Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Nisan '08

 
Kategori
Felsefe
 

Zamanda yolculuğa son çağrı - ‘Doğa’

Sizleri montajını az önce bitirdiğim zaman makinamdaki yerinizi almaya davet ediyorum. Eğer yarım saat, bir saat sürecek olan yolculuğumuzun sonunda kendinize ‘zamanda yolculuk mümkünmüş!’ diyebilirseniz, o zaman icadım görevini yerine getirmiş demektir.


Sizlere zamanda olduğu için ilmî olan yolculuğumuz boyunca ‘’Doğa’ teriminin etimolojisindeki kavram yabancılaşması’ adlı felsefî bir film seyretmek istiyorum. Neden mi? Ne alaka mı? Bana güvenin. Siz yolculuğunuzun tadını çıkarın. Ama kulağınız ben de olsun. Ama son bir ricam daha olacak: Lütfen kemerlerinizi bağlamayı unutmayınız! Yolculuğumuz da filmimiz de başlıyor.


‘’Doğa’ teriminin etimolojisindeki kavram yabancılaşması’ adlı filmimizi izlemeye koyulmadan, kısa bir açıklama yapmak isterim. Evet, bir terimin etimolojisini, yani tarihçesini araştırmaya kalktığınız zaman şayet kendinizi uzun bir zaman yolculuğuna hazırlamanız gerektiği zorunluluğunu hissetmiyorsanız bu, emin olabilirsiniz ki, kısa bir süre sonra araştırmalarınızda tıkanacaksınız demektir. Hele hele gelişen araştırmalarınızın bir noktasından itibaren az çok kestirebildiğiniz yolculuğun uzunluğunu yarım saat, bir saat gibi akıl almaz kısalıktaki bir zaman dilimine sıkıştırabilme sorunuyla kendinizi karşı karşıya bulduğunuzda sizi icat etmeyi becerdiğiniz zaman makinası bile kurtaramayacaktır. Zaman makinasını icat ettiğinize sevinemeden hızının derdine düşeceksinizdir. Böylece, oturup, zaman makinanızı istediğiniz hıza ulaştıracak enerjinin (yakıt da diyebiliriz) förmülüyle uğraşmak zorunda kalırsınız. Artık bu formülü matematik de mi bulursunuz yoksa geometride mi, fizik de mi bulursunuz yoksa felsefe de mi, bunun hiç bir önemi yok. Önemli olan, bulduğunuz förmülü zaman makinanızda ağırladığınız yolcularınıza anlatabilmenizdir. Ulaşmayı istediğiniz hızı yolcularınıza anlatamamanız durumunda makinanız ya yerinden bile kıpırdamayacaktır, ya da herkes sizin makinanızı terkedip, kimbilir, belki sizi şarlatan ilân edecektir. Dolayısıyla, yolcularınıza derdinizi anlatabilmeniz için, çareyi er ya da geç kapısına dayanacağınız, en önemli iletişim aracımız, konuşmasını bildiğimiz tüm varyasyonlarıyla ‘dil’imizde bulacaksınızdır. Yani böylesine uzun bir yolculuğu, ‘önemli istasyonların hepsine uğradık!’ diyerek, böylesine kısa bir zamana sığdırabilmenin tek formülü, kullanacağınız dilin özünün size bu yolculuğun en uzak noktasında görünecekleri bile kapsıyor zenginlikte olması gerektiği gerçeğidir. Böyle bir dille konuşabiliyorsanız, o zaman bu yolcuğun koordinatlarını size ayrılan süreye sığdırabileceksiniz demektir.


