinde geniş şekilde yayılmışdır. Füzuli’nin zengin yaratıcılığında lirika mühüm yer tutar. Şairin hususen anadilinde yazmış olduğu gezelllerde saf, temiz bir galbin iztirabları, yüksek bir mehebbetin heyecanları semimi bir dilde terennüm edilmişdir. Füzuli bütün dünyaya aşig  nezeri ile bahır, kâinatın mehebbet esasında yarandığını zennedir. Seherin açılışında, güneşin doğmasında, baharın, gülümsemesinde, bülbülün nâlesinde bir mehebbet duyur, bütün bunları mehebbet dili ile izah edir. O hüsüsen insana olan mehebbeti terennüm edir. Mehebbet Füzuli şe’rinde insanları birbirine yahınlaşdıran mugaddes bir guvvedir. Dostlug, mehribanlık, semimiyyet, mahz, mehebbet esasında yaranır. Mehebbet ele bir guvvedir ki, o insanı öz şehsi menfeetlerinden el çekmeye, ümumi menfeet üçün varlıgından keçmeye sövgedir. Füzuli’nin lirik şe’rlerinde terennüm edilen bu mehebbet dahi sen’etkârın yüksek sen’et nümunesi olan  “Leylî ve Mecnun” eserinde ümumileştirilmiştir.” (Ercilasun; 1983) 

Şu anda Türkiye Türkçesi Türkiye’den başka Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Irak, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya ve Bosna Hersek’teki Türklerin ortak edebî dilidir. Cumhuriyetimizin ilk dönem şair ve yazarlarının ulaştığı Türkçe, YAŞAYAN TÜRKÇE ortak hareket noktamız olmalıdır. 

Yegâh Elif Mirzâde

 

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..