Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Nisan '09

 
Kategori
Eğitim
 

Yüreğimdeki resimler

Öğretmenlik Hatıraları


Eğitim-Bir-Sen tarafından hazırlanan bu kitap, eğitim çalışanlarının hatıralarını kayıt altına almayı ve gelecek nesillere ışık tutmayı amaçlamaktadır. Kitaptaki parçalar, düzenlenen hatıra yarışmasında, illere göre birinci seçilen anılardan oluşmaktadır.


Bilecik’ten Meltem Tarhan’ın “Çünkü O…” Adlı Anısından:


1979 Afyon-Dazkırı doğumlu. İlkokul öğrenimini Dazkırı İlçesi’nin Bozan köyünde, ortaokulu Dazkırı İlçesi’nde tamamladı. Ortaokuldan sonra yapılan Anadolu Liseleri Giriş Sınavını kazanarak, Aydın-Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesi’ne girdi. 1998-2002 yılları arasında Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği Bölümü’nde öğrenim gördü. 2005 yılında Ağrı-Doğubeyazıt ilçesinde sözleşmeli öğretmen olarak göreve başladı. Bilecik-Gölpazarı Gazimihal İlköğretim Okulu’na kadrolu öğretmen olarak atandı. Halen stajyer öğretmen olarak burada görev yapmaktadır. Meltem Tarhan’ın kendi diliyle yazdığı “Çünkü O…” adlı okul anısı:


“Bu öğretmenimle ilk tanışmamız değildi aslında… Onu bizim evden de tanıyordum. Okul hayatımın en önemli basamağında her şeyini ortaya koymuş bir öğretmen olarak yalnızca benim değil, tüm minik dostlarımın da yanındaydı. Bize verdiği kalıcı ve sağlam öğretimin yanında, eğitim de çok önemliydi onun gözünde… Teneffüslerdeki oyunlarımız, temizliğimiz, tırnak-saç bakımımız ve konuşma şeklimiz gibi her şeyimizle, tek tek, bıkıp usanmadan ilgilenirdi.


Küçük bir köy okuluydu bizim okulumuz. Etrafımdaki tüm çocukların farklı bir şekilde konuştuklarını duyduğumda, o yaştaki bir çocuk olarak kendimi değişik bir ülkede hissetmiştim. Zamanla “bu ülkenin mi beni, benim mi ülkeyi değiştireceğim” soru işaretiydi… Sonucu bize bir müfettiş duyurdu şaşkınlıkla… “Diğer sınıfların konuşmasıyla, bu sınıfın konuşması çok farklı tebrikler, ” diyerek öğretmenimin ve benim katkılarımdan bahsetmişti üstü kapalı. Evet, zamanla çocuklar benim konuşmamdan etkilenerek, kendi ilginç konuşmalarını bırakmışlardı. Artık tüm sınıf aynı dilden konuşuyorduk.


Hayatımın en büyük hobilerindendir resim yapmak… Boyaların kokusu içinde kaybolmak, özgürce anlatmak içinden geçenleri bembeyaz kağıda… Öğretmenimdi bunu bana kazandıran… Öyle güzel resimler yapardık ki, minicik köyümüzdeki o candan sıcacık insanlar, bayılırlardı yaptığımız rengarenk çalışmalara… Hatta bir gün okulumuza gelen turist misafirlerimize her birimiz bir resmimizi hediye etmiştik. Bunu öğretmenimiz istemişti. Onlar da bizim bu resim aşkımızı destekleyen bir sürpriz yaptılar ve kocaman bir kuru boya seti hediye ettiler bize… Hala saklıyorum.


Öğretmenimizin hayat boyu bende alışkanlık yaptığı, her birinde farklı bir dünyaya gitmemi sağlayan, bir isteği daha olmuştu. “Kitap okumak…” Sınıfımızda oluşturduğumuz bir panoda, herkesin bir elması vardı ve en çok kitap okuyanın elması her geçen gün kızarıyordu. Bunu şimdi kendi sınıfımda da uyguluyorum. İlham kaynağı, canım öğretmenimden kaldı.


