Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Mayıs '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Zanzibar gezi notları

Zanzibar gezi notları
 

zanzibar, nungwi balıkçı köyünde, geleneksel arap yelkenli tekneleri


14.02.2010 ( DAR ES SELAM - ZANZİBAR-unguja adası )

Dün sekiz saatlik otobüs yolculuğunun verdiği yorgunluktan olacak, deliksiz uyumuşum. Azam Marine’nin serin salonunda, dışarıdaki kargaşadan uzak oturup, hareket saatini beklerken, kahvaltı yapıyorum. Hareket saatinin, teknik bir arıza nedeni ile 09.30’dan, 10.00’a alındığı anons ediliyor. Feribot gelince, danışmadaki kızın dediği gibi, küçük ve hızlı feribotla değil, yandaki gişeden 20 $’ lık bilet alanlarla birlikte aynı feribota bineceğimizi anlıyorum. Kucak kucağa bir insan seli feribotun her yerini dolduruyor. Verdiğim 5 $ fark, özel feribot için değil, bize, çay, kek ve dondurma ikram edilen salon içinmiş anlaşılan.

Kalabalık, Sea Star 2 isimli feribota doğru sürüklüyor beni de, tüm koltukların dolu olduğu salonda zar zor yer bulup oturuyorum. Az sonra, içerideki havasızlık bunaltınca, baş güverteye çıkıyorum. Feribotun hızına, karşıdan esen rüzgar da eklenince, güvertede, ayakta durmak bile güçleşiyor. Ama; Hint Okyanusu üzerinde kayıp giderken, geleneksel Arap yelkenli teknelerini ( dhow ), geride bıraktığım beyaz mercan sahillerini izlemek hoşuma gidiyor. Şiddetli esen rüzgarda bile, sıcak ve rutubetten tenim giysilerime yapışıyor.
Sweety, Timur’un kucağında, kedi yavrusu gibi, büzülmüş, huzurlu. Bu tatlı kız, feribot bekleme salonunda tanıştığımız bir ailenin 4.5 yaşındaki kızları. Anne, babasını bırakıp, yanımıza geliyor ve Timur’un kucağına postu seriyor.
Güvertede esen rüzgarın uğultusuna rağmen, az ileride oturan çelimsiz zenci delikanlının, iri yarı Alman kıza kur yaptığını, ısrarla asıldığını duyabiliyorum. Kız, rencide etmeden sıyrılabilme derdinde. Diğer, bir çift salona inen merdivenlerin başına oturmuşlar, kocasına yaslanan kadın, bir yandan da, elindeki siyah poşete kusuyor ikide bir.

Bir buçuk saat süreceği söylenen yolculuk, anlaşılan iki buçuk saati bulacak. Unguja adası ile Stone Town sahilleri arasındaki mesafe 35 kilometre. Hareket edeli bir saat oldu, hala; Stone Town sahillerinde gemiler ve boydan boya mercan sahilleri seçilebiliyor. 12.30 ‘da iniyoruz. Başka bir devlete girer gibi, form dolduruyoruz ve pasaportlarımıza Zanzibar giriş damgası vuruluyor.
Zanzibar, 8. yy’da İran’ın Şiraz kentinden gelen göçmen ve tüccarlar tarafından kuruluyor. Farsça “ Zangi bar “ yani; zencilerin sahili anlamına geliyor. 1503- 1698 yılları arasında Portekiz istilasına, 1698 den sonra da, Umman Araplarının Portekizlileri kovmaları neticesi, Umman Sultanlığına dahil oluyor. Baharat, zücaciye ve tekstil ticaretinin yarattığı bereket sonunda, Umman Sultanı, Hanedanlığını, Muskat’tan, Unguja adasındaki Stone Town’a taşıyor. Sultanın ölümünden sonra, taht kavgaları neticesi Umman ve Zangibar olarak ikiye ayrılıyor. 1890-1963 yılları arasında da, İngiliz’lerin atadığı valilerle yönetilen, yarı sömürge durumuna giriyor. 1963’de yine, Umman Sultanın yönettiği “ anayasal krallık “ olsa da, uzun sürmüyor bu durum ve 26.04.1964 tarihinde, bağımsızlığını kazanarak Tanzanya’ya bağlı özerk cumhuriyet oluyor. Tanzanya’nın, Tanganika adı ile Zangibar’ın adının ilk heceleri birleşerek, Tanzanya adında bir devlet oluşturuluyor. Arapların hakimiyetinde geçirdiği uzun yıllar sonunda; Arap kültür ve geleneğinin günümüze kadar yaşayageldiği, Afro – Arap motifleri çıkıyor ortaya. Zanzibar Özerk Cumhuriyeti, Unguja ve Pemba isminde iki adadan oluşuyor, nüfusunun % 97’ si Müslüman. Tanzanya nüfusunun % 3 ‘ü, yani; yaklaşık bir milyon civarında insan Zanzibarda, bu nüfusun 1/3 ‘ü de Pemba Adasında yaşıyor.