Bugün sizlere anlatmak istediğim konunun ilk istasyonunun antik yunan çağı olduğunu konuyla ilgili birçok literatürden de öğrenebilirsiniz. Ama ben biraz farklı anlatacağım. ‘Doğa’ teriminin (‘kelime’ demiyorum çünkü güncel anlamından çok bilimsel anlamının açılımının peşinde olduğumu biliyorsunuz) etimolojisindeki kavram yabancılaşmasının çıkış noktasını saptayabilmemiz için önce bu terimin etimolojisinin kronolojisine dikkatlice bir bakmamız gerekir. Baktığımızda da hemen tüm bilgi kaynaklarının, çıkacağımız yolculuğa ‘ilmî’ diyebilmemiz için buluşma yerimizi ya da noktamızı antik yunan çağı olarak belirlememiz gerektiğini yazdığınızı görürüz. Ancak ben sizleri biraz daha gerilere götürmek istiyorum. Bundaki amacım, sizlere bu çıkış noktasını öyle kayıtsız şartsız kabul edemediğimi göstermektir. Şayet bir terimin etimolojisinin kronolojisinin ilk tarihinin daha eskilere dayanabileceği ihtimâlinden, bunu kanıtlayıcı eserlerin ya da literatürlerin günümüze ulaşamamış olduğundan dolayı, vazgeçmek zorunda kalıyorsak, bunu bu aşamada değil, en erken bir aşama sonra, yani günümüze ulaşmış eserlerde bu ihtimâli besleyici bilgilerin olup olmadığını araştırdıktan sonra yapmamız gerekir diye düşünüyorum.


Olaya bu açıdan baktığımızda ‘şu konu tarihte ilk kez burada kaleme gelmiş’ dediğimiz eserlerin de aslında daha eski tarihlerden uzanan bilgi zincirinin tarihin karanlık derinliklerinde kaybolmadan bize ulaşabilmiş ilk halkası olduğunu görüyoruz. Yani bir terimin etimolojisinin kronoljisindeki en eski tarih o terimin etimolojisinin asıl kronolojisindeki en eski tarih değil, o terimin etimolojisinin kronolojisinin boş bir yaprakta yerini bulabilmiş en eski tarihi demektir. Dolayısıyla ilk kez bir eserde kaleme gelen bir terimin açılımıyla dile gelenlerin tek sahibi o eseri kaleme almış kişinin kendisidir diyemeyiz.


Bir terimin açılım anı, bu açılım anını dilleştirenin dilini diğer dillere sürtüştürmesi sonucu meydana gelen ortak enerjinin eseridir. Bir terimi düşünerek değil, o terim hakkında düşündüklerinizi başkalarıyla konuşarak açabilirsiniz. Yani bir terimin açılımı iletisel bir bağlantıyı önkoşmaktadır. En az iki dilin birbiriyle sürtüşmesinden meydana gelen enerjidir konuşmak. Konuşmanın eseridir bir terimin açılım anı. Komünikasyondur açılım anı. Komünikasyon anı açılımdır.


Biz işte bu ‘en az iki dilin birbiriyle sürtüştüğü an’ı değil, bu anın bir kişi tarafından ‘kaleme alınma’ tarihini araştırmalarımızın çıkış noktası olarak görüyoruz. Tamam, bu ‘o an’ dile gelenlerin kaleme geldikten sonra bilimsel geçerliliğini kaybettiği anlamına gelmez. Öyle olsaydı haklı olarak yüzyıllardır övünegeldigimiz bilimsel gerçeklerimiz olmazdı. Mevzubahis anı kaleme alan, her şeyi gerçeğiyle kaleme almıştır. Ya da bu niyetle kaleme almıştır. Peki nedir beni bununla yetinmeyip, bir adım ileri gitmeye iten? Bir örnekle açıklamaya çalışayım. Bence bilimsel bilgi birikimimize dayanarak inandığımız gerçeklerimizin de biz insanlar gibi bir bedeni bir de ruhu vardır. Eğer biri bir gerçeği kaleme almışsa, o gerçeğin bedenini bizim idrak gücümüze göre birebir kâğıda geçmiştir. Okuduğumuz gerçeğin bedeninin bilimsel geçerliliğini kabul ederiz. Matematiğimizle, fiziğimizle, biyolojimizle, kimyamızla uyum içinde olduğunu bilir, rahat ederiz. Ama biri bir gerçeğin bedenini kaleme aldıktan sonra doldurduğu sayfanın altına yalnızca kendi ismini yazar da dilinin sürtüştüğü diğer dili, dilleri es geçerse, o zaman kaleme gelen gerçeğin ruhunun temizliği üzerine de tartışabilinmeli düşüncesindeyim. Çünkü bu bağlamda kaleme alınmış gerçeğin ruhunun rencide edildiğinden söz edilebilir kanaatindeyim. Peki böyle bir tartışmanın bilimsel değeri nedir? İnsanın inandığı gerçeklerinin ruhî boyutunu kabul edip, onu tinsel geçerliliği tartışılmaz kozmik bir formül gibi kendine hediye etmek isteyişi yine kendinedir. Çünkü insan kendi gerçekleridir. Gerçeklerinin ruhu temiz kalırsa kendi ruhu da temiz kalır. Hilenin olduğu yerde ruh çamura göz yumar.


