Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ocak '14

 
Kategori
Öykü
 

Zaman eşiği - 3

Zaman eşiği - 3
 

Çıkan kısmın özeti: Samanyolunda çok uzun bir keşif seyahatine çıkan Türk Yıldız Gemisi Gökada; uzay zaman boyutunda bir sıçrama esnasında zaman kaymasına yakalanarak dokuz yüzyıl öncesine geri gider. Dünya yörüngesinde dönüp duran Gökada'dan ayrılan bir keşif mekiğinde geminin ikinci kaptanı da vardır. Atmosferden geçerken müthiş bir fırtınaya yakalanıp alev alan mekikten can roketine atlayarak kurtulmayı başaran ikinci kaptan ıssız bir dağ başına iniş yapar. İnfilak eden can roketinden canını zor kurtaran kahramanımız uzaktan bir ışık görür...

..............................................  

Karanlıkta görebildiğim kadarıyla tebessüm ediyordu.

- Dur nereye gidiyorsun?

Diye konuştu birden.

- Biz kapımıza geleni böyle çabuk bırakmayız.

Bu ıssız dağ başında dilimizi konuşan bu adam normal olarak şoke etmeliydi beni  ama içime garip bir güven gelmişti:

- Sağolun, dedim, Böyle misafirperver olduğunuzu bilseydim kapıyı vurur, içeri girerdim.

- Öyleyse bildin bizi. Haydi buyur içeriye..

Ne söyleyebilirdim? Neredeyse donmak üzereydim. Bu cana minnet teklifi hemen kabul  ederek içeri girdim. İçerdekiler saygıyla ayağa kalkarak beni karşıladılar. Herkes elini uzatıp “ Hoş geldin “ dedi bana. Sonra hep birlikte bağdaş kurup kilimlerin üzerine oturduk. İçerisi sıcacıktı. İçimdeki üşüme gitmiş, tatlı bir rehavet yayılmaya başlamıştı. İçeri beraber girdiğimiz kişi:

- Evet, nerede kalmıştık canlar?  

Diye başlayarak sohbetine devam etti. Anlattıkları şimdiye kadar hiç duymadığım şeylerdi. Bir çoğunu anlamakta zorluk bile çekiyordum ama doğrusu bana çok ilginç gelmişlerdi.

- Daha söyleyecek çok şey var ama misafirimiz çok uzak bir yerden geldi. Yorgundur. Bugünlük burada keselim. Siz de istirahat edersiniz.

Benden başka herkes ayağa kalkıp yavaşça dışarı çıktı. İçeride yalnızca ikimiz kalmıştık. Ona soracağım çok şey vardı ama aklıma gelen ilk basit şeyi sordum:

- Burada bir videofon var mı? Karapınar’la görüşeceğim de.

Roket havaya uçunca bana gerekli her şeyle birlikte haberleşme cihazlarını da beraberinde götürmüştü. Elimde hiçbir haberleşme vasıtası kalmamıştı. Karşımdaki ne dediğimi anlamamıştı galiba? Tam sorumu tekrar edecektim ki:

- Burada o dediğinden bulunmaz evlat.. diye cevap verdi.

- Hem sen şimdi yorgunsun. En çok güzel bir dinlenmeye ihtiyacın var.

- Hayır, yorgun filan değilim. Yalnız Karapınar’la çok acele konuşmam lazım. Videofon yoksa telefon da mı yok?

Yine ne dediğimi anlamamıştı. Aman Yarabbim? Ben nereye gelmiştim böyle? Bu da gezegenleri kasıp kavuran şeyin marifetiydi galiba? Yalnızca tek bir fark vardı: Yapı tarzlarından insanların giyinişine kadar her şey yüzyıllar öncesine geri gitmişti. Eminim ki karşımdakinin ne videofondan, ne de telefondan haberi vardı. Acaba burası neresiydi? Karapınar üssü kadar uzaktaydı? Neden bu dağ başında, bu şekilde yaşamayı seçmişlerdi? Bütün bunları ona sormak istiyordum ama adını bile bilmiyordum.

- Şey.. Adınızı bile sormadım, dedim.

- Burhaneddin derler bize, diye cevap verdi.

- Seyyid Burhaeddin..

- Buranın neresi olduğunu sorabilir miyim?

- Kayseri yakınlarında bir köydesiniz.

- Kayseri mi? Şehir çok uzakta mı?

Parmağıyla pencereyi işaret etti:

- Hayır, gündüz olsaydı şehri çevreleyen surları görebilirdiniz.

Surları mı? Kayseri’nin etrafında surlar mi var? Beynimde binlerce şimşek çaktı sanki. Ta Satürn’den beri başımıza gelenler bir çırpıda aydınlanmıştı şimdi. Galiba o kötü sıçrama esnasında zaman eşiğinden geçmiş ve zamanda yüzlerce yıl geriye gitmiştik. Böyle olunca da gezegenlerin hiçbirinde  hayat izi olmayışı ve dünya yörüngesinde suni hiçbir şeye tesadüf etmememiz gayet normaldi. Tuhaf bir rüyada sayıklar gibi konuştum.

- Bana hangi senede olduğumuzu söyler misiniz?

Sorum biraz tuhaf gelmişti galia

- 638 yılındayız, dedi gülerek.

- Demek 638 ha!

Allah’tan Hicri yılın Miladi yıla nasıl çevrildiğini gayet iyi biliyordum. Çabucak kafamda bir hesap yaptım 1240 çıktı. Buna göre tam dokuz yüzyıl geriye gitmiştik. Selçuklu dönemi Anadolu’suydu burası. İnsanlarıyla, yaşayış ve yapı tarzlarıyla zaten belli oluyordu bu. Aklıma hemen Mevlana geldi. Tabii Seyyid Burhaneddin’in onun hocası olduğunu bilmediğimden saf saf sordum:

- Mevlana’nın çağdaşısınız.. Onu tanıyor musunuz?

Yüzünde hoş bir tebessüm belirdi:

- Tanımaz olur muyum? Onun hocası olmakla şereflendik.

Her ne kadar pozitiv düşünceli olmakla birlikte Mevlana Celaleddin’in büyüklüğü karşısında söyleyecek söz bulamazdım.Demek o hikmet okyanusunun hocasıyla karşı karşıyaydım ha.. Halbuki o anlatılmaz ölçüde alçak gönüllü görünüyordu.

- Bağışlayın efendim, dedim başımı öne eğerek.

- Sizi hakkıyla anlayamadım.

Ben tasdik edeceğini sanıyordum ama o koskoca bir tevazu abidesi gibiydi:

- Estağfirullah.. Bizim anlaşılamayacak neyimiz var? Halimizi Selahaddin’e, kalimizi yani sözümüzü Mevlâna’ya vermişiz. Gerisi bize kalmış o kadar..

Acaba her şeyi ona anlatsa mıydım? Dokuz yüzyıl sonrasını anlayabilir miydi? Ya beni Hayalcılıkla, hatta yalancılıkla suçlarsa? Sanki aklımdan geçenleri okurmuş gibi:

- Merak etme, dedi.

- Hal ehli halden anlar. Bana her şeyi anlatabilirsin.

Ve biz tam iki saat karşı karşıya oturarak sohbet ettik. Anlattıklarıma hiç şaşırmadı. Sanki onca yüzyıl olup biteni biliyor gibiydi. Sonunda bana söyledikleri tüylerimi diken diken etmişti:

- Kibir çok kötü bir huydur. Ulaştığınız seviye sizi asla gururlandırmasın. Şunu biliniz ki bizim zamanımızda öyle erler vardır ki ışığa gem vurur da binerler. Yerden göğe çıkmazlar, gökten yere inerler.

Sohbetimiz esnasında o denli tesirimde kalmıştım ki her şeye boş vererek bu zamanda kalmayı ve ona mürit olmayı bile düşündüm. Ancak bir yıldız gemisi ikinci kaptanı olarak yapmam gereken şeyler vardı. Bin yıllık bir geçmişe sahip olmuştum artık. Herşeyi bir çırpıda silip atamazdım.

Öncelikle arkadaşlarıma neler olduğunu öğrenmeli ve yöründede dönüp duran Gökada ile temas kurmalıydım. Seyyid Burhaneddin düşünceli halimi sezmekte gecikmedi:

- Hayrola? Daldın birden.. diye sordu.

- Şey.. Birlikte geldiğimiz arkadaşlarımı düşünüyorum da. Acaba kurtulabildiler mi? Ya başlarına kötü bir şey gelmişse..

- Merak etme.. Arkadaşların çok iyi.

Şaşkın bir halde Seyyid’e baktım. Arkadaşlarımın durumunu nasıl bilebilirdi? Yalnızca bir temenni miydi bu? B u defa beni gerçekten şaşkına döndüren bir şey söyledi:

- Seni onlara götüreyim ister misin?

- Tabii isterim. Nerdeler?

- Antakya yakınlarında bir sahradalar.

- Oo, çok uzaktalar.. Nasıl gideceğiz?

Cevap vermedi. İşaretle kendisini takip etmemi istedi. Beraberce dışarı çıkıp güneye doğru döndük. Ben ne yapıyoruz diye merak ederken fısıltıyla gözlerimi kapamamı istedi. Dediğini yaptım ve bir müddet öylece kaldım.”Tamam, gözlerini açabilirsin” dediğinde hâlâ neler olup bittiğinin farkında değildim. Halbuki bulunduğumuz mekan tamamen değişmişti. Şaşkınlıkla etrafıma bakınırken, o yüzünden hiç eksilmeyen tebessümüyle bana dönerek ileriyi işaret etti. Yüz metre kadar ileride bir enkazın etrafında toplanmış insanlar vardı. Karanlık olmasına rağmen onları tanımakta gecikmedim. Bunlar benim arkadaşlarımdı.Mürettebatımı bulmuştum.

Mekik yanarak düşmeye başlayınca benim kadar şanslı olamamışlardı. Can roketlerine binememiş ancak cansiperane bir mücadele vererek yangını söndürmeyi ve aracı yere indirmeyi başarmışlardı. Fakat tıpkı benim roket gibi mekik de yere iner inmez infilak etmiş, beş arkadaş canını zor kurtarmıştı.

Olup biteni anlatınca o kadar şaşırdılar ki hep birlikte Seyyid Burhaneddin’in ellerine sarıldılar. Ancak buraya nasıl geldiğimizden hiç bahsetmedim. Bu inanılmaz seyahat Seyyid’le benim aramda bir sır olarak kalacaktı.

Gökada’yla temas kurmak istiyorduk ama elimizde hiçbir haberleşme cihazı olmadığından bunu nasıl başaracağımızı bilmiyorduk. Seyyid Burhaneddin bunu da halletti. Onun verdiği fikirle çevreden çalı çırpı ve odun taşıyarak dev harflerle kocaman bir S.O.S. işareti yaptık. Sonrada odun yığınlarını ateşe verdik. Çok geçmeden büyükçe ve sapasağlam bir mekik kırmızı ve yeşil ışıklar saçarak gökten geldi ve yanıbaşımıza iniverdi. Herkes gelenleri karşılamaya koşarken o hengâmede Seyyid Burhaneddin’i unuttuk. Koşarak durduğu yere geri dönünce onu bulamadım. Çoktan yüzlerce kilometre ötedeki Kayseri’ye, dergâhına varmış olmalıydı.

Herkes nereye kaybolduğunu merak edecekti ama ben her şeyi biliyordum. Işığa nasıl gem vurulduğunu anlamıştım çünkü.

          

 

 
Toplam blog
: 343
: 446
Kayıt tarihi
: 19.02.11
 
 

Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Teknoloji Yönetimi dalında mast..