Stone Town, dünyada, en kısa savaşın yaşandığı bir kent. 27.08.1896 yılında, Sultan Halit Bin Bargaş, 2500 kişi toplayarak, İngiliz’lere kafa tutup, teslim ol önerilerini kabul etmiyor. İngiliz donanmasının top ateşi başlayınca, kaldığı sarayın bir bölümü yıkılıyor. 38 saat sonra, Almanlar’a sığınan Sultan, sonunda, ülkeyi terk ediyor.

Gümrük işlemleri zahmetsiz bitiyor, çıkışta, bir ayakçı ( kene ) ordusu sarıyor. Yüz vermeden ilerliyorum, giderek sayıları azalıyor, sonunda da üçe düşüyor. Kalabilecek tüm otelleri, not etmiştim, ancak, labirent gibi sokaklara dalınca, bu notların hiçbir işe yaramayacağını anlıyorum. Zira; hiç sokak isimlerini gösteren levha yok. Öğle sıcağı bastırınca, sokaklarda kimseler kalmamış. Bir buçuk saat dolaştıktan sonra, karşıma çıkan otellerin de dolu olduğunu anlayınca, havlu atıyor ve ısrarla peşimizde yürüyen, sayısı bire düşmüş ayakçıya teslim oluyoruz. Neredeyse, ezberlediğim sokaklardan, gerisin geri yürüyerek, indiğimiz iskelenin yanıbaşında Funguni adlı bir otele getiriyor. Pakistanlı biri işletiyor, temiz ve yeni açılmış. Korktuğum kadar yüksek fiyat da vermiyor 15 $’ ı severek kabul ediyorum.

Dün, feribot iskelesi yolunda, karşılaştığımız iki Türk’le sohbet ederken; “ ne işiniz var Zanzibar’da, berbat bir yer. Devlet elektriği kesti, her yerde jeneratör çalıştırıyorlar. “ demişlerdi. Berbatlığı konusunda, henüz yorum yapamam, fakat, elektrik konusu doğruymuş. Her dükkanın önünde çalışan jeneratörler, daracık sokaklarda, korkunç egzost gazı kirliliği yaratıyor. Otel sahibi de, saat 19.00 – 23.00 arası jeneratörü çalıştıracağını söyledi. Odam, sıcaktan yana cehennemden farksız. Gece boyu, bu sıcakta nasıl uyuyacağım bakalım?
Çantaları bırakıp, yoğun balık kokusunun geldiği sahile gidiyorum. Tekneler, balık avından dönüyor olmalı. Geleneksel ahşap tekneler, sahile kadar sokuluyor, bir kişi, içerisinde, sebze, meyve ve her türlü atıkların yüzdüğü denize atlayarak, elinde, ipe dizili, balıklar ve ahtapotlarla karaya çıkıyor ve az ileride devam eden balık mezadına gidiyor, satmak için. Mezat görevlisi, gür sesiyle, balıkları havaya kaldırarak, arttırmayı heveslendiriyor.

