Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ocak '07

 
Kategori
Resim
 

Yüz yüze - göz göze

Yüz yüze - göz göze
 

Empresyonizm (İzlenimcilik) ve Ekspresyonizm (Dışavurumculuk). Sanat tarihinine damgasını vurmuş iki büyük akım. Doğayı izlemekten, taklit etmekten sıkılan ressam, insan benliğinin sahip olduğu sırları keşfe çıkmıştır. Duyguların ve iç dünyanın ön plana çıkarıldığı Ekspresyonizm’in temel öğesi figürden hareketle ‘portre’dir. Mantığın ve duygunun izleri sadece ve sadece insan yüzüne yansır. Kimi zaman, bu izler doğal bir şekilde yansırken, kimi zaman da insan adeta tiyatronun sembolü olan maskelerden takınarak gerçek yüzünü saklamaya çalışır. Ancak, unutulmamalıdır ki “gözler kalbin aynasıdır.”

Başlangıçta krallar, hükmedenler, zamanın ünlü ressamlarına portrelerini sipariş etmiş, böylelikle saray ressamları türemiştir. Teba toplumundan birey toplumuna geçişle birlikte bu kez de ünlü, zengin ve popüler şahsiyetler yaşamın faniliğinden hareketle ve bir “iz” bırakabilmek, suretlerini olsun yaşatabilmek kaygısıyla tuvalin karşısında yerlerini almışlardır. Yine bu dönemden başlayarak sanatçı etkilendiği, ilgi duyduğu yüzleri resmetmeye, sanatının ve duygularının izlerini bu portrelere yansıtmaya başlamıştır. “Da Vinci’nin Şifresi”ne de konu olan Leonardo’nun ‘Mona Lisa’sı (‘La Joconde’) saflık, zerafet, belli belirsiz bir gülümseme ile etkileyici, düşündürücü ve yanıltıcı şekilde şifreli (“enigmatic”) bir bakışı da beraberinde barındıran dünyaca ünlü gizemli bir portredir.

Portre örneklerini resim sanatının yanısıra fotoğrafta da görmek mümkündür. Ara Güler ‘100 Yüz’ adlı kitabında Türk Edebiyatının Yüzleri’ni ölümsüz kılmıştır. Tam da bu noktada resim ile fotoğrafın farkı enikonu ortaya çıkmaktadır. Bir “t” anında çekilen fotoğrafta ‘görünenin görünmeyen yüzü’nü yansıtmak hiç de kolay değildir. Çok özel çaba ve vizyon gerektiren bu durumu ancak Ara Güler gibiler başarabilir. Bu konuda daha şanslı olan resimde bu hem kolay, hem zordur. Sanatçı çizgi, renk, leke ve benek gibi resmin enstrümanlarından faydalanmak suretiyle yaratıcılığının sınırlarını zorlar. ‘Vesikalık’ benzetimden çok poz verenin kişiliğini, karakterini, iç dünyasını ortaya koyan bir benzerlik arayışı içine girer. Karşılaştığı insanların yüzlerini resmeden sanatçı, kimi zaman da başka başka yüzlerde kendi ifadesini, kendi yansımasını bulur; tıpkı berrak bir suda kendini izler gibi. Orhan Peker, figür resimlerinde, çocuk yüzlerine kendi gözlerinden yansıyan hüznü iliştirmiştir. Portrenin hakkını verebilmek için fiziki benzerlikten çok daha önemlisi o kişiyi, o yüzü yakından tanımaktır. Aksi takdirde resim, yavan, cansız bir portreden öte gitmez. Bir Aşık Veysel portresi, Narmanlı Han’dan yansıyan bir Aliye Berger portresi Onlar’ı Onlar’ın anlatamayacağı kadar iyi anlatır. Çünkü Onlar Peker’in yakından tanıdığı dostlarıdır. Sırasında ‘berberlerin berber koltuğuna oturması’ gibi ressamın modeli yine bir ressam da olabilir. Bu noktada, sanatçı Andre Derrain’in resimlediği Henri Matisse portresi ile Cemal Tollu’nun resmettiği Eşref Üren portrelerini iyi birer örnek olarak sıralayabiliriz.