İşte bu yüzden çıkış noktasının çıkış noktasını çıkış noktası olarak görmemiz gerekir düşüncesindeyim. Yani çıkış noktasında gizli çıkış noktasını asıl çıkış noktası olarak görmeliyiz; eski çıkış noktasından yola çıkarak vardığımız yeni çıkış noktasını çıkış noktası olarak görmeliyiz. Evet, çıkış noktamız bilimsel gerçeklerimizin bedeninde gizlenen çıkış noktası gerçeklerimizin ruhunu asıl çıkış noktası olarak görmeliyiz diyorum. Bu cümlenin mantıklı açılımına birazdan tekrar değineceğim; evet, bu cümle insanın kulağına ilk duyuşta ne kadar mantıksız bir mesaj iletiyormuş gibi görünse de gerçekte ‘kilit gerçek’ denilebilecek kadar önemli bir gerçeğe kelimeperverlik ettiğini göreceksiniz.


Evet, demek ki bir terimin etimolojisinin kronolojisinin en eski tarihini bilimsel bir şekilde belirliyebilmemiz için bu terimin açılım anını ilk kez kaleme alanın eserinin günümüze ulaşmış olması gerekiyor. Aynı ‘doğa’ teriminin antik yunan çağı filozofları tarafından zamanında kaleme alındığı ve ‘ilk’liklerini günümüze kadar ulaşabilmişliklerine borçlu olduğu eserlerinde olduğu gibi. Peki bir terimin açılım anını ilk kez kaleme almak ne demek?


Eğer ‘kavram yabancılaşmasına’ sebep olan etkenleri gösterebilmek istiyorsak, o zaman bu yabancılaşmanın kalbinin ilk attığı anı irdelememiz, yani bir terimin kim bilir ne baş ağrılarıyla ilk kez kaleme geldiği doğum anına tanık olmamız gerekir. Bir terimin dünya’ya gelmesiyle soluduğu kelimelere o terimin içeriği, tanımı, yani açılımı diyorum. Peki bir terimin içeriğinin doğruluğunu nasıl saptayabiliriz? Bir bakalım. Bunu sizlere somut bir örnekle, ‘doğa’ terimiyle göstermeye çalışayım. Burada ‘doğru’ kelimesini ‘diğer bilimsel bilgi ve verilerle çelismeyen’ anlamında kullanıyor, ‘doğru’ kelimesinin içeriğinin doğruluğunun tartışılabilinir boyutuna girmiyorum. Evet, ‘doğa’ terimi ilk kez ‘her şeyi kapsayan, içeren evren’, bazı tercümelere göre de kısaca ‘uzay’ (evren) anlamını taşıyor. Tercüme olayına daha sonra değineceğim. Şimdi, asırlar boyu aşağı yukarı aynı anlamı içeren bu terim hıristiyan dininin yayılmasıyla değişime uğruyor ve ‘yaradılış’ oluveriyor. Bu değişim niye? Bu soruya cevap vermeden, terimimizin gelişimini sona erdirmek istiyorum. Daha sonra bu değişimle gelen yeni anlam terimdeki yerini Descartes’ın Aristo’nun ‘Analytica Posteriora’ (sonradan analiz) adlı eserine dayanarak yaptığı yeni tanımlamaya devrediyor. Artık ‘doğa’ bünyesinde insan ‘subjesini’ barındıran ‘obje’ oluveriyor. Bu tanımları az sonra daha da açacağım. Galilei’den beri ise ‘doğa’, üzerinde, yani ‘obje’de ve üzerimizde, yani ‘subje’de, deneyler yaparak bizden gizlediği ‘gerçeğine’ ulaşmaya çalıştığımız (hesaplanabilir) ‘obje’ olduğu anlamını koruyor. Günümüzün doğa bilimlerinin ilmî manifestosunun en geçerli kaidesi budur.


