Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Haziran '13

 
Kategori
Edebiyat
 

Zahiren Peştamal Dokurlar Kalben İsm-i Allah okurlar

Zahiren Peştamal Dokurlar Kalben İsm-i Allah okurlar
 

Zahiren Peştamal Dokurlar

Kalben İsm-i Allah okurlar [1]

“Âhi/ akı”(kardeşim) kelimesinden türeyen âhilik kavramının özünde “kardeşlik” gibi sağlam değerlere dayanan bir gönül bağı vardır. “Öğretmen ahi, pirler, yoldaşlar ve yol atası, gözetiminde duygularını arındırmaya çalışan gençleri, zaviyelerde yaşayan inançlara, kurallara alıştırmakta görevli idiler. Öğretmen ahi, eğitmesi için yanına verilen gence, namaz oruç gibi İslâm’ın şartlarını öğrettiği gibi, ahi tüzüklerinin kapsadığı insanlık okunur ve gençlere öğretilirdi[2] Ahi zaviyelerine girenlerin törenle saçları kestirilir, Ahi kuşağı bağlanır. Fütüvvetnamelerde, Cebrail’in, Âdem Peygambere “bu kuşağa şedd-i vefa derler. Beline kuşatıyorum ta ki sözünde durasın, şeytana uymayasın, daima ona düşman olasın. Dünyaya muhabbet eyleyesin. Tanrı’nın kaza ve kaderine sabredesin. Neye gidersen bu tuğ yanında olsun”[3]diye “vefa şeddi” ile kuşatmış olduğuna inanılır. Bu simgesel kuşaktan hareketle, peştamal ya da şed bağlama denilen kuşak bağlamaya özel önem verirlerdi. “Evvelâ habîbüm katına varup baş tıraş eyle, velîkin dârüs-selâm içinde bir kasr vardur, bir dâne yâkûtdan. İçinde manzara vardur, birinün içinde bir ustura vardur la’lden ve anun tîğı remzümle habîbüm nûrından olmışdur anı getür. Dahı Tûbâ ağacından dört dâne yaprak algıl, biribirine terkîb eyle. Dahı mezkûr hokkanun içinde bir tâc vardur, anı başına kogıl. Ol kuşağı kim İbrâhîm aleyhisselâm kuşanmışdı, anı dahı ilet, biline kuşak bağla.”[4]

Sâsânîler zamanında da mevcut olan Fütüvvet teşkilâtı ve müesseseleri, Melâmet erbabıyla kaynaşmıştır.[5]

 

Mesleki Tarîkatler

 

Enver Behnan’a göre ahîlik bir mesleki tarîkattir;“Diğer tarîkatlar tasavvuf hırkası giyerlerken Ahiler ocak başında demir döğüyorlar, tezgâhlarında kumaş dokuyorlar, sağlam mallar satıyorlardı. Bu tasavvuf cereyanının karşısında Türk zekâ ve iradesi bir de iş teşkilâtı kurmuştu. Vakıa bunlar zaviyelerinde ibadet ediyorlar, dinî bir hava içinde yaşamakla beraber iş terbiyesiyle de çok mükemmel yetişmekte idiler.”[6]

İlk zamanlardan beri Anadolu Türkleri arasında yayılan tarîkatlerden pek çoğu ahiliğe benzetilir. Bunlardan biri de Melâmîliktir. “Levm”, kınamak, azarlamak kökünden gelen “melâmet” kelimesinin hakkını verircesine melâmi nefsini terbiye maksadıyla toplum önünde kendisini kötü gösterecek durumlara da sokabilir. Tekkesi, takkesi olmayan melâmi, “Lâmevcude İllahlâl” diyerek görünen dünyada üstünü görünmezlik pelerini ile örter. Allah’tan başka bir gerçeğin olmadığına inanıp, gösterişten uzak durarak kendisini eğitir. Yolunu “Meslek-i Celile-i Ahmediye” yani Hz. Muhammed’in mesleği diye tanımlayan melâmi, tasavvufta manevi mertebenin en yücesi sayılan melâmete vardığı için, aydınlığa kavuştuğuna inanır. Şekle değil öze önem veren melâmiler nefislerini köreltmiş, kendilerini gizlemişlerdir.

