Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Ekim '17

 
Kategori
Basın Yayın / Medya
 

Yüz Yüze'de Türk Seyircisinin Zekası ile Dalga Geçildi, Net Bilgi!

Yüz Yüze'de Türk Seyircisinin Zekası ile Dalga Geçildi, Net Bilgi!
 

Yüz Yüze'de soygun odaklı bir çete kuruyorsunuz, hikaye hırsız polis üzerinden yürüyor ve siz soygunları en uyduruğundan yapıyorsunuz. Güzel kafalar bunlar.


Yüz Yüze; üzerine kafa patlatılmış, sahne sahne irdelenmiş ve neden sonuç ilişkileri düzgün bir şekilde kurulmuş bir iş değil.

Yaparım nasılsa olur kafasında, sorgusuz sualsiz ekrana gelmiş bir proje.

Sistem şu...

Şu karakter ve bu karakterin karşılaşması gerekiyor.

Nerede?

Bankada...

Bir mantık kuralım mı?

Ne gerek var, koy gitsin.

Nasılsa yerler...

Mezarlık, gece sahil yolu, banka, mahalle sahneleri hep bu kafada kurulmuş.

Sonra aslında ilk mezarlık sahnesinde Seliha'nın nereye gideceğini telefon diyalogu ile öğrenmesi ile "tesadüf değilmiş numarası yapan" ve bana göre "tesadüf" olan bar sahnesi...

Ve Cino'nun babasının ölümünde parmağı olan adamla denk gelmeleri...

Adamın hapisten çıkar çıkmaz, tanımadığı adamlara "içlerine sızan polisi nasıl öldürdüklerini" anlatması...

Of ki of...

show tv

Gelelim Sinem  Kobal'a...

Oyunculuğunu eskiden de sevmezdim, Yüz Yüze'de de sevmedim.

Dolayısıyla da "göz göre göre" yanlış seçim olmuş.

Sahnelerinin bir tanesi bile bana geçmedi.

Buram buram "ben rol yapıyorum" tadındaydı.

Ayrıca bin kere yazdık, şu dövüş sahnelerinin altından kalkamıyorsanız yazmayın da, çekmeyin de diye.

O neydi arkadaş?

Kadın dapdar askılı elbise ve topuklu ayakkabı ile iki adamla dövüşüyor; ne burnu kanıyor, ne kaşı yarılıyor, ne topuğu kırılıyor, ne de askısı kopuyor.

Hadi estetik görünmesini geçtim de, keşke azıcık  inandırıcılığı yakalayabilseydiniz.

Dolayısıyla da ne gerek vardı demeden edemiyorum.

Ayrıca Sinem Kobal'ın canlandırdığı karaktere Seliha gibi bir isim vermek de neyin kafası?

Sinem Kobal deyince zaten ilk akla gelen, canlandırdığı Selena karakteri.

Hani o çocuklar artık büyüdü, serbest çağrışımla oradan bir kitle yakalarız hamlesi olabilir mi diye cümleye başlasam, "yok artık" ile yükleme varıyorum.

Ya da Deliha tuttu, Selana'da tutmuştu, hadi olsun ikisinden birazcık "Seliha, Seliha iyidir" kafası mı desem, içimden "Allah'ım sana geliyorum" demek geçiyor.

En iyisi ben "olmamış" deyip, olduğunu sanıp yapanlara "iyi sıhhatte olsun" kondurup, bu konudan uzaklaşayım.

Dizinin tek sevdiğim yanıysa, bu beş kafadardan fırıncı olanına yüklenen alt metin oldu.

Yani pavyonda çalışıyor diye kadına ekmek vermeyen "namus" bekçisi adamın, araba çalıyor olması ve bu çalma halini de bir nedene bağlama hali fena hoşuma gitti.

Hani bu "iki yüzlü sıklette" can hıraş debelenen kafası karışık lokmalara, illa bir yerlerde elimiz kolumuz çarpıyor, kulağımız denk geliyor ya, ondan.

Peki hikaye şaşırtıcı mıydı?

Hayır.

Dolayısıyla da senaryo kuruluş biçimi nedeniyle bölüm boyunca "ben hatalıyım" diye bağırıp durdu.

Mesela Tatar'ın bankada bir halt yiyeceğini en başından beri biliyorduk, yedi.

Nişanlanan çocuğun öleceğini biliyorduk, öldü.

Mustafa'nın öleceğini biliyorduk, öldü.

Seliha'nın karşı dükkanı tutacağını biliyorduk, tuttu.