Şimdi, tekrar biraz geriye dönüp, bu anlattıklarımızı da göz önünde bulundurarak atacağımız her adıma yeni bir boyut daha eklemeye çalışalım.


Bir terimin içeriğinin doğruluğunu nasıl saptayabiliriz demiştik. Yani ‘doğa’ teriminin ilk kez ‘herşeyi kapsayan, içeren evren’, ya da ‘uzay’ diye tanımlanabilmesinin özündeki doğruluk derecesi nedir?


Mevzubahis ‘doğruluk derecesi’nin ölçeği şüphesiz o ana kadar birikmiş bütün bilgilerin kabul edilmişliği, bir başka deyişle, bilimsel geçerliliğidir. Şimdi ‘doğa’ terimini böyle bir içerikle yükleyebilmeniz için kullanacağınız sözcüklerin anlamlarının da aynı prosedürden geçmiş olması gerekir. Bir başka deyişle ‘evren’ kelimesinin anlamı o an (en azından bilimsel veriler ışığında) mutlak olmalı ki, siz bu kelimeyi içeriğine yüklemeye çalıştığınız tanımla özdeşleştirebilesiniz. Burada çok önemli bir noktanın gözümüze çarpması gerekir. O da terime içerik arayanın içinde bulunduğu dünyanın etkisinin ondaki izdüşümü nedir sorusuna vereceğimiz cevaptır. Tanımımıza bir bakalım, hemen göreceğiz: bakınız, ‘doğa’ teriminin ilk tanımında (‘her şeyi kapsayan, içeren evren’) insanın duygusal beklentileriyle rasyonel olduğuna inandığı verilerin harmoni içinde olduğu dikkat çekiyor. Yani bu terimin içeriğinin doğruluğu felsefî olduğu kadar fizikî ya da fizikî olduğu kadar felsefîdir de. Doğa’nın ‘her şeyi içeren, kapsayan evren’ tanımında hangi kelimelerin felsefî hangilerinin fizikî yüklü olduğunu açıklamama gerek yok sanırım. Gayet açık. Yine de: bakınız, ‘her şey’ felsefî yüklüdür, çünkü insan ‘şey’lerin sayısının muhtemel sonsuzluğunu ‘her’ kelimesiyle yakalayabilmek ister; ‘içeren, kapsayan evren’ fizikî yüklüdür, çünkü bildiği sayılı ‘şey’leri kapalı bir sistem içersinde gözlemlediğine inanır.


Peki doğruluğu tartışılmaz bilinen bir terimin nasıl oluyor da zamanla anlamı değişebiliyor? Çok kolay! Terimi okuyanın yaşadığı dünya’nın artık değişmiş doğrularının bu terimin içeriğinin doğruluğunu kabul edemeyecek ölçüde kendisini de değiştirmiş olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla, değişmiş doğrunun değişmiş insanı terime doğruluğunu mutlak kabul ettiği yeni bir içerik yükleyerek onu anlam değişimine uğratır. Değişimin içeriğinden hangi etkinin daha ağır bastığı görülür. Artık ‘doğa’ teriminin yeni içeriği (‘yaradılış’) daha çok dinî anlayışı yansıtacaktır. Yani eski ‘harmoni’, ‘uyum’, kaybolmuştur. Yeni terime rasyonel verilere ve duygusal beklentilere yer bırakmaksızın ‘din’in gerçekleri aktarılmıştır. Olayın sosyo-politik, dinî vs. boyutuna girmeyeceğim. Ama yine de bir noktaya değinmeden edemeyeceğim: sakın bir teologla (ilâhiyatçı) ‘dinî gerçekler’in insanın duygusal beklentilerinin eseri olabileceği ihtimâli üzerine tartışmaya kalkışmayın; çünkü teologa göre insanın duygusal beklentileri ‘dinî gerçeklerin’ mutlak neticesidir!