Her tarafta bir telaş var. Denizin hemen üzerinde yükselen kayalara çarpılan ahtapotların sesi geliyor. Gençler, ahtapotları yumuşatmak, yemek için hazır hale getirmeye çalışıyor ve havaya kaldırdıkları ahtapotları hızla, kayalara çarpıyorlar. Ahtapot her seferinde biraz daha köpürerek, sertliğini yitirip, lezzet kazanıyor. Çarpıcı renkte giysi ve baş örtüleri ile kadınlar, ellerine geçirdikleri, daha değersiz yassı balıkları ayıklıyorlar. Gölgelere sığınmış yaşlılar, başlarında beyaz takkeleri, ellerinde boş torbaları ile önlerinde sürüp giden curcunayı izliyorlar.
Epey fotoğraf çektikten sonra, otele dönüp, soğuk bir duş alarak, Malindi caddesi boyunca, devasa konteyner yığınlarının bulunduğu gümrük binası önünden, feribot iskelesinden geçerek, Stone Town’ın turistik yoğunluğu barındıran Shangani bölgesine geliyorum. Archipelage Zanzibar isimli bir restoran, daha göz doldurucu görünüyor. Fanlarının verdiği serinlikle, daha da çekilir olan terasında, karidesli pilav yiyerek, bastıran açlığımı gideriyorum ( 14000 Tsh ).
Sahil boyunca, ayağımın altında, pudraya benzer hisler veren, mercan kumlarına basarak ilerliyorum. Akşamüzeri, hızla hareketleniyor, kumların üzeri. Gençler, yaptıkları küçük kalelere, gol atma derdindeler. Futboldan, pek anlamasam da, çok seri ve iddialı oynadıklarını görüyorum. Spora yatkın, genlerinin mirası ile kan ter içinde mücadele ediyorlar. Kayaların üzerinde, kontrast oluşturan zenci ve sarışın turistler, oynanan maça kendilerini kaptırmış, keyifle izliyorlar. Çocuklar, üzerlerindeki çoğu beyaz, incecik, tüm detayları gösteren donlarıyla denizde yüzüyor, birbirleri ile şakalaşıyorlar, neticede, ortalığı inleten çığlık ve kahkahalar yayılıyor ortalığa. Hala, saç kurutma makinesinden püskürürcesine sıcak bir rüzgar vuruyor tenime.

Hava kararmadan otele dönmek istiyorum. Zira, herkes kendi dükkanını aydınlattığından, sokakların zifiri karanlıkta kalacağını hissediyorum. Forodhani meydanının ortası, fener ve gaz lambaları ile ışıl ışıl. Kurulan tezgahlarda yiyecek, içecek satılıyor. Görünüşe bakılırsa yoğun talep görüyor bu tür beslenme tarzı. Sanki, Stone Town’daki bütün yerli ve yabancı halk bu saatlerde buraya hücum etmiş.

Tahminim doğru çıkıyor, karanlıktan, önümü zor görüyor, sokakların kaldırımlarına oturmuş insanların konuşmalarını duyabiliyorum yalnızca. Özellikle, Malindi caddesinden, otele ulaşan daracık sokakta, gözlerim bantlı gibi yürüyor, birkaç denemeden sonra, Funguni oteli buluyorum. Notlarımı, fotoğraflarımı derliyor, fanın verdiği serinlikle, cibinliğin altına sığınıyorum.

15.02.2010 ( ZANZİBAR- unguja adası )

Otel kalabalık olduğu için olmalı, generatör, uğuldayarak bütün gece çalıştı. Tabii, tepemde, en yüksek devirde dönen fan da. Böylece, geceyi, sıcaktan bayılmadan geçirebildim. Sabaha karşı alıştığım uğultu kesilince, uyandım. Generatör kapanmıştı. Odamın ısısı, giderek artmaya başladı.

