Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Haziran '12

 
Kategori
Öykü
 

Yürürken… Düşünürken…

Yürürken… Düşünürken…
 

Çağrışımlar: Zihnimizden havalanan güvercinler gibidir bazen...


Çok ağır bir kıs geçirmişti. Her 20 yılda bir tekrarlayan Sibirya kışlarından biriydi. Ardından gelen bahar da baharlığını bilememiş gibiydi sanki. Aydınlık ve diriydi ama sanki unutmuş gibiydi giyindiğini rengârenk gelinliğini… Soğukla ılıman arası, hastalıkla sağlık arası, kararsız, ıslak ve hüzünlü bir Nisan ve Mayıs’tı yaşanan... Oysa ummuş ve istemişti ki; taze bir bahar  bu mevsim de sıcak bir çorba gibi tütsün, ısıtarak soğuğun ve yoksunlukların o hüzünlü yüzünü ve donuk bedenlerini… Oysa telafisi imkânsız bazı önemli kayıplara yol açmıştı bu dönem onda… İnsanların çoğunun da insanlığını unutur hale getirildiği şu ahir zamanlarda...

O hep dışarılara, açık havaya çıkıp uzun yürüyüşler yapmayı hayal ediyordu. Özellikle de anne evinin karşısındaki -açık hava spor kompleksinde- tartan piste çıkıp yürümeyi ve hafif hafif de olsa koşmayı hayal ediyordu o kış ve yalancı bahar boyunca… Yürümekle hızlı düşünmek arasındaki o çok yakın akrabalığı iyi biliyordu.  Sokrates’ten, Platon’dan ve hocası Allaeddin (Adam) Şenel’den biliyordu!

Hızla bastıran aşırı sıcakların ardından bu yürüyüş nihayet Haziran ortalarında nasip oldu. Onca araya, onca zamana ve hiç de genç sayılmayacak yaşına rağmen oldukça iyi yürüdüğünü hissetti. Yoksa bu iyilik hayatta pek bir işe yaramayan, etkisiz iyiliği gibi mi diye düşündü… Hayatında, vasat ve vasat altıların egemenliğindeki, o çoğu anlamsız hay-huyun, itiş-kakışmaların, aldatmaca-kandırmaca- göz boyamaların, kavga ve küfürlerin içine pek fazla girmeyip çoğu kez tribünlerden izlemeyi seçe seçe  ulaştığı -sözde- başarısızlığın dayattığı mecburi ve etkisiz iyilik tarzı bir iyilik miydi yürüyüşüne de yansıyan acaba? Olmayacak hiç bir işe asla evet dememesi, artık erozyona uğramış mesleki bilgisi, iki yabancı dili ve boğazından hak edilmemiş tek bir lokma geçmemesiydi en büyük sermayesi...

Bu düşünceden kurtulmak için adımlarını sıklaştırdı. Koşar adımdı artık. Bu sefer de kendini birden 1959 model, açık mavi renkli bir Chevrolet Impala’nın direksiyonunun başında hayal etti. Erken çocukluk hayallerinde büyüyünce mutlaka almak istediği, arkadan yüzgeç kanatlı, o zarif arabanın havalı direksiyonunda… Araba modellerinin de insan davranışları -hatta karakterleri- gibi sürekli değiştiğini akıl edemediği o saf çocukluk yıllarındaki gibi…

