Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Mustafa Çifci Aşk Yazarı

http://blog.milliyet.com.tr/mustafacifci

24 Eylül '13

 
Kategori
İlişkiler
 

Yüreğinin derinliklerinde bana da yer var mı?

Yüreğinin derinliklerinde bana da yer var mı?
 

Yüreğinin derinliklerinde bana da yer var mı?


“Hadi gözün aydın, beklediğin geldi”, dedi.

Beklediğim biri miydiniz? Evet,  ama bu öylesine bir bekleyişti. Daha fazlasını düşünmek ya da hayaller kurmak sadece kendi kendimi kandırmaktan başka bir işe yaramazdı. Henüz tanışmamıştık bile. Hatta doğum gününde size mesaj çekmiş karşılığını alamayınca benim seni düşünmeme rağmen senin beni hiç düşünmediğini düşünmüştüm. Üstelik arkadaşlar arasında gönderilen her mesajın mutlaka bir karşılığını beklememek gerektiğine dair naralar atsam da, o gün sizden akşama kadar mesaj bekleyerek kendi yanlışıma düşmüştüm. Ve mesaj hatalı bir mesajdı. Belki de bu yüzden yazmamıştın. Hüzünlerden söz etmiştim ne gereği varsa, gereksiz ve yersizdi. Ben nereden bilecektim sizin hüznünüzü ya da sevinçlerinizi.

Buluşma yerine konuştuğumuz saatten önce gittim. Arka taraflarda bir masaya oturup çayımı içerken yeni notlarımı alıyordum. İçimdeki tatlı heyecanın esiri değildim. Sadece tanışma olacaktı. Eğer çok çok seversem tekrar buluşmak için ısrarlarım olabilirdi. Ama siz beni istemezseniz, beğenip sevmezseniz nasıl olacaktı? Karşılıksız bir sevda acısını kaldıracak kadar güçlü değildim. Bir ilişkiyi sürdürebilmek için karşılıklı bir bağın oluşması, olmazsa olmaz koşuluydu.

Tam zamanında o tatlı ablamızla, ortak bir arkadaşımızla geldiniz.

Güzel bir kadındın.

Mert ve kendine güvenen, bildiklerini içine atmayıp hemen söyleyebilenlerden.

Gerektiğinde yumruğunu masaya vurabilen bir yapın vardı.

Ve göğüs dekolten oldukça güzeldi...

Hızlı bir sohbete başladık. Sanki uzun yıllar tanışık gibi samimiydik. Seviyordum böylesi samimi insanları. Hayatın mutsuzluğundan söz ediyorduk. Neydi eksik olan? Neden doyasıya bir yaşantımız yoktu? Neden hep özlemlerimizle baş başa kalıyorduk? Bu hayatın sorumlusu kimdi? Mutluluk neden hep uzaklardaydı? Bir ben konuşuyor, birde yanımızda ki ablamız kendi iç sorunlarını anlatıyordu. “Dün gece odama almadım”, demişti eşi için. “Gitsin kendi odasında, kendisiyle baş başa kalsın, soğumuşum, istemiyorum.”

Parçalanmış aile dramları beni çok üzerdi. İçlerindeki sevgi bağı kırılmış, yaşamın ve evliliğin büyüsü, heyecanı gitmiş ama yine de birlikte yaşayan insanların o sönük dünyalarında kendi yalnızlıklarında eridiklerini görmek son derece hüzün veriyordu bana. Sevgi, kristal bir cam vazo gibiydi, kırıldığı anda her şey bitiyordu. Aşklarda böyleydi, ilişkilerde. Her ilişki içinde tatlı bir büyüyü saklıyordu. Kristal cam vazo gibiydi her aşk. Kırılmadan önce en güzel yerlerde saklanırken kırıldıktan sonra çöp kutusuna atılıyordu. Ve büyük kentlerde aşklarda bir iki gün içinde kirleniyordu. Bir arkadaşım anlatmıştı okul yıllarımda, ana babasının aşk içinde evlendiklerini daha sonra babasının başka kadınlarla ilişkisi olduğunu, çok sık çapkınlıklarının başladığını ve daha sonra boşandıklarını.

O kendi hikâyesini anlatıyor bense kendi ailemi düşünüyordum o anlarda.

Ben parçalanmış bir ailenin çocuğu değildim.

Yarıyıl tatillerinde eve döndüğünde tam bir huzuru bulmadığını, bir babasıyla, bir annesiyle konuştuğunu söyledikçe ben kendi yemek soframızı düşünürdüm. Annem biz varmadan önce birçok yemekler ve tatlılar yapardı. Baklava açardı elleriyle. Gece yarılarına kadar uyumazdık o gecelerde. Komşularımızda gelirlerdi. Genç kızlar, kadınlar, çocuklar. Ben onlara masallar anlatırdım. Ağabeylerim, ablalarım köydeki yaşıtlarıyla birer çocuk gibi sabahlara kadar oynaşırlardı. Ev darmadağın olurdu ama annem hiç kızmaz, babam kızıp bağırmazdı. Radyoda bir türkü çıkmaya görsün hep birlikte söylerdik. Ve arkası yarın dizilerini hiç kaçırmazdık. Ve okula dönerken doya doya bir tatil yapmış olurduk ve bolca ağlardık ayrılırken.