Daha sonra, yani Descartes’ın ‘doğa’yı (Aristo’nun ‘Analytica Posteriora’ (sonradan analiz) adlı eserine dayanarak demiştim) yeniden tanımlamasıyla bu olay tersdüz edilmiştir. İnsanoğlu, yani ‘subje’, kendini ‘doğa’dan, yani ‘obje’den, kimilerine göre nihayet, kimilerine göre ise maalesef soyutlamış, artık ‘subjeliğiyle’ karşısına aldığı ‘doğa’yı ‘objelemiş’ durumdadır. Bu aynı zamanda tinsel (sosyal) bilimleriyle doğa bilimlerinin doğruluğuna inandığı ‘doğa’ teriminin ortak içeriğinin ikiye ayrılmaya başladığı noktadır. Bu ayrılımın etkisi sadece bununla kalmamış, daha birçok ayrılımı da beraberinde getirmiştir. Örneğin, en geç Galilei’den sonra ‘ne’yin doğru olduğu sorusunun cevabı artık bünyesinde hem felsefî hem fizikî kaideleri birleştirebilir özelliginden uzaklaştırılmış, felsefe ile fiziğin mutlaklık uğruna verdiği ilmî savaşın bildik bilimsel sahnelerinde görmekten bıktığımız iki canavar ‘doğru’nun meydana gelebilmesine zemin hazırlanmıştır. Daha ‘bir’ doğruyla yolunu bulamayan insan, artık yoluna ‘iki’ doğruyla devam etmek zorunda bırakılmıştır: felsefî ve fizikî ‘gerçek’.


Tinsel bilimleri ‘doğa’ teriminin içeriğine aktarılacak bilginin ‘doğru’luğunu bildik metodlarla saptamaya çalışırken, doğa bilimlerinde aynı terimin içeriğine aktarılan ifadelerin ‘doğru’luğu, neyin ‘doğru’ olduğu sorusu cevaplanmadan (doğa bilimleri rentabıl olmayan, ‘ürüne’ dönüştürülemeyen bu soruyla boğuşmayı garibim felsefeye yüklemiştir ki bunda felsefenin de kabahati yok değildir), deneylerle ispatlanabilirliğine indirgenmiştir. Ancak asıl önemli olan, bu noktadan sonra ortaya çıkan iki ‘doğru’yu dile getiren ortak dilden de ayrı iki dilin doğmuş olmasıdır. Yani ayrılan sadece ‘doğru’lar değil, aynı zamanda bu ‘doğru’ların dile geldiği dildir de. İşte ‘kavram yabancılaşması’ hem farklı ‘doğru’lardan yola çıkan hem de bu ‘doğru’ları birbirine artık yabancı iki dille dile getiren tinsel ve doğa bilimlerinin bir diğerinin ‘doğru’sunu o ‘doğru’ya yabancı bir dille, yani kendi diliyle, ya geliştirmeye ya da tamamen çürütmeye çalışmasından kaynaklanmaktadır.


Terimler içerik değiştirmeden dil, ya da dil değiştirmeden içerik değiştirmektedir. Dolayısıyla birincisi bilimlerarası kavram yabancılaşmasına, ikinicisi ise bilimiçi anlam kargaşasına neden olmaktadır. Yine birincisi hem ‘doğru’nun hem de ‘dil’in, ikincisi ise yalnızca ‘doğru’nun tartışlırlığını kapsamaktadır. Bu ne demektir? Bu şu demektir: Eğer tinsel (sosyal) ve doğa bilimlerinin içinde bulunduğu bu kısır döngüye bir son vermek istiyorsak, o zaman önce hangi ‘doğru’nun doğru olduğu tartışmasından uzaklaşıp, ortak ‘doğru’yu doğruluğuyla iki tarafın da kabul edeceği tek bir dilin nasıl olması gerektiği üzerinde durmamız gerekir.