Camdan baktığımda, önümdeki sokağın bittiği balıkçılar meydanının, dünden en az on kez daha kalabalık olduğunu görüyorum. Adeta miting alanı gibi. Ekmek kavgası, bütün çıplaklığı ile gözler önünde. Balıktan dönen tekneler, teknelerden denize atlayan gençler, ellerinde kılıç balığı ve ahtapotlarla sahile çıkanlar, tezgahlardan bedava balık almak için yalvaran, yaşlı kadınlar, balıkçılara kahvaltılık ve çay satma derdindeki satıcıları, izliyorum saatlerce.

Otelin terasında yapılan kahvaltıdan sonra, Nairobi’ye dönüş uçağı için, bilet almak üzere, Malindi caddesi üzerindeki, Cine Africa binasının üst katında, fly540 isimli havayolları şirketinin ofisine gidiyoruz. Otobüsle dönüş tam iki güne, bunaltıcı sıcakta yorucu otobüs yolculuğuna, otel ve otobüs paraları ile en az 110 $ ‘ a mal oluyor. Bu nedenle, uygun fiyata Nairobi uçağı bulabilirsek daha ideal olacak. Dün, bir yerel dergide 99 $ fiyat görmüştük. Ofisteki, turbanlı kız, elektriklerin onbeş dakika sonra geleceğini, ancak o zaman bilgisayar işlemi yapabileceğini söyleyince oturup, beklemeye başladık. Tabii vergiler de eklenince 187 $ ‘ ı bulan fiyatla, Mombasa aktarmalı Nairobi bileti buluyor, alıyor ve rahatlıyoruz. 18 Şubat Perşembe günü 12.30’ da uçarak, saat 15.00 ‘de Nairobi’de olacağız.

Özerk bir yönetim olan Zanzibar, tamamen bağımsız bir devlet gibi davranıyor. Sanki, Tanzanya ile olan birlikteliğinden hoşnut değilmiş gibi bir hava esiyor hissedebildiğim kadarıyla. İş yerlerinde, Tanzanya Devlet Başkanı Jakaya Kikwete ile Zanzibar Devlet Başkanı Amani Abeid Karuma’nın fotoğrafları genellikle karşılıklı yer alıyor duvarlarda. % 99 Müslüman nüfusa sahip Zanzibar, Tanzanya bağından rahatsız olmuş gibi bir izlenim alıyorum.

Nairobi biletini hallettikten sonra, Darajani pazarının kaosuna dalıyorum. Balık pazarı, et pazarı, baharatçılar, sebzeciler derken, geçmişin atmosferinde kayboluyor ve bol bol fotoğraf çekiyorum. Creek Road caddesi boyunca yürüyor, daladala ( yerel dolmuş ) garajlarının önündeki telaş ve kalabalığı izleyerek, sessizlik ve sık ağaçlarının gölgeleri ile kavurucu sıcak içerisinde bir vaha gibi duran Jamhuri ( halk ) Bahçesine sığınıyorum. Banklarda oturan birkaç genç öğrencinin konuşmalarından başka ses yok Jamhuri Bahçelerinde. Gölge bir banka sığınıp, gün boyu devam edecek yürümemi sağlayacak enerji topluyorum burada. Sağda devam eden Vuga caddesinde sıralanmış, eski ticaret binalarını seyrederek Stonetown’un kalbine, alışveriş merkezleri ve restoranların yoğun olduğu turistik bölgeye geliyorum. Postane binasının karşısında yer alan Memories of Zanzibar isimli mağaza, iki katında bulunan hediyelik eşya, kitap, yerel giysi ve kumaşlarla, şaşırtıcı derecede hoş, serin bir mağaza. Her ürünün üzerinde fiyatı olduğu için, Doğu geleneklerinden olan pazarlık yapma derdi olmuyor. Ahşap zebra ve yerel kabile maskı, güzel düzenlenmiş, Zanzibar simgeleri taşıyan magnetler ve bol bol da kartpostal alıyorum (44 $ ).