Zamanla nasıl değişiyor insan

Modelinden ayrılan, odasına kapanan, kendisi ile baş başa kalan ressam, yalnızlığını unutmak istercesine aynanın karşısına geçer ve kendisine, ruhunun derinliklerine seslenir; kendisi ile ‘gözgöze’ gelir. Bunun adı ’yüzleşme’dir. Kendi yüzünü sorgular, adeta kendisiyle hesaplaşmak-yüzleşmek adına ‘otoportre’sini* resmetmeye başlar. Van Gogh’un kendi portreleriyle yüzleşmeye başlaması modele ödeyecek para bulamadığı dönemlere rastlar. Bunun sonucu olarak, satın aldığı aynadan faydalanarak otoportrelerini resmetmeye başlar; iki yıllık Paris döneminde 20 kadar resmini yapar. Bu resim dizilerinden portrelerindeki renk ve stil farklılıklarını okumak mümkün olur. Başlangıçta kullandığı ağırbaşlı renkler sarı, kırmızı, yeşil ve mavilere dönüşürken fırça vuruşları da Empresyonistlerin kesikli çizgilerine bürünür. Kız kardeşine yazdığı mektupta, amacının aynı kişinin birbirinden çok farklı pek çok portresinin yapılabileceğini göstermek olduğunu anlatır. Tam da bu noktada Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirinin Van Gogh ve ‘otoportre’leri ile özdeşleşeceğini düşünüyorum:

“Şakaklarıma kar mı yağdı ne?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünüyorsunuz;
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

Hangi resmime baksam ben değilim:
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim
Yalandır kaygısız olduğum yalan.”

"Tutkulu, coşkulu, duygularına çabuk kapılan bir insanım ben” diyen Van Gogh birbirinden özgün pek çok otoportresini resimlerken ‘değişende değişmeyeni’, kendi özünü aramıştır. Gaugin ile kavga ettikten sonra kestiği kulağını bandajlar bandajlamaz, bunun gerçek nedenini ararcasına yine kendisi ile yüzleşmek için tuvalin başına geçmiştir. Bir tedirginlik, bir gerilim sinmiştir yüzüne.

Çok arayan, çok deneyen, cebinden kalemini, elinden fırçasını düşürmeyen, parmakları her daim boyalı ressamımız Bedri Rahmi Eyüboğlu yaşamının her döneminde sanki günlük tutarcasına kendi yüz motifini kağıtlara, yazmalara resmetmeyi ihmal etmemiştir. Bir tür iç hesaplaşmaya girişerek resmettiği otoportrelerine ‘Bedros’ adını vermiştir. Haşmetli Karadenizli burnu çenesine değdi değecek, simsiyah, kıvır kıvır saçları önüne düştü düşecek, sanatçı duyarlılığını yansıtan zeytin tanesi gözlerini dikti dikecek bu portrelerdeki özgün yorumu usta işidir. Doludizgin didinen, delifişek, çakmak çakmak parlayan uçarı mizaçlı sıcakkanlı bu adamın ruh halini otoportrelerine bakarak da keşfetmek mümkündür. Nuri İyem ise önce yüzlerle, çehrelerle sarmalamakta insanı. Sonra gözler. O gözler ki asla ve asla yalan söylemezler. Kayan gözler, mahzun bakışlar. Türk resminde özellikle Anadolu kadın portreleri ile öne çıkan özgün isim Nuri İyem’i de anmadan geçemeyeceğim.

“Amman avcı vurma beni
Ben yaralı aybalam yaralıyam
Yaralıyam ben yaralı
Avcı vurmuş aybalam yaralıyam”

