Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Ekim '12

 
Kategori
Anılar
 

Zaman makinası

Mazinin karanlığında dolaşırken, sıkça yolum kesilir. O kadar çok yoldan geçtim ki, karşıma nice yoldaşlar çıktı. Bunların arasında ünsüzleri olduğu gibi, ünlüleri de vardı. Bazen ülser olmuş midemin kabuk bağladığını düşünürüm. Yani ameliyatla değil, kendi kendine, geçtiğini hayal ederim. Aslında itiraf etmem gerekirse, hiç ülser olmadım.

Sonsuz bir hayat şarabı benimkisi; içine düşüp de, nedense, sarhoş olamadığım! Felsefik ve matematik açıdan bakıldığında, fonksiyonun davranış biçimi, sonsuzluğu gösteriyor. Aşık Veysel’in söylediği gibi, uzun ince bir yoldayım.

Evet, çok iyi hatırlıyorum Ayşe Arman’ın çıkışını. Onda Duygu Asena gibi arsız bir hava vardı. Sevgiliyle yaşadıklarını, bir-bir anlatacak cesaret… Kimse o kadını beğenmezken, ben yaptıklarını doğru bulurdum. Şimdi soyunmaya bile kalktı; olsun, yakıştırdığı sürece, problem yok. Namus kesinlikle kafadadır; öyle ya da böyle…

Geçmişin bir yerinden pörtleyebilir yalnızlığım. Çünkü o kadar yıl, o kadar zor şartlar altında besledim ki o arkadaşımı, yani yalnızlığımı, bazen başına bir şey gelip de, ölecek diye korkarım. O kadar alışığız ki birbirimize, kaza geçirdiğimde, onca kişi arayıp durunca, hanım bile şaşırdı, bana ve yalnızlığıma ne oluyor diye! Hiçbir şey olamaz bize. Biz hayatımın sonuna kadar birlikte yaşayacağız.

Şu hayatta çok büyük fakirlikler gördüm dünyada! Sadece Türkiye’mde değil elbet, Endonezya’da İkan köyünde yaşadığım fakirliğin, yüreğimde, tarifi yok. Çürük balık kokusunun ağırlığında, dış cephesi olmayan evlerde yaşayan fakirliğin, okyanusun dibini boylayarak kaybolacağını düşünmek, naiflikti! 1.5 m genişliğinde sokakta oynayan, don, gömleksiz, çocuklar ve biçareler. Sadece vızıltılarıyla şenleniyor sokak ve ben onlarla oynamak üzere, bilmediğim halde, gitar çalıyorum. Bir çocukla karşılaşıyorum ve çok zeki bakışlı bir çocuk bu! Ona soruyorum gelecekte ne olacaksın diye? Çürümüş balıkların arasında, doktor olacağından bahsediyor. Ona altın yüzüğümü hediye ediyorum ve diyorum ki “kesinlikle senin doktor olacağına inanıyorum!”. Ya da öyle umut etmek istiyorum.

Başka bir zamanda,1995 yılında, Harran Ovasını gezerken, Alev ile tanışıyorum. Hepimiz makine mühendisleri odasına bağlı birer mühendisiz. Uçakla Urfa’nın yolunu tutuyoruz. Ve nerdeyse, karşımızdaki ilk sahne, donsuz çocukların, kalem, kalem, diye ağladıkları an! İnsanın alabileceği tüm kalemleri alası geliyor. Ancak gerçekçi değil bu düşünce!

Başka bir zaman daha… Bir çocuk İstanbul Şişli’de, yanıma gelip şöyle ifade ediyor kendini, ismi Şaban, “Ayakkabılarınızın nasıl tozlandığının farkında değilsiniz galiba?”

Evet değilim! Kimsin sen Şaban? “Dolapdere’nin dönme dolap çocuğuyum. Babam sarhoş, ben nahoş ama umudumu yitirmeden, yanımdaki bu küçük çantayla hem hayata, hem anneme tutunmaya çalışıyorum. Hem de okuyorum da, matematiğim en iyi dersim!”

Ağlamak istiyorum! Ve aklından geçeni söyle diyorum; sana bir hediye almalıyım, bana umudu öğrettiğin için seni ödüllendirmeliyim. Olmaz öyle şey diyor. Hayır, olmalı diyorum. “O zaman” diyor, “bana bir muhabbet kuşu alabilirsin…”. Ne yazık ki o devirde Şişli’de bu kuşu bulamıyoruz. Sana söz veriyorum diyorum 3 gün sonra, yani Cumartesi günü, kuşunu getireceğim. Bana inanmıyor! Üç gün sonra, kuş ve ben, Şaban’ı bekliyoruz, aynı köşede! Ve Şaban’ı oynarken çeviriyorum: Ne de olsa çocuk, Cumartesi günü de çalışacak değil ya! O kadar çok teşekkür ediyor ki bana, alıp onu içime sokmak istiyorum… Ona son olarak diyorum ki: “Sözler tutulmak üzere verilir!”