17. yüzyılda İstanbul’da melâmîlerin çoğu Fatih Kırkçeşme’deki Peştemalcı hanında yaşar ve çalışırlardı. Törenleri ve ibadetleri gizliydi. Melâmî müridleri kendi aralarında şeyhlerin bildirdiği bazı işaretlerle anlaşırlar, toplanırlardı. Ortasında güneş bulunan iki boynuzlu bir işaretleri vardı. Bir melâmî ölünce işaret mezar taşına kazınırdı. Bir kişinin melâmî olduğu sağken pek bilinmezdi.[7]17.Yüzyılda İstanbul’da Peştemalciler Hanı’nda kırk dokumacı ustasının dükkânı bulunur, içlerinden biri öldüğünde yerine hemen yetenekli genç bir usta alırdı. Törenleri ve yapılanmaları gizli olan bu esnaf teşkilatı zikri hafi(gizli zikir) ile çalışırlardı. Dokuma esnasında mekiği sağdan sola her atışta Allah’ın adı zikredilir.“Bu dervişler burada (handa) dokumacılıkla uğraşırlar ve gizli olarak ibadetlerine devam ederlerdi. Kimseye de Melâmîliklerini söylemezlerdi.(…)Her müridin şeyh nezdinde bir işareti vardı. Bu işaretler şeyh tarafından bir gece gizli olarak verilirdi. Her Melâmî bu işareti hiç kimsenin görmediği bir yere gizlerdi.”[8]

Bilmeyenler kendisin söyler, bilenler söylemez

Cuylar kim vardılar deryâya, hâmuş oldular

 

Melâmîler birbirine gizli olarak yardım eder desteklerlerdi. Kimsenin işine karışmayan kimseye zararı dokunmayan melâmîlerle en çok softalar uğraşmış, bunları türlü vesilelerle Padişaha şikâyet ettiklerinden, kimi melâmîlerin öldürülmesine neden olmuşlardır.

 Dokumacıların piri ‘İdris Peygamber’in adı ve “muhtefî/ gizleyen” lâkabı ile anılan Hacı Ali Rumi, “İdris Muhtefi” namıyla kendini örten bir melâmîdir. Hüsameddin Ankaravî’nin rahle-i tedrisinde bulunmuş Tırhalalı Hacı Ali Bey, Hasan Kabâduz’dan sonra melâmî kutbu olarak irşâd halkasının başına geçmiştir. İstanbul’da irşad faaliyetlerine başlayan İdris-î Muhtefî bu görevini tanınmadan kırkaltı yıl boyunca sürdürmüştür. Hacı Ali Rumî, Filistin, Sofya ve Belgrad’a giderek ticâretle de uğraşarak epeyce servet kazanmış, vakıf gelirleriyle geçinen geleneksel şeyh tipinin yerine, belli bir zanaat kolunu temsil eden,  örnek bir mutasavvıf olmuştur.[9]Enfî Hasan Halvetî’nin ifâdesiyle, zamânında şöhretinin sadâsı İstanbul’un her yerinde tınlayan İdrîs-i Muhtefî, XV. asırda Bayrâmîliğin bir kolu olarak ortaya çıkan ve İkinci devre Melâmîliği veya Bayrâmî Melâmîleri olarak adlandırılan tasavvuf okulunun, özellikle XVI. asırda ve XVII. asrın ilk yıllarında en önemli temsilcilerinden olmuştur. İdrîs, Hasan Kabadûz’dan sonra Melâmîliğin başına geçen zât olarak bilinir. Gençlik yıllarında Belgrad, Filibe ve Sofya’da ticâretle meşgûl olan İdrîs-i Muhtefî, zenginliğiyle de tanınır. Zenginliği ona pek çok defa hacc eyleyip, bu arada Yemen’e de gitme fırsatı verir. İstanbul’a döndükten sonra mâllarının idâresini hizmetkârlarına devreder ve kendisi de Sultan Selîm civârında Mehmed Ağa Câmi’i’nin yanında bir konak alarak uzleti ihtiyâr eyler. Oturduğu mahallede, hacı olması sebebiyle Hacı Ali Bey adıyla tanınır. Ticâretle meşgûl olması, Kutupluk makâmına geçtikten sonra kendisini ve mürîdlerini, devletin tâkibâtından korumak için faaliyetlerini gizli sürdürmesine zemîn hazırlar. İdrîs-i Muhtefî’nin “nihân-ender-nihân bir zât” oluşu, onun hakkında farklı ve birbirine uymayan görüşler doğmasına sebep olur.”[10]