Bilerek, isteyerek girdiğim daracık yollar eski Katolik Kilisesinin avlusuna getiriyor beni. Yan tarafta bulunan ilkokul öğrencilerinin fotoğraflarını çekiyorum. Kimisi, telaşla kaçarken, bazıları gönüllü poz veriyorlar. Yüzüme çarpan rüzgarları izleyip, mercan kumlu sahillere çıkıyorum daha sonra ve “ dhow “ denilen geleneksel, üçgen yelkenli teknelerin kıyıya paralel seyirlerini izliyorum. Teknelerin büyüklüğüne göre tek veya daha fazla Latin yelken takımından oluşan bu tekneler, Hint Okyanusuna kıyısı olan Arap ve İran limanlarından, bereketli Zanzibar topraklarına, baharat, kumaş gibi ürünleri taşımak için gelmişler yüzyıllar önce ve şimdi de; Zanzibar’ın simgesi olmuşlar.

Sırada, sahilde, Mizinghani caddesi üzerindeki Milli Müze var( 3 $ ). Diğer adı Beit el Ajaip, yani mucizeler evi. 1883 yıllarında Umman Sultanı Bargash tarafından yapılmış ve adada ilk elektrik ve soğutma tesisatının kullanıldığı yer. Etnografik objelerin, Sultanların şahsi eşyalarının, bir dhow teknenin ve fotoğraflarının teşhir edildiği müzenin, ikinci katında, çepeçevre binayı dolaşan teras, serinliği ve harika manzarası ile, içeride sergilenenleri geride bırakıyor. Ama, içerideki el işçiliğine doyulamayan oyma kapı işçiliğinin hakkını yememek lazım. Zaten, Umman Sultanlarının, İngiliz sömürgecileri ile içli dışlı fotoğrafları da hoşuma gitmemişti. Müzenin hemen yanındaki, Arap Kalesi, bir Portekiz Kilisesinin kalıntıları üzerine inşa edilmiş. Avlusu, Film festivali ve Sauti za Busara gibi, dünyaca tanınan müzik festivallerine ev sahipliği yapıyor. Terastan, yarın sona erecek olan Sauti za Busara müzik festivali telaşını ve Shangani semtinin çatılarını izliyorum uzun süre. Hemen önümde uzanan Forodhani Bahçelerinin ortasındaki kubbenin gölgesine serilmiş uyuyanları, türkuaz denizin az ötesinde, parlayan mercan kumlu küçük adacığı izlerken, kopup gidiyorum bu alemden.

Saat 13.00’de, sıcağı bir ölçüde de uzaklaştıran fanlarının yarattığı serinliğe, Archipelage Zanzibar’a atıyorum kendimi. Mango soslu kılıç balığı ve pilav yiyerek açlığımı gideriyorum ( 11500 Tsh ). Sıcak resmen boynumu büküyor, ne var ki; sayılı günlerde, gezeceğim, tanıyacağım çok yer var daha. Sahilden yüzüme vuran nemli sıcak ferahlatmaktan çok bir sauna etkisi yaratıyor sanki. Terden eriyip gidecekmiyim yoksa Hint Okyanusu sahillerinde. Mizinghani Caddesinde, Milli Müze’nin önünden devam ediyorum. Sırada Beit el Sahel var. Zanzibar’ı yöneten sultanların sarayı burası ( 3 $ ). Eprimiş, parçalanmış kumaşları ile mobilyalar, sararıp solmuş aile fotoğrafları ve yine İngiliz sömürgecileri ile samimi fotoğraflar içimi daraltıyor. Yıllar önce, Adriyatik Denizindeki Kerkyra Adasında, Aşil Sarayında karşıma çıkarak beni etkileyen, hüzünlendiren Habsburg İmparatoriçesi Elizabeth’in fotoğrafı dünyanın başka bir ucunda yine karşıma çıkıyor. Kocası Avusturya – Macaristan İmparatoru Ferdinand’ın ihanetlerinden yılmış, dünyaya küsmüş bir imparatoriçenin yatak odasındaki, tek kişilik daracık yatağını hatırladım yeniden.