Zaman sarhoşuyum ben. Bu zaman içinde neler gördü gözüm; hangi ülkeler, hangi insanlar, hangi organizasyonlar, hangi sınavlar, hangi yalanlar, hangi dolanlar? Hangileri beni gerçekten ben yapmak üzere, benim bildiklerime gerçek anlamda katıldı? Hepsi; andığım ve anmadıklarım…

Ne zaman başım sıkışsa ve umutsuzluğa kapılsam, karşıma beyaz saçlı ve mavi gözlü bir amca belirir. Ve her seferinde, çevreme bakacak enerjim olmasa dahi, bana merhaba der, günaydın der, bir şey söyler ve dikkatimi çeker. Asos’un dedesi Hasan dede de, bir kör günümde, beni ışığa çıkarmıştı. Yanına oturup bir saat susarak konuşmuştuk. Onun huzurlu gölgesine sığınmıştım, savruk ve dağınık hayatımla! Bir kez göz göze gelmiştik. Benim ailesiz dönemimdi. Bana bırakın sahip çıkmayı, deli diyorlardı. Ben o sessizliğin kıymetini anlatamam.

İstanbul’un gece hayatından sabahına akarken, nice paralar savurdum sokağa, alkolün perdesiz sarhoşluğuna vücudumu hantalca bırakırken, yüreğimdeki yalnızlık, her şeye rağmen, ne kadar çok acı veriyordu. Kalbim hastanelik olmuştu. Çılgınca dans eden ve bu meşk sırasında kadınların ihtiras dolu bakışları arasında, yapayalnız bir adamdım. 2 yıl her gece Hayal Kahvesi’nden yapayalnız ve sarhoş çıktım. Şişenin dibini görmeden çıkmadım hiç! Ve her daim İstiklal girişindeki o serseri ordusu, onların laflarına karşılık verip benim yok olmamı bekledi. Ve hiçbir zaman o tuzağa düşmedim, onca sarhoşluğuma rağmen! Peki, niye bu kadar kötüydüm? Ayşegül’ümü bana yar etmediler. Oysa bebekken bana hep Ayşegül kitapları okumuştular; meğersem beni kandırmışlar!

Zamanlar böyle ardı, ardına gelince, hayat, sanki var olmamışçasına, gerçek dışı bir hal alıyor. O kadar çok, bitmek tükenmeyen hikayem var ki, bazen hangi birini anlatsam da ve öyle bir hikaye olmalı ki bu, anlatacak hikayem kalmasa hiç! Ama mümkün değil bu! Göğsümde yaşadığım hayat, tahmin edilenin ötesinde, ağır bir hayat! Öyle ağır ki taşımayı öğrenmem, resmen 38 yılımı aldı.

Evet, en kaliteli aşk filminden daha iyi ve daha maceraperest, aşklar yaşamayı becerebilmiş birisiyim. Hayatımın 30 yılını aşklarıma adadım. Bunlar sadece, duygu içerikli değildi, emin olun! Aşkın her kademesinde bulundum. Kin, kısmında, ihtiras kısmında, arzu kısmında, uyuşturucu kısmında ama her kısmında! Çünkü inanıyordum ki yaşamam için aşka muhtacım! Başka türlü nefes almam, mümkün olamayacak! Ve mümkün olmuyordu da! Kendime bir türlü gelemiyordum. Öyle bir aşk yaşamalıydım ki kendimi unutayım ya da bu aşk sayesinde öleyim! Ya da öyle bir tutkuyla karşımdakini seveyim ki, her sefer birlikte olduğumuzda yeniden ölüp dirilelim. Allah, bir gün öyle bir kadın karşıma çıkardı ki, o kadın, şeytanın bile bana öğretmediğini öğretti; şehveti öğrendim. Bu anlamda Ahmet Altan’ın bildiği her duyguyu bilirim. Resmen bu aşk değil, hastalıktı. Şehvet, kadim ve karanlık bir güçtü; tıpkı büyüye benziyordu. Öyle bir girdap içinde buluyordunuz ki kendinizi, her seferinde daha, fazla ve daha fazlasını istiyordunuz sanki büyülenmişsiniz gibi! O kadından çok zor kurtuldum. İçimdeki canavardan kurtulmam ise daha zorlu bir süreçti. Bu aşamada cinsellikten nefret ettim.

Hayat, romanlardan bile karmaşık olabilir. Romanlar sonuçta bir dönemi anlatırlar; oysa hayat birikimi, sandığımızın ötesinde, çoktur. Sokakta yaşamak korkunç ve korkutucu bir süreçtir. Şanslı değilse, kimse, yara almadan kurtulamaz. Ben hayatımda öyle insanlar gördüm ki Zeki Demirkubuz’un anlattığı insanlar, bunların yanında çok neşeli kalırlar.

Diyorum ya, kitap okumak, duyguları anlatmaya, anlamaya yetmez. Yaşamadan anlatacağınız her duygu, havada askıda kalır. Duygunun sahiciliği gerçekliğindedir. Ben o romanı yazacağım derken o duyguyu bildiğime güveniyorum. Aşkın her mertebesini, gerçekten iyi bilirim.

Bugün, ne zamandır kıvranıp da size anlatamadığım, hayat gerçeklerimden bahsetmek istedim. Aslında yukarıdaki satırlardan niye yazdığımı keşfedebilirsiniz. Benim yazma sebebimin kesinlikle yazarlıkla bir ilgisi yok, yazmakla ilgisi var.

Kendinize iyi bakın.

Kavi’l

 
Toplam blog
: 631
: 293
Kayıt tarihi
: 10.04.11
 
 

Eric'i külden yarattım. Tamamıyla benim eserim. Söyleyeceği çok sözü, söylemek istediği az sözü. ..