Sonuç?

Anı izle gerisini boş ver, soru da sorma kafası.

İyi de anı izlerken orada kalabilmek için, bir sonrasında ne olacağını merak etmek ve kafanda kurduğundan farklı bir şey çıkması gerekmiyor mu?

Yani her olacak dediğimiz oluyorsa "niye izleyelim ki" biz bu diziyi?

Öyle ya, benim senin ekran başında kurabildiğimiz matematiği kuran birinin matematiğinden bana ne?

Gelelim soygunlara...

Soygun odaklı bir çete kuruyorsunuz, hikaye hırsız polis üzerinden yürüyor ve siz soygunları en uyduruğundan yapıyorsunuz.

Valla güzel kafalar bunlar.

Hadi gelin araba çalma sahnesi ile başlayalım.

Gece...

Beş farklı mekan ve bu beş mekanın önünden vale kıyafeti ile beş farklı lüks araç çalınıyor.

Şu vale kılığına girerek araba çalma kafası bence artık yeterince kullanıldı.

Mesela bakınız en son örneği, Bizim Hikaye.

Neyse, dönelim biz esas konumuza...

Beş tane özel arabayı mekanların kapısından sen çal, biriyle Seliha'yı eve bırak, sonra kamera ve plaka takip sistemi ile donatılmış 3. köprü yoluna gir, köprüde her bir şeride gelecek şekilde yan yana Beykoz bardakları gibi dizil, muhabbet et, sonra kapış, kameralar senin yüzünü çekmesin, kimse de peşine düşmesin.

Tey tey tey...

Hayat valla size güzel.

Ve banka soygunu...

Günlerce plan yapıyorsunuz ama öğlen tatilini hesaba katmıyorsunuz.

Sonra diyalogla "Büyükdere Caddesi" vurgusu yaptığınız İstanbul'un göbeğindeki bir bankaya, öğlen tatiline girdi diye koca bir minibüsle camdan bodoslama giriyorsunuz.

Yine onca hesap kitap ve çalışma sonucunda, açmayı kafaya koyduğunuz kasayı balyoz ile açmak sizin için en doğru seçenek oluyor.

Onca süre boyunca nasıl oluyorsa, bir tane olsun polis ekibi gelemiyor ki, bankaların emniyete bağlı otomatik alarm sistemleri var.

İçerideki ölecek olan polis kardeşimizin polis nişanlısı, nedense diğer telefondan sadece Seliha'yı arıyor, ulaşamayınca başka birilerini aramayı aklına getiremiyor.

Öylece kabule geçip sevgilisinin telefonundan olan biteni dinlemeye başlıyor.

Bizim Seliha ise çiçekçiden çıkarken tesadüfen soygunu öğreniyor ve koşmaya başlıyor.

Peki Seliha bankaya gelince ne oluyor?

Hırsızlarla çatışıyor.

Ama o çatışırken Seliha'nın arkasında görünen insanlar hayatlarına olağan akışta devam ediyorlar.

Sanırım o sırada yönetmen uyuyordu.

Öyle ki, havada kurşunlar uçuşuyor ama arkada çocuklar yürüyor, insanlar işlerine gidiyor.

Eğilen yok, endişe panik yok.

Peki...

Bu kadarla da sınırlı değil...

Nedense hırsızlar minibüsle kaçarken bir kişi olsun plakayı almadı.

Banka içindeki kameralardan bakılıp minibüsün plakası teşhis edilmedi.

Minibüsün peşine düşülmedi.

Bu arada esas kadın Seliha, esas adam Cino'nun peşine düştü.

Kaçma kovalamaca derken, Cino bir otoparka sığında.

Araba çaldı ve kaçtı.

Artık nasıl oluyorsa, Seliha arabanın arkasından bakarken, yerde bir bileklik fark etti ve arabanın içindeki hırsızın o bilekliği düşürdüğüne emin oldu.

Eğilip eliyle aldı.

Pardon ama polisler ne zamandan beri delilleri böyle palas pandıras topluyor, bir bilen varsa anlatsın.

DNA falan yok mudur o bileklikte?

Yahu artık bizim sokaktaki teyzeler bile Müge Anlı'yı seyrede seyrede, neredeyse şüphelendikleri bir şey olduğunda etrafına yünden güvenlik şeridi çekip polisi arayacak hale geldiler, bizim Seliha'ya bak.

Ama pardon tabi...

Seliha'nın seksi kıyafetle iki adamla dövüşmesi, bizim gibi Türk izleyiciler için yeterli olmalı.