Beit el Sahel, daha önce de yazdığım gibi, dünyanın en kısa savaşının yaşandığı bir mekan aynı zamanda. Zamanın Umman Sultanı Bargash, İngiliz sömürgecilere savaş açıyor, ancak, İngiliz Donanmasının açtığı topçu ateşinde ikametgahı olan Beit el Sahel’in bir kısmı yıkılınca, 38 dakika sonra teslim oluyor.

Caddenin devamındaki, dev Banyan ağacının altı yine gölgesine sığınmış insanlarla dolu. Funguni semtine girişinde, sağda, güzel bir binaya giriyoruz. Eskiden dispanser olan bina, yıllarca, rejim yanlılarının farklı değerlendirmelerinden sonra, Ağa Han fonları ile restore edilmiş ve Stone Town Kültür Merkezi olmuş. Ağa Han, İran Şah soyundan gelen, çok zengin, özellikle Hindistan’daki Müslümanların önderliğini yapmış birisi. Zenginliğinin bir kısmını, kurduğu fonlarla mimarlık ödüllerine harcamış. Türkiye’nin en eski komünistlerinden Nail Çakırhan da; Gökova Körfezi kıyısındaki Akyaka’da düzenlediği yerel ev mimarisi ile Ağa Han ödülünü almış idi. Dışarıdan gayet güzel görünen bina, içeride yapılan, egoistçe tadilatlarla, şimdiden yorulmaya başlamış. Gölgede kalmış terasında oturup, aşağıda kaldırımlara serilmiş, satıcı ve işsizleri seyrediyorum bir müddet.

Artık, otelime yaklaştım, kendimi serebileceğim bir köşe arıyorum, sıcaktan ayaklarım birbirine dolaşmaya başladı. Odamda, girdiğim soğuk su bile kesmiyor beni, zira; resmen ılık akıyor su. Daha da terliyorum.

Gündüz jeneratör çalışmadığı için, odam hamamdan farksız, camları açıyorum, bir parça da olsa, hava sirkülasyonu olur düşüncesiyle. İçeriye, az ilerideki balık pazarından gelen uğultular doluyor. Hatta, taşlara vurulan ahtapotların seslerini ayırt edebiliyorum. Notlarımı yazıyorum bu arada, zira, gece yatmadan bu notları yazmak çok zamanımı alıyor ve uykusuz kalıyorum. Bu arada da; akşamüstü gezim için enerji toplamaya çalışıyorum. İstikametim, Creek Road’daki Darajani Pazarı. Hayret, sabahki, kaostan eser yok. İlerliyor, hastanenin önünden geçerek, Shangani’nin labirent sokaklarına dalıyorum. Medreseden çıkan çocuklar, fotoğraf makinemi görünce şeytan görmüş gibi, panik içinde kaçıyor, kız çocukları ile iri kara gözlü, şuh bakışlı genç kadınlar fotoğraflarını çekmeme izin veriyorlar.

Sokak aralarındaki, mahalle çeşmelerinin her birinin önünde, yüzlerce sarı su bidonları dizilmiş. Bir gence soruyorum; “ neden buradan su alıyorsunuz “ diye. Tanzanya – Zanzibar arasında, Okyanusun altından geçen, enerji kablosu kopmuş. Su şebekesi çalışıyormuş. Bir rivayete göre, Tanzanya yönetimi, Zanzibar yönetimini cezalandırmak için, en yoğun turistik sezonda, arızayı özellikle gidermiyormuş.