Çevresinde bir taraftan sayılıp sevilen, servet sahibi bir eşraf olarak “Tüccardan Ali Bey” diye bilinen İdris-î Muhtefî, öte yandan câmi câmi, semt semt dolaşıp etkili vaazlar veren sırlı bir melâmîdir. “Hacı Ali Bey(İdris-î Muhtefî)’in konağının altı çarşı olup bağlıları tarafından çalıştırılmaktaydı. Kırkçeşme’deki Peştemalciler Hanı esnafı da ona tâbî idi. Bir söylenceye göre İstanbul’da Ali, Mekkede Hasan, Medine’de Muhammed, Kahire’de İbrahim diye tanınan bir gizli hazinedir. Bu itibarla Hazret, melâmîyyenin en karizmatik, gizli, temkîn ve temyîz sahibi ulu bir kutbudur.”[11]

Yarım asra yakın devam eden irşâd faaliyetleri sırasında evine hergün elli-altmış ziyâretçi gelen Muhtefî 1615 senesinde, “sırlanınca” cenâzesine yaklaşık kırkbin kişinin katıldığı[12], hatta Hüseyin Vassaf Efendi’nin kaydına göre, baba-oğul-kardeş müritlerin, cenazede karşılaşıncaya kadar birbirlerinin bağlılığından haberdar olmadıkları ifade edilmiştir.[13]

Onun hayatı şathiyesindeki semboller gibi sırr’ın sınırındadır;

 

 

“(…)

Yetmiş iki dillice düdük aldım çarşıdan

Çaldım ağır sadâsın geçti âsumâneden

 

Bir top atıp maşrıktan geldi düştü magrıba

Bu bir engin rumûzdur anlama efsâneden

 

Bir mektebe uğradım kuşdilini okurlar

Sivrisinek hâlife hocası pervâneden

 

Alâim-i semâyı olta edip sarkıttım

Bin bıyıklı bir balık çıkardım deryâden

 

Gördüm ‘İdris’ hakikat bu rûmûzat sözlerin

Anladı insân olan bilmedi hayvâneden” İdris-i Muhtefî

 

 

 

 

 

 



[1]Sadık Vicdani, Tomar-ı Turuk-ı Aliye, Melâmilik, İstanbul, Evkaf-ı İslâmiye Mat,1924, s.58

[2]Prof.Dr. Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik”, TTK, 1989, s.127

[3]Çobanoğlu Fütüvvetnamesi, A.Ü.DTCF, yazma no:46458

[4]Prof. Dr. Ali Torun, “Müeellifi Mechul Bir Fütüvvetname, Gazi Ün. Hacı Bektaş Veli Dergisi, No.40, s.133-148 (Hacı Bektaş İlçe Kütüphanesi, no.217(482) yazma)

[5]Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevilik, İst.1983, s.186

[6]Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatler Tarihi, Türkiye Y.,İst. 1964, s.210

[7]Prof.Dr. Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, TTK. Ank.1989, s.61

[8]Enver Behnan Şapolyo, “Melâmîler”, Haftalık Yeni Gazete, İst.19 Ağustos 1926, s.2

[9]Mehmet Hakan Alşan, (Hamzavi Melâmîler), Melâmet Hırkası, Karakutu Y., İst.2007, s.248-249

[10]Haz. Musa Yıldız-Mustafa Tatçı, Enfî Hasan Hulûs Halvetî, XVI.-XVIII. Asırlarda İstanbul Velileri ve Delileri-Tezkiretü’l-Müteahhirin, MVT Y., İst., 2007, s.161

[11]Sadık Vicdanî, TomârTurûk-ı AliyyedenMelâmilik, Evkaf Matb.,H.1340, s.41

[12]Sadık Vicdâni, a.g.k., s.42

[13]Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliyâ, Kitabevi Y., C.II, İst.2006, s.308

 
Toplam blog
: 96
: 1137
Kayıt tarihi
: 28.03.07
 
 

 Hacettepe Üniversitesi mezunu, nörobilimden psikolojiye disiplinlerarası eğitime hevesli bir Türko..