Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Ağustos '14

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Zaman; dostumuz mu, düşmanımız mı? (İnsanın zamanla dansı)

Zaman; dostumuz mu, düşmanımız mı? (İnsanın zamanla dansı)
 

Dakikalar, saatler, günler, yıllar ne anlama geliyor?


Çocukken kim bilir ki zamanı?

Gençlikte kim takar ki zamanı!

Orta ve ileri yaşlarda kim görmezden gelebilir ki zamanı...

Ş.U.

 

 

Çocukken zamanla ilgili bir fikrimin, bir kaygımın olduğunu anımsamıyorum. Zaman bilincim ailemin "vaktinde okula git" ya da "yemek zamanı", "uyku zamanı" uyarılarının uyandırdığı kadardı.

Sahi, siz anımsıyor musunuz, o yaşlardayken zaman neydi?

İlkokuldan sonra ortaokul ve lise dönemlerinde bize zamanı en çok okulla ilgili durumlar düşündürürdü. Okul zamanı, ders zamanı, sınav zamanı, tatil zamanı.

O dönemlerimi düşünüyorum da, bizim ortaokula gittiğimiz günlerde yaşadığımız evler okula yaklaşık üç kilometre mesafedeydi. Şehirdeki araç trafiği bu kadar kalabalık değildi. Bırakın herkesin arabasının olmasını, toplu taşıma araçları da çok azdı ve ancak belli hatlarda işliyordu. Bizim evimizin olduğu mahalleden okulumuza doğru giden hiçbir araç yoktu. Yani gidiş geliş zamanlarımızı iyi plânlamak zorundaydık. O durumlar da kolayca rutine bağlanabildiği için etkili ve sağlıklı bir zaman bilincini kazandırmamıştı bize.

Zamanın bebekken bizi besleyip büyüttüğünü, güçlendirdiğini, gençlikte en samimi dostumuz olduğunu o çağlarda biz pek anlamamıştık. Öyle dershaneler falan yoktu. Okul dışındaki vakitlerimizi çizgi roman almaya, satmaya, okumaya ayırırdık. Sergiler açar, kitap satar sonra da toplar sinemaya giderdik. Futbol oynayanlarımız da vardı kızlarla ve tabii kızlar içinde erkeklerle ilgili hayaller kuranlarımız da.

Van Erkek Sanat Enstitüsü ile Van Kız Sanat Enstitüsü'nün yılda bir kez ortaklaşa düzenledikleri etkinliği hem kızlar, hem erkekler sabırsızlıkla beklerlerdi. O da yetmezdi zaman denen şeyi etraflı tanımaya.

Zaman kimin umurundaydı.

Şimdi de gençlere bakıyorum da çizgi roman, kitap işi çoktan bitmiş. Onlar akıllı telefonlara, bilgisayarlara, internete, uydu yayınlarına, yeni filmlere ve tabii kız erkek arkadaşlıkları ile siyasal kimi hareketlere takılıyorlar. Ailelerinin yönlendirmesiyle, baskısıyla ya da kendi seçimleriyle dershanelere, spor ortamlarına gidenlerin olması onlarda da tam, sağlıklı bir zaman bilinci oluştuğu anlamına gelmiyor.

Tam o dönemde zaman bilinci o çocukların ve gençlerin ebeveynlerinin canlarını sıkıp duruyor. Evlatlarının zaman hakkında bu kadar bilinçsiz ve duyarsız olması onların çoğunu çıldırtıyor.

Sonra insan büyüyüp yirmili yaşların ortalarını geçmeye başlayınca, okullar bitip iş yaşamı, evlilik gibi şeyler gündeme gelince zaman bilinci çıkageliyor bir yerlerden.

Erkekler o çoğu için bitmeyen, gün sayılan askerlik görevi, nöbetler sayesinde tanıyorlar zamanı. Akşam 9-11 nöbetleri bir türlü bitmiyor. Gece gelen 1-3 nöbetleri uykuyu mahvediyor.