Forodhani Bahçelerinden, sahil boyunca Africa Hotel önüne doğru yürüyorum. Zenci genlerinden gelen enerjiyle, mercan kumları üzerinde kurulmuş kalelere gol atma derdinde Stone Town gençleri. Pek çok yerli ve yabancı seyirci izliyor. Futboldan pek anlamamama rağmen, hırslı oyunlarını ilgiyle izliyorum ben de.
Batılı yaşlı kadınlar, yanlarında genç, kaslı vücutları ile Zenci gençlere yaslanmış, yorgun, bitkin, Hint Okyanusunun üzerinde batmakta olan güneşi izliyorlar kısık gözlerle. Karşıma kim çıkarsa çıksın, inci gibi parlayan dişleri ile gülerek “ jambo “ diyor, aynı selamı vererek, omuzlarına dokunuyor, beden dili kuruyorum. Gruplar halinde toplanmış gençler, walkman’den gelen müzikle coşmuşlar, Bob Marley’den, hemşehrileri Stone Town doğumlu, Freddy Mercury’e uzanan yelpazede, Daly Kmoho, Abdullah İbrahim, Jimi Mbaye dinliyor, beyaz mercanlar üzerinde, batmakta olan güneşe rağmen, serinlememekte olan havaya inat dansediyorlar.

Africa Hotel’in önünde bir bankta nefeslenirken, hemen yanımda oturan Maasai genci ile tanışıyorum. Sempatik, güler yüzlü bir genç. Otele animasyon yapmaya gelmişler. Arkadaşlarının soğuk tavırlarına rağmen, sohbete devam ediyoruz, birlikte fotoğrafını çekiyorum.

Forodhani Bahçelerinde akşam yemek tezgahları kurulmaya başlamış artık. Bu kadar ilginin olduğu, yerli yabancı tüm Stone Town sakinlerinin akın ettiği bu alanda da elektrik yok, tabii, jeneratör çalıştırıp, ortalığı aydınlatmak gibi bir girişim de yok. Her tezgah, çocukluğumu anımsatan lüks lambaları ile aydınlatılınca, göz, parlak ışıktan sonra, tezgahlara dizilmiş güzelim ürünleri görmekte zorlanıyor. Şişlere geçirilmiş balıklar, ahtapot, kızarmış muz, kalamar, pizza tezgahları, şeker kamışı presleri ile rengarenk, daha doğrusu kıpır kıpır , incecik plastik tabaklara konan yiyecekleri, düşürmeden yemek için, az ileride, denizin kıyısında, diz dize oturuyor herkes. Oldukça frapan giyimli Batılı kızları, bu hallerde görmek, tatlı bir çelişki yaratıyor. Bu akşam bonkör davranarak, bir ahtapot ızgara ve kalamar ızgara ile Hindistan usulü nan ( bir tür basit ekmek ) alıyorum ( 10000 Tsh – 7.5 $ ). Geçen yıl, Güney Hindistan’da Fort Cochin sahillerinde, eşimle yediğim “ you buy, we cook “ usulü iki kilo kalamar ve jumbo karidesler ile hepsine ayrı bir lezzet veren, acılı sosları anıyorum.

Gözümüzün tutmadığı salaş restoranda, vaktimiz olsa, gece ilerlememiş olsaydı, iki kilo daha yerdik eminim. Karşımdaki bir İngiliz kızı ile diz dize, biraz da göz göze keyifle bitiriyorum tabağımdakileri. Taşlara vuran okyanus dalgaları bir ara adamakıllı ıslatıyor beni, mutluyum, aldırmıyorum.

Sıcak resmen tüketti bugün beni, uykulu gözlerle Mizinghani caddesini takip ederek, otelin önüne çıkan dar sokağı bulmaya çalışıyorum. Zifiri karanlık, yürüdüğüm sokaklarda kimseleri göremiyorum, ama, onlar, evlerinin önünde uzanmış, bir türlü anlayamayacağım Swahili dilinde sohbet ediyorlar. Birkaç yanlış sokağa girip çıktıktan sonra, Funguni Otelin önündeki küçük meydana ulaşıyorum.