Pardon.

Haddimizi bilemedik.

Çok pardon.

Sonra Cino otoparktan araba çalıp kaçtı ya, bir kişi olsun otopark kameralarına bakıp plaka tespiti yapmayı düşünemedi.

Suç dünyasında yıllardır hizmet veren Cino, arabayı bir arazide öylece bıraktı ve sonra elindeki eldivenleri arabanın yanına araziye atıp yürüyerek oradan ayrıldı.

Peki o eldivende DNA yok mudur?

Demek ki yok.

Ve hatta bence Cino'nun DNA'sı bulaşmayan DNA olmalı.

Peki sonra ne odu?

Seliha kızımız, çiçek almak için mahalleye gitti.

Ne tesadüftür ki bizim esas adamın çiçekçisine vardı.

Sonra duvardaki sur dibi takımının siyah kırmızı beyaz renkteki logosunu gördü.

Bilekliğe baktı ve hırsızlar burada sonucuna ulaşıp, Cino'nun karşı dükkanını kiraladı.

Onca delil çöp, bileklik yeter.

Vay vay vay...

Tabi bu noktada matematikle ilgili sıkıntı yaşayan bu arkadaşların, hırsız polis zincirini kurmasını beklemek de, aslında benim densizliğim olsa gerek.

Aynı mevzu Bizim Hikaye'nin ilk bölümünde de olmuştu.

Cino'nun engelli kardeşi bugün 18 yaşında.

Bunu nereden biliyorum?

Çünkü diyalogla bu rakamın altı çizildi.

Hop flashback...

Yer cami...

Babanın cenaze sahnesi.

Alt yazı çıkar, yıl 2002.

Engelli kardeş o sırada anne karnında.

Annenin üzüntüden sancısı tutar ve o gün kardeşimiz doğar.

Hadi gelin basit ilkokul matematiği ile ilerleyelim.

2002+18=2020

Vavvvvv...

O da ne, "Yüz Yüze" gelecekte ilerliyor.

Sonra neden Seliha çiçek almaya gitti, bankaya polis kankasını gönderdi anlamadım.

Seliha cep şubesini neden kullanamıyor?

Matematiğe bakılırsa bizden iki yıl ileride seyreden Seliha geri kafalı mı?

Tatar denen arkadaş, bankada önce bir güvenlik görevlisinin, peşine de Seliha'nın kankası polisin yüzüne tekme attı.

Yetmedi cinayet işledi.

Sonra Cino Tatar'ı "iyi adam, harbi adam, can dost" diye bize anlattı.

Bu arada Tatar'da bir gram vizdan azabı da görmedik.

Mustafa "annem annem" diyerek öldü ama annesini de, annesinin acısını da izlemedik.

Hoş kankalarının da acısını doğru düzgün görmedik ya neyse.

Bir iki uyduruk sahne, hop her şey normale dönüverdi.

Hani sanki birileri, "dizinin içine duygu koymayın, bol bol aksiyonu olmaya uyduruk aksiyon sahneleri koyun, mış gibi yapın işte" demiş gibiydi her şey.

Ve reytingler...

Yüz Yüze Total'de 3.29  reyting ile 13. sırada, AB'de 3.05 reyting ile 11. sırada yer aldı.

Şaşırdım mı?

Tabi ki hayır.

Zira her tarafında ayrı bir sorun olan, tutulacak tek bir yanı olmayan bir işten bahsediyoruz.

Toparlanır mı peki?

Sanmıyorum.

Zira senaryo büyük sorun ama bir diğer sorun da ana cast.

Yani hadi senaryoyu topladınız diyelim, peki ana castı ne yapacaksınız?

Ayrıca daha sahneye Vatanım Sensin çıkmadı.

Daha önce Ver Elini Aşk içinde kalkacak dediğimde, bir iki haftalık iyi reytingin rehavetine kapılanlar bana pek bir söylenmişti.

Ama reyting açısından gelinen nokta ortada.

Hala aynı iddiadayım, verdiğim süre içerisinde Ver Elini Aşk kalkacak.

Sadece Vatanım Sensin'i bekliyor.

Aynı son Yüz Yüze için de geçerli.

Tek fark, Yüz Yüze'nin yapımcısı daha kuvvetli.

Dolayısıyla da yapımcı zarar etmesin diye, dizi 13 bölümü devirir.

Ama ötesi zor...

Hatta imkansız.

 

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 172
: 1971
Kayıt tarihi
: 08.06.06
 
 

Okur, gezer, izler ve yazar...                 ..