Hani kime ait olduğunu anımsayamadığım bir özdeyiş vardır. "Hayatı seviyorsanız zamanı israf etmeyin, zira o hayatın ta kendisidir" der.

O gençlik günlerinde iyi kötü bir zaman bilinci oluşur. Artık zamanla dans etmeye başlarız. Bu dansların bir kısmı çok iyi, bir kısmı çok kötü, bir kısmı da idare eder türünden şeylerdir.

İşe gireceğimiz, terfi edeceğimiz, evleneceğimiz, sevgilimizle buluşacağımız günleri iple çekeriz. Zaman geçmek bilmez. Hastanedeysek, hapishanedeyken zaman takılır kalır.

Sevdiğimiz bir işe dalmışken, sevgiliyle birlikteyken, ilgi alanımıza göre bir maçta, konserde, oyundayken zamanın nasıl geçip gittiğini fark edemeyiz.

Zamanla iyi kötü tanışmışızdır artık. Onun aydınlık yüzünü de, karanlık yüzünü de görmüş, öğrenmişizdir.

Ellili yaşları geçtikten sonra zaman giydiği rengarenk giysileri çıkarır, siyah, gri, mor gibi renkler kuşanmaya başlar.

Benim gibi geçmişte eline geçen her kitabı okuyan bir insansanız, artık kalın romanları okumaya zaman ayırmamaya başlarsınız. Sanki geride az bir vaktiniz kalmıştır da onu dikkatle kullanmak zorundasınız gibi bir duyguyla yaşarsınız hep.

O çocukluğumuzda, gençliğimizde bizi güzelleştiren, büyüten zaman artık çirkinleştirmeye, eğip bükmeye başlar.

Saçlarımızı yolup başlarımızı kel bırakır. Gözlerimizi, kulaklarımızı, ellerimizi, kollarımızı, bacaklarımızı ağırlaştırır. İyi bakmamışsak dişlerimizde sorunlar olur. Her biri ayrı bir bakım gerektirir.

Çocukluk ve gençlikte bizi okşayan elleri artık tırmalamaya, izler bırakmaya başlar.

Zamandan ürkeriz. Kaçmaya çalışırız ama her kaçışımızda kucağına düşeriz.

Çocukluk ve gençlikte bize gülümseyen zaman önce somurtur, sonra kaşlarını çatar iyice yaşlanıp eklemlerimiz çalışmaz olunca da iyice bağırıp çağırmaya başlar.

Sonrası mı?

Onu ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.

Bir zamanların şefkatli, doğum meleğiyle kanka ve bizi koruyan, besleyen, büyüten zamanının ölüm meleği Azrail'le de kanka olduğunu öğreniriz.

Kızgınlığına, bağırıp çağırmasına razı olsak da o mutlak son geldiğinde gözümüzün yaşına bakmaz.

Yetiştiricinin kasaba teslim ettiği gibi bizi teslim eder o meleğe.

Geçer gider, başkalarını okşatıp büyütmeye, başkalarını bilinçlendirmeye ve başkalarını korkutmaya.

Bizim için o artık bitmiştir.

Tıpkı bizden önce yaşamış, ölmüş milyonlarca insan için bitmiş olduğu gibi.

Ondan sonraki süreçte yeni bir boyutta yeni bir zaman başladığına ilişkin semavi kaynaklarla desteklenen ve pek çok insanın yüreğine su serpen güçlü inançlar iyi ki var.

Ve bunu her şeyin bittiğini düşündüğümüz anın ötesini ışığıyla aydınlatan yeni bir müjde olarak kabul edebilirsiniz.

08.08.2014

21:58

 
Toplam blog
: 284
: 245
Kayıt tarihi
: 21.06.14
 
 

Yaşadığımız evrenin oldukça zengin bir yer olduğunun farkındayım.  Bu zenginliğin çok az bir kısm..