Önünde iki diri, sağlam fizikli ama yaşını başını almış adam, gençlerin o uzun, basketçi taklitli şortlarının aksine 70’lerin atletlerini andıran kısa şortları ve kaslı bacaklarıyla tempolu bir şekilde koşuyorlardı. Aralarındaki konuşmalardan emekli olduklarını anladı. İşin iş, çalışmanın çalışma olduğu zamanlarda çalışmışlardı. Şimdilerde olduğu gibi, çoğu iş yerinde, tüm işlerin bilgisayarlar aracılığıyla en fazla iki-üç saatte bittiği, kalan daha uzun bir zamanın ise dedikodu, Chat, laga-luga, iş ve kişisel çıkar takibi ile geçirildiği dönemlerde değil… Zaten ne zamandır “…Tüm gün deliler gibi çalışıyorum…”, “… Ben kaç yılın bilmem nesiyim…” türünden avarelik ve böbürlenmelere kulakları tıkalıydı! Biraz önlerine geçti, iki şerit yakındaki kulvardan başını hafifçe çevirerek yüzlerine baktı. Yüzlerinde, hani şu insanların hiç kimseye yaptıramadıkları güç işleri en yakın bildiklerine, bin bir rica minnetle yaptırıp yüzlerine karşı “fedakâr”, arkalarından ise pervasızca “saf, aptal” dedikleri muhlis bir ifade sezinledi…  Yoksa onlar 1959 model Chevrolet Impala’yı gerçekten kullanmış olabilirler miydi?

Tekrar hız kesti. Kendini yürürken –ve düşünürken- iyi hissettiğini kendi kendine bir kez daha teyit etti. Kat ettiği her turdan sonra biraz daha açılıyor, rahatlıyordu. Sanki karayollarında seyahat ederken, sağındaki yeşil renkli kocaman levhalarda varılacak yere doğru azalan km. rakamlarını anımsatıyordu ona devirdiği her tur… Oysa iki lafın biri “… Varılacak yerden çok yolculuğun kendisidir önemli olan…” diyen de kendisiydi… Rahatlama hissi de normal yaşından her turda bir yaş daha genç hissetmesine yol açıyordu. Böyle böyle neredeyse bir önceki Sibirya kışına kadar indi. Oysaki “…Hangi yaşta olursak olalım, şu an hayatta bir daha olamayacağımız kadar genciz…” diyen de yine kendisiydi… İnsan işte, antik çağlardan beri süregelen daimi gençlik, güzellik ve sağlık isteğinin apansız tezahürleri…

Aaa… O da ne? Şimdi de önünden küçük bir kertenkele hızla geçti. Aklına nedense Ankara Güvenpark’ta alışveriş festivali (hayat zaten tümüyle bir tür alışveriş festivaline dönüşmüşken, buna ne gerek! ) nedeniyle yerleştirilen animasyon Dinozorlar geldi birden bire… Bilinçaltı haklıydı. Dinozor, zaten Yunancada korkunç kertenkele anlamına gelen iki sözcüğün birleştirilmesinden oluşturulmuştu. Bunun nedeni de, geçmişte bilim adamlarının dinozorları bir cins kertenkele sanmalarıydı. Neyse, çocukların ilgisini çeker, çocuklar da –her zamanki gibi- alışverişi tetiklerler diye farz etmiş olmalılar diye düşündü… Aslında kendisi dinozorları oldum olası hep korkunç ve çirkin bulmuştur. Peki, bir zamanlar –üstüme iyilik sağlık- Atatürk büstleri bile çocukları korkutuyor, kaldırılsın diye saçmalayanlar bu antik yaratıkları nasıl oluyor da sevimli kılabiliyorlardı? Düpedüz Hollywood marifeti işte… Yoksa Chevrolet Impala’sı da mı öyleydi? Yok yok dedi kendi kendine… “ Onu ben kendim bizzat beğenmiştim!

Bir yürüyüş, hızlı bir film şeridi gibi düşüncelerle akan yakın geçmiş, yakıştırmalar, önyargılar, geçici şeylerin zihinlerdeki serabı, hiçliklerin devinimi… Var oluşun aslında çoğu nedensiz ve apansız sıkıntılarına ad, tanım ve anlam yakıştırmak için sürekli işlevsel haldeki bellek denen öğütücü organik makine…

Neyse, artık bir öykü yazabilecek malzemesi hazırdı... 

İ. Ersin KABAOĞLU,

18 / 06 / 2012, Ankara  

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..