Ben o günlerde öğrenmiştim ailenin kalabalık ve mutlu olmasının verdiği huzuru hiç ama hiç bir şeyin vermediğini. Ve çocuklukta yaşanan her şeyin insanın içinde hayatı boyunca yaşadığını, mutlu birlikteliklerin, yaşanmış tatlı huzurun insana her zaman güç verdiğini o günlerde öğrenmiştim. Çocukta olsak asla ve asla yalan söylenmemesi gerektiğini, yalanın bir suç olduğunu, büyüklere karşı saygı da kusur edilmemesi ve arkadaşlar arasında diğerlerinde olmayan bir yiyeceğin tek başına yenmemesi gerektiğini o günlerde öğrenmiştim. Doyamadım o günlere, aile sıcaklığına doyamadım...

İlk aşkımı da o günlerde yaşamıştım. Hasretin nasıl bir duygu olduğunu yaşayarak öğrenmiştim. Sevginin hep büyüyerek devam ettiğini ve sevginin güzel duygular ürettiğini, insanı güzelleştirdiğini, verdiğimiz sevgiden daha çok sevgi aldığımızı ve sevginin çevremize de güzellik kattığını o günlerde öğrenmiştim. İlk aşkıma da doyamamıştım.

İnsan yalnızdı temelde. Bunu da biliyordum. Gecenin içinde tek başına kaldığımda sabahlara kadar ağladığım çok olmuştu. İnsan yüreğinin derinliklerine öyle kolay kolay başkalarını alamıyordu. İç dünyamızın en derin yerlerine sadece aşık olduğumuz insanların girmesine izin veriyorduk. Bunun bir adı da güvendi. Güven olmadan ne sevgi oluyordu, ne de aşk. Ve güven yıllarca sürüp giden bir paylaşmanın meyvesiydi. Ve insan en çok güvendiği şeylere sahip çıkıyordu.

Aşk gibi.

Aşk, en avutucu duygu olmuştu benim hayatımda.

O akşam hem bunları düşünüyor hem de seni dinliyordum. Gülümseyişin çok tatlı, gözlerinde ise bir canlılık vardı.

Aşkın sıcaklığında beni yüreğine alacak mıydın?

Yüreğinin derinliklerinde bana da yerin var mıydı?

Bir anda sana sarılıp, “Saklama kendini, dostluğu ve sevgiyi arıyorsan sende sarıl bana. Bırak benim de yalnızlığım ve sevgiye aç olan yanım gün ışığına çıksın, birlikte yaşama dair mutlu anlar yaratalım”, demek istiyordum. Sen istersen her şey olabilirdi.

Ablamız yanımızdan kısa bir an ayrılıp lavaboya gittiğinde ise şöyle demiştin: “Ben sorunlarımı öyle hemen anlatmam. Bu dert akıtmaktır, kendi dertlerimle neden başkalarının canını sıkayım ki? Ama öyle insanları da hoş görmek gerek ne de olsa bir zamanlar onlarda insandı! Ben dert anlatmasını sevmem, öyle değil mi?”

Bilmiyorum, demiştim. O zaman yalan mı, dertler paylaşıldıkça küçülür demeleri. Yalan mı yoksa gerçekten? Biz bilmeden bir yalanın peşinden mi koşuyoruz yıllardır?

Gülümsemiştin. Gözlerime bakarak, “Sence ben sıkıcı biri miyim?” diye sormuştun. Evet, demiştim. Hiçte çekilmiyorsun hani. Şaka olduğunu anlamış, ellerinle saçlarını taramıştın. Sıkılmış gibiydin ama sıkılmış olsan masadan kalkıp gidecek kadar yürekliydin.  

Konuşmanın arasında bir arkadaşından söz etmiştin. Değişik bir yapısı var, demiştin. Bazen insanlara tepeden bakar. Konuştuğum bazı arkadaşlarım onun için, “boş ver, bundan ne buluyorsun, der. İstersen tanışabilirsin.”

“İyi olur”, demiştim. “Evet, tanışmak istiyorum.”

“Bak işte gördün mü, şimdi de onu merak edeceksin. Ondan sonra bir başkası olacak ve bu böyle sürüp gidecek.”

Hayır,  hayır yanılıyorsun, demiştim.

Kendimi bir anda senin gözünde kadın avcısı gibi gördüm ama değildim, bu işler beni aşardı.

Sonra yüzüne baktım. Söz arasında erkek gözüyle diye konuşunca tatlı sevimliliğinle ellerinle yüzünü kapatıp, ”yapma, utanıyorum” demiş ve gülümsemiştin. 

Güzel, tatlı bir yanın vardı.

Bir görüşmeden sonra unutulmayıp akılda kalandın.

Yeni bir öyküydün. Yeni bir şiirdin.