Kabul edeceksinizdir ki, dilinizi anlamayan biriyle ‘doğru’nuzun doğruluğu konusunda doğru dürüst bir tartışma sürdüremezsiniz. Çünkü siz kelimelerinizi nasıl sıralarsanız sıralayın, sizi dinleyen o kelimelere kendi dilindeki anlamını yükleyecektir. Demek ki ortak ‘bir’ doğrunun ilk şartı ortak ‘bir’ dildir.


Günümüzün birçok ilmî tartışmasının konusu, böyle bir ‘dil’in kabulü sonrası çıkacak olan ‘doğru’luk tartışması sonucu kimin bundan kendine daha büyük bir pay kapabileceği üzerinedir. Oysa bu tür tartışmalar bizi bazılarının, bence haklı olarak, ısrarla üzerinden işaret parmağını çekmedigi bir problemden uzaklaştırmakta: ortak dil! Ortak bir dilin oluşturulması öyle hafife alınacak bir konu değildir. Bu konuyu sonuna kadar tartışıp, somut bir şekle sokmadan henüz nasıl olması gerektiği üzerine yeterince kafa yormadığımız bir dildeki ‘doğru’nun içeriği üzerine sürdürülen tartışmaların bilimsellik derecesini nasıl saptayabiliriz? Hem yeni dilin öğrenilmesiyle birlikte aklımıza kastedebilecek yeni soruların bugün üzerinde durduğumuz sorulardan farklı olmayacağına nasıl emin olabiliriz ki? O zaman bu tür tartışmalar niye? Bence bunların en üstünde bir takım kabullenmişliklerden kaynaklandığı için dile gelemeyen gerçekler yazılı duruyor. Ne demek istiyorum? Ne gibi kabullenmişliklerden bahsediyor olabilirim? Bence asıl sorulması gereken soru ortak bir ‘dil’in ve ortak bir ‘doğru’nun fonksiyonunu nasıl tanımladığımız, ya da nasıl tanımlayacağımızdır. Bu araçları, yani gerçeklerimizi ve dilimizi kullanarak ulaşmak istediğimiz felsefî ve fizikî hedefimiz nedir, ne olmalıdır? Ayrılım bu iki dalın hangi anlamla yüklenmiş olursa olsun ‘doğa’ teriminin içine giren, bir yandan etik bir yandan da kosmoloji gibi, birkaç fenomene çok farklı yaklaşmasıyla değil, ‘her şeyi kapsayan, içeren evren’ ya da daha önce belirttiğim gibi bazı tercümelere göre ‘uzay’ anlamına gelen bütünüyle ‘doğa’nın kendisini tanımlayabilme hırsından doğmuştur. Demek ki asıl problem bu bağlamda ‘doğa’ terimine her şeyi kapsar, içerir anlamda ulaşmak için kullandığınız ‘dil’ ve ‘doğru’ araçlarına dayattırdığınız fonksiyondur. Burnu havada yaratıklarız yani. Hep ‘her şey’ olacak!


Şimdi ‘dil’in kendisi üzerine biraz konuşalım.


Dil, daha doğrusu düşüncelerimizin bizden daha uzun yaşayabilmesini sağlayan yazım dili, özü itibarıyla zamanda bir eylemdir. Biz insanların izleyebileceği zamandaki her eylemin boyutu bellidir. Yani üzerine kafa yorduğumuz fenomenlerin boyutu ne olursa olsun bizim bu fenomenleri düşünmekle onları içine sığdırmak zorunda olduğumuz boyutlar bellidir. Kısacası, üzerine kafa yorduğumuz fenomenleri düşünürken farklı, düşüncelerimizi kaleme alırken farklı boyutları göz önünde bulundurmamız gerektiğini unutmamalıyız. Şimdi, düşüncelerimizi kaleme alırken ne oluyor?