Sınıfımızda, bir de mısır patlaklarından oluşturduğumuz bir ilkbahar ağacımız vardı. Üzerine öğrendiğimiz kelimeleri asardık. Sınıf değil bir hayal dünyasıydı sanki. Her yer, her köşe yatığımız eserlerle bezenmişti. Onlar çok değerliydi öğretmenimiz için… Çünkü onları biz yapmıştık…

Sınıfımızı istediğimiz gibi kullanabiliyorduk. Kurallarımızı kendimiz koyardık. Kurallarımıza uymayanı ise kendimize göre cezalandırırdık. O da bir daha hiç yapmazdı. Sınıfımızda asla disiplin sorunu yaşamazdık. Bu yaşanmayan sorunumuzun tek mimarı öğretmenimizdi. Bizler hepimiz sınıfımızın başkanı, başkan yardımcısı, nöbetçisi, öğretmeniydik. Bunu bize sınıf öğretmenimiz öğretmişti…


Bir gün hastalandı öğretmenimiz. Bir süre gelemeyecekti okula. Gitmeden önce bize hiçbir uyarı yapma gereği duymamıştı. Çünkü biliyordu, bizler onun öğrencileriydik ve gözü asla arkada kalmazdı. Bir hafta boyunca kendi kendimizin öğretmeni olduk. Birbirimizi hiç üzmedik. Onun izinden yürüyerek onun gölgesinde özlemle gelmesini bekledik. Döndüğünde ise, kendince bir sınav vermişti ve bu sınavdan hepimiz alnımızın akıyla çıkmıştık. O sınıfımızda yoktu ama ondan sınıfımızda tam 29 tane meydana gelmişti. Hepimiz onun minyatürü olmuştuk. Çivi gibi çakmıştı beynimize kendini…


1, 2, 3, 4 derken gelmiştik 5. sınıfa… Evet ayrılmak zordu. Birbirine bu kadar kenetlenmiş insanlar nasıl kopabilirdi birbirinden... Bu şirin köy sıcacık insanlar, canım arkadaşlarım ve canım öğretmenim… Geride kalıyor her şey derken, o bize her şeyin bir başlangıç olduğunu söyledi. Hayat yeni başlıyorduk. Evet doğru. Şimdi ne demek istediğini daha iyi anlıyorum. Bu yepyeni bir sayfaydı…


Bizi toprağa öyle sağlam bağlamıştı ve köklerimiz öyle derinlerdeydi ki zamanla kocaman ağaçlar haline geldik. Şimdi hepimiz ülkenin çeşitli yerlerinde, öğretmen, hakim, doktor, savcı olarak görev yapıyoruz. Ama çoğumuz öğretmenliği seçti. Bu mesleğin ne kadar kutsal ne kadar anlamlı, ne kadar yüce olduğunu gösterdi bizlere… Başka meslek düşünemedik bile… O özel durumlarını, hayatın acı günlerini okula, çocuklarına yansıtmayan bir öğretmendi. İçinde yaşardı acılarını sevinçlerini… Rahatsızlığı nedeniyle 23 yıl çalışabildi bu çiçek bahçesinde… Yetiştirdiği çiçekler şimdi Türkiye’nin dört bir köşesindeki diğer çiçeklere can damarı oluyor… O ise bunu uzaktan izliyor… Gururla, başı dik…


Bunları nerden mi biliyorum? Evet, biliyorum. Çünkü ben onun yetiştirdiği çiçeklerden biriyim ve öyle şanslıyım ki… Çünkü ben onun kızıyım; çünkü o benim annem…”

Çankırı’dan Ahmet Öner’in “Öğretmenim” Adlı Anısından:


1974 de Adana’nın Pozantı ilçesinde doğdu. İlkokul üçüncü sınıfa kadar Aşağıyirikler Köyü’nde, iki yılını da Nergizlik İlkokulunda tamamladı. Ortaokulu, Karaisalı Lisesi Orta kısmında bitirdikten sonra, Adana Endüstri Meslek Lisesini, oradan da Gazi Eğitim Fakültesi’ne girdi.


1998 yılında Sınıf Öğretmeni olarak Gaziantep’in Karkamış ilçesinde göreve başladı. Halen Çankırı Ilgaz Atatürk İlköğretim Okulunda Sınıf öğretmeni olarak görev yapmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır. Ahmet Öner’in kendi ağzıyla yazdığı “Öğretmenim” adlı okul anısı:


“Öğretmen olmadan, öğretmenliği tarif edebilir misiniz bana? Öğretmen demek, hayatın sadece öğretim yönünü almak mı, yoksa kişiyi hayata hazırlamak mıdır? Öğretmenim… Tohumları ekip, sarı sarı başakları toplayana kadar didinen, sevgi veren çiftçi gibi, bıkmadan usanmadan emek veren sabır gülleri öğretmenler… Bir milletin geleceğini yarı yolda bırakmayan, her türlü sıkıntıya göğüs gererek bendini çiğnetmeyen mazlum öğretmenler… Karanlıklarda kalmış, yağmura muhtaç çöllere inen kutlu bir yağmur misali, cehalete, husumete, çirkefliğe, kısır döngülere, hıyanetlere ve toplumların bütün hastalıklarına karşı savaş açmış, muzaffer öğretmenler…


Toros dağlarının çam kokulu yollarında her yürüyüşümde, o günleri düşünür, yamalı ayakkabı, çamurlu önlük, gübre torbasından yapılmış yağmurluk ile düştüğümüz yolları düşünür arkadaşımızla yaptığımız kavgaları, oynadığımız oyunları hatırlarım. Hayatı bir merdivene benzeten, her basamağında bir engelin olduğunu ve bu engellerin bizleri asla yıldırmaması gerektiğini, aksine geçmişe bakıp bir ok gibi hız almamız gerektiğini anlatan öğretmenimin sözleri çınlanıyor kulaklarımda.


Şimdi bende öğretmenim. Şimdi o sözleri daha iyi anlıyorum. Öğrenciyken gittiğim o yollardan, şimdi bir öğretmen olarak yürüyorum ve öğretmenimin beni hayata hazırladığı çamlı dağların havasını derin derin soluyorum.


Okulumuz bir hayli uzaktı köyümüze. Araba yolu yoktu. Olsa bile bizleri taşıyacak araba yoktu. Her gün sabah erkenden kalkacak, karnını doyurup eline yoğurt kovalarını aldığım gibi yola düşeceksin. Bir saat yürüyüp herkesten önce okula varacak ve yoğurdu satacaksın. Selin üstüne kurulan köprüden geçip, kıvrılarak giden keçi yollarından keçi gibi sekip gideceksin.


Sırtımda gariban anamın dokuduğu nakış işlemeli bir el dokuması çantam vardı. İçinde bitmekte olan bir kalem, yarım bir silgi ve gücümüz nispetinde alınan bir iki kitap ve defter.


Akşamın olmasını hiç istemezdik. Çünkü bizim köy akşam olduğu zaman yerinde görünmez, hayalet köy olur. Elektriğin ve evlere akan suyun bilindiği, fakat nedense bir türlü getirilemediği Yörük Köyü. Gerçi şu anda zenginliğin alameti olan şömine, bizim tabirimizle ocak yanar, ta ki ben defter, kitap, kalem, silgi ve benim aramda bir kör dövüşü başlardı. Evdeki bütün aile fertlerinin ocağın etrafına üşüştüğünü bir düşünün. Ocağın ışığında el yordamıyla yazılmaya çalışılan birkaç satır ve okunmamış birkaç kitap.


Okulu seviyordum. Çünkü bana bu hayatı sevdiren, içinde bulunduğum durumla mücadele etmemi öğreten bir öğretmenim vardı. Yaşamış olduğumuz hayatın acı gerçeklerini unutturan, Pollyanna gibi duruma göre mutlu olmayı öğreten. Kendi hayatından örnekler verirdi, ayakta kalabilmemiz için. Ben, ben olduğumu ilk defa onu yanında anlamıştım.


Kara tahtanın başına geçip: “Siz kır çiçekleri, el değmemiş, köleleştirilmemiş yaban tayları! Sizler, yaşamış olduğunuz sıkıntı ve zorluklara boyun eğmeyin. Hayatın her anında bir ibret, bir yeni yaşam vardır sabredenlere. Şu gördüğünüz Toros dağlarının ardını görebilmeniz için, ilk önce dağı tırmanmanız gerekir. Tırmanırken soğuğa, kara, kısaca her türlü zorluğa göğüs germeniz gerekir. İşte sizin hayatınız bu dağ. Dağlar aşılamaz, demeyin. Dağları aşın ve meydan okuyun. Her türlü zorluğa karşı. Bir at nalı değil, toplumları etkileyen bir komutan olmalısınız.”


Bir kış sabahı yine erkenden kalkmıştı. Toroslar’ın o meşhur yağmuru tutmuştu. Yağmurun durmasını beklemek okula geç kalmaktı. Üzerimi giyip çantamı sırtıma astım. Gidilecek bir saatlik yol vardı ve yağmur yağıyordu. Naylon gübre torbasından hazırlanmış yağmurluğumu giyip, yola koyuldum. Arkadaşların bazısında naylon gübre torbasından yapılmış yağmurluk bile yoktu.


Hiç kimsede ses yok, sadece kalp atışlarımızın seslerini duyuyoruz. Hepimizde aynı korku, aynı merak… Acaba sel gelip köprümüzü yıktı mı? Yıkmadıysa bile nasıl geçeceğiz? Islanmayı unutmuş, okula nasıl varacağımızı düşünüyorduk.


Köprünün başına gelmiş, ilk geçecek kişiyi bekliyor, gözlerimiz onu arıyor, birbirimize bakıyorduk. Köprünün altından gelen küt küt sesleri tüylerimizi diken diken ediyor, korkudan tir tir titriyorduk. Korkusunu yenen fedâkar bir arkadaşımız öncülük ediyor ve karşıya geçiyoruz. Sanki sırtımızdan tonlarca yük iniyor birden. Sırılsıklam olduğumuzun o zaman farkına varıyoruz. Birbirimize gururla bakıyoruz. Deli dolu akan boz yılanı umursamıyor atık, bir çocuk edasıyla güller açıyor yüzlerimizde.


Koşar adımlarla ilerliyoruz okula doğru. Acaba öğretmenimiz bizi nasıl karşılayacaktı? Yağmurda yola çıktığımız için kızacak mı? Yoksa merhamet edip kol kanat mı gerecekti?


Islak ve çamurlu halimizle adım atarken gözlerimiz okulun penceresine takılıyor. Öğrenciler içeri girmiş, bir akarsuya bir de bizim halimize bakıyorlar. Ağlamanın ve gülmenin anlamını kaybettiği, konuşmanın sustuğu bir an. Zafer kazanmış komutan edasıyla giriyoruz içeri.


Öğretmenimiz ve biz göz göze geliyor, adeta donuyoruz… İşte o anda öğretmenimizin merhamet ve tevazu kanatlarını birden üstümüzde hissetmiş her şeyi unutmuştuk.


Onun umursamaz ailelerimize isyanı ile kendimize gelmiştik. Bir taraftan sobaya daha fazla odun attırıyor, diğer taraftan oturakları sobanın etrafına çekiyor, köylü çocuklara kuru elbise getirmelerini söylüyordu. Anne kuş gibi kanatlarını üstümüze indirip, tebessüm ediyor ve güller açıyor gülen yüzünde. İliklerimize kadar ıslanan bedenimiz ısınıyor, onu sevgisiyle.


Bahar gelmişti. Bahar sabahı ile kalkıyor, okula gidiyor ve bahar akşamı ile dönüyorduk evlerimize. Sadece öğretmenler gününde albenili hediyeler değil, her gün gelirken dağ laleleri toplar utanarak size verirdik. Ulaşılmaz sarp geçitlerden nergis toplar, mor menekşe ile bağlar, masanızı süslerdik.


İnsanların karşısına çıkıp şiir okumayı ve türkü söylemeyi senden öğrenmiştim. En önemlisi köy öğretmenliğinin ne demek olduğunu senden öğrenmiştim. Bakın öğretmenim ben de öğretmen oldum sizin gibi. Köy çiçeklerini suladım; ama ne bu çiçekler eski çiçek, ne de bahçıvanlar eski bahçıvanlar. Sevgini ve saygını maddiyata dönüştüğü anlamını kaybettiği bir çağda yaşıyoruz. Eski günleri hatırlayarak bakıyorum öğrencilerime. Sizi ve sizler gibi öğretmenleri anlatıyorum beyaz, tebeşirsiz tahtanın önünde. Hala kokusu gitmedi burnumdan, ellerimle toplayıp size getirdiğim lale, nergis ve menekşenin kokusu. Şimdi kokluyorum ama kokmuyor o eski riyasız kokular.


Her memlekete gidişimde, Mörtmen’e uğrar, yeşilbaşlı gövel ördeği söyler, eski köprünün yerine bakar, ta uzaklara dalarım. Okuluma bakarım harabe, baykuşlara vatan olmuş, çocukların sesine hasret bir halde dimdik ayakta. O yağmurlu gün aklıma gelir. Sizin hayatıma girişiniz… Satamadığımız, ayağımız taşa takılarak düşüp döktüğümüz yoğurtları hatırlar, tebessüm ederim.”


Sonuç:

Her başarının altında bir öğretmen yatar.


Kevser Altın

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..