O güne kadar gidilmemiş yeni bir kente gitmek gibiydi seninle olmak. Ve kentin en görkemli, en lüks yerlerinde gezinmek, en pahalı lokantalarında yemek yemek, içki içip sarhoş olmak gibiydi.  Ve ardından, “ben sıkıcı mıyım?” deyip gülümsediğinde, ellerinle saçlarını sürekli elleyişinde, kendimi ansızın kentin dar, sığıntı, yarı aydınlatılmış sokaklarında buluyordum. Tahtalarının yarısı kırılmış bir masanın yine kırık bir bankında birlikte oturmuş, bedenin bedenime yaslanmış, elin elimde, bir simidi paylaşırken görüyordum ikimizi. Ve ayaklarımızın altında küçük bir kedi yavrusu dolanıyordu. Kimsesiz, anasız babasız bir kedi yavrusu...

İkimizde yavru kediye bakıyorduk. İçimizde büyürken yalnızlığın hüznü bir yandan hava gitgide kararıyor ve rüzgâr esmeye başlıyordu. Ceketimi çıkarıp çıplak omuzlarının üstüne örtüyordum. Kanayan bir yaranın üstüne pansuman yaparmış gibi, uzun zaman aradan sonra ilk defa o gün kavuşmuş gibi sizi sımsıcak bir hasretle öpüyordum. Sizde öylesine duruyor, konuşmuyor, bakışlarınızla, “acele etme, gece insin, bekle biraz daha”, der gibiydin. 

“Ben öyle her şeyi sevmem” dedin. “Bakın tatilde, deniz kenarında güneşlenirken yakınımdaki bir adamın, karım beni aldatırsa onu öldürürüm, yaşatmam dediğini duyunca dayanamayıp hemen atıldım, nereden buluyorsun bu hakkı, dedim. O böyle bir şey yaparsa suçu önce siz kendinizde aramalısınız. Ben onun her şeyini karşılıyorum, dedi. Aç değil açık değil. Zihniyet bu, dedim. Kadınlarınızı bir mal olarak görüyorsunuz. Sadece aç,  açıklıkla ilgili değil. Sanki siz almadan o babasının evinde aç duruyor açıkta kalmıştı da siz kurtardınız.”

Haklıydın..

Ne söylesen de az gelirdi.

Aslında önce toplumda erkekleri eğitmek gerekiyordu. Ve ikimizde anlayamıyorduk ayrılan çiftlerin araları nasılda kötü olabiliyordu. Bir zamanlar iyiyken neler oluyordu da araya kin ve nefret girebiliyordu.

Güçlü bir yapın vardı.

Sert bir bakışın kimi zaman.

Ama o sertliğin altında sevimli, tatlı, doyumsuz bir yanın hemen göze çarpıyordu. Yavru bir kuş gibi seni göğsüme bastırmak istiyordum. Hep uzaklara bakıyordun, birde sık sık çalan telefonun vardı. Hiç beklemediğim bir anda ağız dolusu gülümsüyor ve gülümsediğinde dudakların, yüzündeki kıvrımlarıyla yarı kapanan gözlerinle çok daha güzel oluyordun.

Hem güzeldin hem de akıllıydın.

Ve oldukça kadınsı, olabildiğince dişi ve göğüs dekolten çok yakışmıştı.

Ayrılırken bir daha görüşecek miyiz?, diye sormuştum.

“Evet”, demiştin. “Görüşeceğiz. Sorun yok.”

Bu umut vericiydi. Aradığımız bir gecelik kaçamak ilişkiler değildi. O ilişkiler yaşanıp biten, doyumsuzluğun bir anlık susturulmasının geçici ilacıydı ama bizim aradığımız kalıcı bir dostluktu. Aşk ve dostluğun aynı yolda yürütülme isteğiydi belki de...

Sevmiştim seni. Güvenilir bir yapın vardı. 

Sakın bir daha sıkıcı olup olmadığını sorma, olur mu?

Sıkıcı olan yalnızlık, sıkıcı olan sensizlik. Sıkıcı olan senden uzak kalmak.

Sen ise gün ışığı kadar aydınlıktın.

Kelepçe vuramadığım, inkâr edemediğim, saklayamadığım, içimden koparıp atamadığım bir sevgi seliydi sana duyduğum. Unutalım bu güne kadar yaşanan gündelik dostlukları, sahte, çıkarcı sevgi sözlerini. Sil baştan yeni bir pencere açalım. Var mısın? Bir sevda yolculuğuna hazır mısın?

Ve akşam mektubunda benim için, “Sevecen, kibar, zeki ve çekingen”, yazdığını okuyordum.

Aklımdaydın gece yarılarında.

Güzelliğin ve sevecenliğinle...

(.2006 )

Yazar:  Mustafa Çifci- www.mustafacifci.com

 Not: Bu eser Mustafa Çifci’nin kitabından alınmıştır. Telif hakkı yazarına ait olup, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası kapsamında her hakkı saklıdır. Yazarın yazılı izni alınmadan kopya edilmesi, çoğaltılması, dağıtılması, özet olarak belli bir bölümün başka yerlerde yayınlanması yasaktır.

 

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 297
: 523
Kayıt tarihi
: 16.04.13
 
 

Yazılarında insanı derinden etkileyen yoğun bir duygusallık, hüzün, karamsarlık ve yalnızlık vard..