Zaten düşünürken insan oluşumuzdan dolayı birkaç boyuta indirgemek zorunda kaldığımız aslında çok daha fazla boyutlu fenomeni kaleme alırken de tek boyutlu bir sisteme adapte edebilmeliyiz ki düşüncelerimiz kelimelere sıralanabilsin. Şimdi biz bu yazdıklarımızla yavaş yavaş fenomenin bütün boyutlarına ulaşabileceğimize inanmışız. Burada da durmamışız, ondan sonra bu fenomenin fonksiyonunu yorumlayabileceğimize inanmışız. Ama ‘dil’imizin ve ‘doğru’larımızın kısıtlı boyutunu ‘kabullenmiş’, tartışma konusu yapmaktan vazgeçmiş, hatta artık ‘kısıtsız’mış gibi görmeye başlamışız. Biraz önce ‘kabullenmişlikler’ derken anlatmak istediğim buydu. Biz yalanlarımıza susuşumuzu gerçeklerimiz olarak kabul etmişiz.


Peki bütün bu anlattıklarımızın ışığında tinsel ve doğa bilimlerinin ayrılmasıyla birlikte gelen değişimlere indirgeyebileceğimiz ‘doğa’ teriminin etimolojisindeki ‘kavram yabancılaşması’na nasıl bir son verebiliriz?


Bunun için ortak bir ‘doğru’yu dile getirecek ortak bir dilin nasıl olması gerektiği tartışmasından önce bu iki bilim dalının mensuplarının, ayrı dilde de olsa, şu an iki dalda da mevcut ‘doğru’lardan hangisinin daha ‘doğru’ olduğu tartışmasından uzaklaşıp, bundan böyle yaklaşma yanlısı olduğunu her yerde dile getirmesi gerekir. Çünkü şunun bilinmesi lâzım ki, bir dalın mensupları için bu bağlamda örneğin ‘metafizik’ten vazgeçmek ne demek ise diğer dalın mensupları için de ‘subje’ye tekrar ‘obje’nin içindeki yerini göstermek o demektir. Ve her iki tarafında kabul etmesi gereken gerçek, kendi araç ve gereçlerimizle, ister felsefî olsun ister fizikî, yalnızca kendi dünyamızı tasvir edebileceğimiz gerçeğidir. Daha fazlasını istiyorsak varoluşumuzun belki bir, belki bilmem kaç sonraki basamağına kadar bekleyeceğiz. Biz değişmeden doğamızın değişmesi mümkün değildir.


Tabiî bugünkü konumuzun kapsamına girebilecek daha birçok tema, konu mevcuttur. Bunun yanısıra ben bazı noktaları yeterince açıklamamış olabilirim. Dilerim buna rağmen birlikte tartışabilecek kadar bilgi aktarabilmişimdir. Bir de ‘tercüme’ konusuna değineceğimi söylemiştim. Bu konuyu fazla açmadan sizlere sadece şunu söylemek istiyorum: bir de bütün bu problemlere tercüme, yani doğru tercüme, yanlış tercüme, boyutunu eklemek zorunda kaldığınızı düşünün lütfen. Sanırım tercüme konusuna da detaylı olarak girseydim kafanızı daha da fazla karıştırırdım. Bu yüzden bu konuyu böyle ufak bir ekle geçmek istedim. Kemerlerinizi çözebilirsiniz, teşekkür ederim!


Zamanda yolculuk mümkündür, şayet ‚zaman’ saatinizdeki değil, aklınızdakiyse! Kendini zamanın bir o durağından bir bu durağına ‚ışınlamayı’ zamanda yolculuk bilenlere: daha biraz sabredeceksiniz... unutmayın, bizden her şey beklenir!

 
Toplam blog
: 47
: 537
Kayıt tarihi
: 09.04.08
 
 

Freiburg Üniversitesi Nörolengüistik ve Felsefe bölümü mezunuyum. H..