Asla hayallerimi resimlemedim

Aliye Berger’in aşkını gravür plakalarına kazıdığı gibi Frida Kahlo da sanki acılarını kazımaya gelmiştir bu dünyaya. Kendisini sürrealist olarak değerlendirenlere "Ben sürrealist bir ressam değilim. Asla hayallerimi resimlemedim. Yalnızca kendi gerçeğimi resimledim" diyen Kahlo'nun resimlerindeki imgelerin, duygu yoğunluğunun, fiziksel ve psikolojik acının en yalın açıklaması, onun yaşam öyküsünde ifadesini bulur. Acı ve umut onun resimlerinde iç içe geçmiştir. Altı yaşındayken geçirdiği çocuk felci sonrasında bir bacağı özürlü kalmış ve kendisine ‘Tahta Bacak Frida’ denmiştir. Bu yetmezmiş gibi 18 yaşında geçirdiği trafik kazası sonrasında ölen yolcuların arasından bacağı ve omurgası kırılmış, omzu çıkmış şekilde yaralı kurtulurken demir bir çubuk vücudunu delip geçmiştir. Artık, kolu-kanadı kırılmış bir güvercin gibidir. Babası sara hastasıdır, annesinden pek hazetmemektedir. Hani hepimizin bildiği bir halk türküsü vardır:

“Amman avcı vurma beni
Ben yaralı aybalam yaralıyam
Yaralıyam ben yaralı
Avcı vurmuş aybalam yaralıyam”

İşte, Kahlo da bir resminde kendini oklarla vurulmuş bir ceylan olarak resimlemiştir. Onun için bu dünya tehlikelerle, acılarla doludur, hep saklanmak, hep sakınmak zorundadır kendisini. Ama buna rağmen de umudunu yitirmemeye, başını hep dik tutmaya gayret etmiştir.

Başıma gelen en iyi şey acı çekmeye alışmaya başlamam

Frida geçirdiği trafik kazası sonrasında acılarını bir nebze olsun dindirebilmek amacıyla zaman zaman kendisini izlediği aynasından da faydalanarak resim yapmaya başlamıştır. Çektiği acılar hiç dinmemekle birlikte "Başıma gelen en iyi şey acı çekmeye alışmaya başlamam" diyerek acılarını, ağrılarını kanıksar. Resimlerini göstermek için gittiği Meksikalı ünlü ressam Diego Rivera ile tanışır ve 1929’da evlenir. Kahlo’nun ”Ben Diego, Evren Diego" diyerek yaşadığı tutkulu aşk zaman zaman sekteye uğramış, gebelikleri düşükle sonuçlanmış; boşanmış, tekrar Diego ile evlenmiştir. Rahatsızlıkları ve ağrılarının giderek artması sonucu 1954 yılında akciğerlerindeki damarların tıkanması sonucu yaşama şu sözlerle veda eder: “Umarım gidişim eğlenceli olur ve umarım bir daha geri dönmem. (I hope the exit is joyful - and I hope never to come back.) “ Yaşamla ölüm arasında salınan bir çizgide yaşama tutunmak, tarifsiz kederler ve acılar içinde yaşama katlanmak, uzunca bir süre sedyeye çakılı kalmak Frida Kahlo’yu tamamıyla içe döndürmüş, cinsellik dahil yaşamındaki tüm perdeleri kaldırarak tüm çıplaklığıyla kendi yaşamını resimleri aracılığıyla dış dünyaya sergilemiştir. Bu aynı zamanda Kahlo’nun direncini ve cesaretini gösterir. Sanırım bu anlamda Kahlo, otoportre sanatının en iyi örneklerini vermiştir. Ünlü şarkıcı Madonna’nın Kahlo hayranı olması ve 50 kadar resmine sahip olması da bir rastlantı olmasa gerek!

Frida Kahlo, Paul Cezanne ve Van Gogh gibi ressamların yanında en fazla kendi portresini resmeden sanatçının Rembrandt olduğu da bilinen bir gerçektir. Ancak, modernizm ile birlikte sanatçı kimliğin, bir birey olarak kendini sorgulaması; ‘değişende değişmeyeni’, ‘görünende görünmeyeni’ görmesi, kendisi ile ‘göz göze’ gelerek ’yüzleşme’si cesaretini gösteren iki sanatçı bana göre Vincent Van Gogh ve Frida Kahlo. Ortak yönleri ise aynalarına yansıyan yalnızlıkları ve ıstırapları.

Alaattin Bender

‘otoportre’*: Sanatçının kendi yüzünü (portresini) resimlemesi.

 
Toplam blog
: 26
: 8842
Kayıt tarihi
: 21.11.06
 
 

1990-1994 yılları arasında T.M.O. Plastik Sanatlar Atölyesi'nde Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar ..