Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ağustos '17

 
Kategori
Felsefe
 

Zaman Hiç Kaybolmaz Kaybolan Bizleriz

Zaman Hiç Kaybolmaz Kaybolan Bizleriz
 

Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum..


Hayatını kaybetmiş kişilerin ardından halk arasında kullanılan bazı kalıplaşmış ifadeler vardır; bunlardan biri, benim de kişisel olarak anlamlı bulduğum “ Ateş düştüğü yeri yakar ” cümlesi her ne kadar trajik bir olayın ardından  bir sonuç cümlesi  olarak söylense de, medyada uzun zamandır  duyduğum klişeleşmiş ifadelerden diğer biri de  merhumun “son yolculuğuna uğurlanması” olmuştur. Bu yaklaşım hem duygusal içeriği hem de bir ölüm olgusunun felsefesi bakımından dikkat çekicidir.  Örneğin bu açıdan baktığımızda daha önceki bayramlarda olduğu gibi bu bayramda da tüm uyarılara rağmen trafik kazalarında hayatını kaybeden  64 kişi gerçekten de  son yolculuklarına uğurlandıklarını elbette bilemezlerdi ama bununla birlikte ölenlerin ardından  Türkiye’de medyanın kullandığı başka popüler bir ifade olan  “trafik canavarına yenik düşmek” sözleri ise oldukça yaygın bir şekilde dile getiriliyor. Hatta geçmişte bu konuda o kadar ileri gidilmişti ki  yollarda “trafik canavarı olmayın ” şeklinde uyarı panoları bile konulmuştu. Bu olaya dışarıdan bakıldığında sanki ülkede bir trafik problemi yokmuş da tanımlanamayan bir yaratık bu  kazalara neden oluyormuş gibi bir izlenim bırakıyordu ve yine görünüşe göre  şimdi  64 vatandaşımız yine  bu gözü dönmüş canavarın kurbanı olmuş gözüküyor. Bir yaşamın ansızın üzücü bir şekilde son bulması karşısında teselli edici birçok şey söylenebilir ve teselli etmek adına söylenen veya söylenmeye çalışılan tüm sözler insani açıdan saygıdeğer olabilir ama öte yandan bu tarz kazalar karşısında “Bu bir kaderdir” demek anlamsız ve amacı olmayan bir ölümü kabullenmenin en kolay yolu olmalıdır.
Bu noktada tarihte iz bırakmış bazı son yolculuklara değinmek ve  yaşanmış bazı olaylara göz atmak; bir yolculuğa çıkmanın, aynı zamanda her yolculuğun bir dönüşü de olmayabileceğini anlatması bakımından ilgi çekici olabilir.

1778 yılında İstanbul’da doğan Bestekar İsmail Dede Efendi Osmanlı döneminin en değerli bestecilerinden biriydi ve eserleri ile gerek saray çevresinde gerekse halk arasında çok tanınan biriydi. Osmanlı sultanı III. Selim’den sonra da saraydaki  görevlerine devam eden İsmail Dede Efendi’nin saray  hayatı,  I. Abdülmecid dönemine kadar sürmüştü. Ancak  saraydaki müzik anlayışının değişmesine paralel olarak Türk müziği  geleneği  bir şekilde Batı müziğinin etkisinde kalınca bu  değişime ayak uyduramadığına inanan İsmail Dede Efendi, “Artık bu oyunun tadı kalmadı”  diyerek hacca  gitmeye karar vermiş ve 1846 yılında çıktığı bu son yolculukta hastalanarak  ölmüştü. Bir diğer örnek ise,  ister sıradan biri, isterse bir imparator olsun, sürgüne gönderilen her kim olursa olsun bu bir son yolculuk olabilir.  1812 yılında Napolyon Bonaparte’ın  Rusya’ya düzenlediği sefer büyük bir başarısızlıkla sonuçlanınca  Rusya, Prusya ve Avusturya güçlerini birleştirip 1813 yılında Leipzig Muharebesinde Fransa’yı yenilgiye uğratmışlar ve ardından 1814 yılında Paris’i de ele geçirince, Napolyon’u tahttan feragat etmeye zorlayarak Elbe Adasına sürgüne yollamışlardı.  Ama 1815 yılında bu adadan kaçarak tekrar Fransa’nın başına geçmişti. Ancak bu kez  Waterloo Savaşında yenilince İngilizler tarafından Atlantik’teki St.Helana adasına çıktığı yolculuk onun son yolculuğu oldu.

3 Mart 1924’te Hilafet kaldırılınca bazı Osmanlı Hanedanı üyeleri sürgüne gönderildiklerinde, bu yolculuğun bazıları için son yolculuk anlamını taşıdığını kendileri de bilmiyorlardı. Osmanoğulları için sürgün kanununun çıktığı 3 Mart 1924 günü, son padişah Sultan Mehmed Vahideddin Han, son halife Abdülmecid Efendi ve şehzade unvanını taşıyan 35 kişiyle birlikte ailenin toplam 37 erkek üyesi bulunuyordu.

Sürgün, kadınlar için 28, erkekler için 50 yıl sürdü. 23 Haziran 1952’de hanedanın kadın üyelerinin ülkeye dönmesine olanak tanıyan kanun çıktığında, 1924’teki sürgün listesinde bulunan 42 sultandan 17’si, aradan geçen 28 yıl içinde artık hayatta değildi.  Aradan yarım asır geçtikten sonra 15 Mayıs 1974’te hanedanın erkek üyeleri için de ülkeye giriş izni verildiği zaman 1924 Mart'ında gönderilen 37 erkek üyeden sadece 10 tanesi hayatta bulunuyordu.

Aslında bir yolcuğun son olup olmadığını bilmek ile bilememek arasında tek fark herhangi  bir  yolculuğun hayatı deneyimlemek ve keşfetmek için yapılmasına karşın bu  yolculuğun kendisinin, bu iki kavramın da  ötesinde kişinin kendisine bir adım daha yaklaşarak ölümsüzlüğe ulaşmak anlamına geldiğini varsayabiliriz; çünkü hayatımız beklentilerimiz kadar varsayımlardan da oluşmuştur. Tüm trajedisine rağmen ölümün kendisine özgü  kutsallığını verme çabasının altında yatan asıl neden;  hayatın aslında bir yolculuk olduğu fikrinin yanısıra yolculuğun kendisinin varılmak istenen hedeften daha anlamlı olduğu düşüncesidir. Bununla birlikte,  her yolculuğun varılmak istenen yere ulaştıktan sonra bittiği kabul edilse de  son yolculuğuna  uğurlanan her kim olursa olsun  varılacak bir nokta olmadığı için  bir daha geri dönmeyeceğini  ve böylece hiçbir zaman  bitmeyecek  ilahi ama aynı zamanda  hüzünlü bir yolculuk içinde olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü yanınızda size eşlik edecek kimsenin olmadığı bir yolculukta Cemal Süreya’nın dediği gibi  “Gitmekle , gitmiş olmazsınız ki, gönlünüz kalır, aklınız kalır, anılarınız kalır”.  Son kez yola çıkıyor da olsanız öyle kolayca çekip gidemezsiniz işte.

Son yolculuğa çıkıldığı söylendiğinde, nereye vardıkları konusunda bazen tek düşünebildiğimiz şey, onların iyi yada kötü kimseler olup olmadıklarından daha çok  iyilerin  iyi bir yerde , kötülerin de günahlarının bedelini ödeyebileceği  başka bir yerde olmaları gerektiğidir. İyiler bütün korkulardan ve kaygılardan bağımsız bir halde tüm günahlarını geride bırakarak evrenin sonsuzluğuna ulaşırken, kötüler de, cehennemin kapısına geldiklerinde Dante’nin dediği gibi, şu yazıyı okuyor olacaklar mı?  “Burası cehennemin kapısıdır, buraya gelenler tüm umutlarını geride bırakmalıdırlar.”

Şimdi yok olmanın başka bir trajik boyutuna bakalım ;ister yaşlı isterse genç olsun terörün yaşama haklarını zorla elinden aldığı insanlar ve herhangi bir savaşta  acımasızca ve alçakça katledilen masum insanlar son yolculuklarına uğurlanırken, onları tanıyan veya tanımayan insanların  bu yolculukta her zaman en tenha yolu mu seçtikleri  ve sonuçta yaşamın son bulduğu kaotik bir noktanın dışlında başka bir yerde  başka bir hayata mı başladıkları sorusu benim için her zaman ilgi çekici olmuştur.
Barış Manço “İnsanlar aslında sadece hatırlanmadıklarında gerçekten ölürler” demişti. Bu durumda anlıyoruz ki,  daha önce söylediğimiz gibi son yolculuğa  uğurlananların bir yere varmaktan çok  onları hatırlayacak birileri olup olmadığı gerçeği yolculuğun kendisinden daha önem kazanıyor. Sonuç olarak,  belki de  onlar  hayattayken  sadece gidecekleri yere kadar eşlik etmemiz gerçeği bir yana, akıp giden zaman içinde  onlara karşı duyabileceğimiz özlemle birlikte eğer her yer çok ıssız  gelmeye başlamışsa  ve bu yolculukta onlar kadar yalnız, çaresiz ve savunmasız bir durumdaysak  Ömer Hayyam’ın  dediği gibi gönlümüzce  bir yol aramaya başlarız, ama bir gün gelir ki;  bir ses haykırır göklerden ve şöyle seslenir bizlere:  “Herkesin yolu kendine varır, arama başka yerde.”

 

 
Toplam blog
: 27
: 292
Kayıt tarihi
: 11.04.13
 
 

İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İkitisadi ve İdari Bilimler Fakültesinden 1986 yılında mezun oldum..