Sıcaktan sudan çıkmış gibi sırılsıklamım. Generatör çalışmış, tavandaki fanı en hızlı devire getiriyorum, ama, nafile, banyodan sonra, don- paça cibinliğin altına sığınıp, sivrisineklere karşı mevzileniyor ve uykuyu davet ediyorum.

16.02.2010 ( STONE TOWN - NUNGWİ )

Açık bıraktığım camlar ne kadar faydalı oldu bilemem, ama, yorgunluk derin bir uyku getirmiş olmalı bana. Pencereden, yine balıkçıların bitmeyen bağırışları geliyor. Yataktan çıkmak istemiyor canım bu sabah. İyiye alamet değil. Belki de; vücudum veya beynim, kavurucu sıcaklara maruz kalmamak için direnişe geçti.
Balıkçıların meydanından gelen gürültü az değil, ama, güneş hemen üzerlerinde patlamadığı için, ağır ve çürümüş balık kokusu henüz ulaşamıyor, kahvaltı yaptığım teras katına.

Saat 08.00’de, kaotik Darajani pazarının curcunası başlamadan, hemen önünden kalkan 116 nolu daladala’nın kasasında yer alıyorum ( 1500 Tsh ) Daladalalar, Zanzibar’ın geleneksel ulaşım araçları. Kamyonetlerin arka kasalarına, karşılıklı sıralanmış oturaklarda istiflenerek, tepedeki sacın koruduğu güneşten uzak, kenarları açık olduğu için de, hareket halinde, serin bir yolculuk sağlıyor daladalalar. Sıcak iklimler için ideal çözüm. Kenya’daki küçücük minübüslerde, fırında gibi hissediyor insan kendini, bunlara da; yerel dilde “ matatu “ deniyor. 60 kilometre sürecek daladala yolculuğu, Unguja Adasının en kuzeyindeki Nungwi balıkçı köyüne götürecek. Sayısız dur-kalklarla, dolup boşalıyor daladala. Bir ara, yirmi kişi oluyoruz kamyonetin arkasında.

Bir buçuk saat sonra, tek katlı, mercan kayalarından yontulmuş taşlarla yapılmış evlerin çevrelediği, tozlu bir meydanda bitiyor yol. Lonely Planet, bu köyün, adanın en çok turist çeken yeri olduğunu yazıyordu. İlk adımlarımla şok yaşıyorum. Görünürde kimseler yok. Anlaşılan buralarda, siesta saatleri erken başlıyor, ya da; hiç bitmiyor. Yol boyunda sıralanmış bir iki derbeder dükkanda, yağ, su, un gibi temel ihtiyaç maddeleri ve çok önemliymiş gibi rengarenk paketlerde patates cipsleri satılıyor. Gölgede gördüğüm tek tük insanlar, başlarında, Asyalı Müslümanlara özgü silindirik takkeleri ile, iki büklüm oturarak, güneşe maruz kalan vücut alanlarını azaltıyorlar sanki. Sahile giden yolu soruyorum, miskince, ellerini kaldırarak “ devam “ işareti veriyorlar. Yol boyu, toz toprak içerisinde oturan kadınlar ve kucaklarında bebekler görüyorum ve izin istememe rağmen, kesinlikle, fotoğraflarının çekilmesini istemiyorlar. Belki de; temelinde İslami bağnazlık vardır diye saygı göstererek rahatsız etmiyorum onları.

Hint Okyanusunda suların çekilmesi başlamış. Alabildiğine uzanan mercan sahilinde, giderek ıslak beyaz kumlar ortaya çıkıyor, sular, gözle görünür şekilde, küçük kanallar oluşturarak, denizin içlerine akıp gidiyor ( ne tuhaf bir cümle oldu ). Neticede, beyaz kumlar, suların çekilmesi ile ortaya çıkan küçük mercan adacıkları ile birleşerek, her geçen an genişleyen beyaz bir alan oluşturuyorlar. Balıkçılar, teknelerini, araba park edercesine, iki yandan, ağaç dalları ile dengeleyerek, bırakıyorlar, gittikçe sığlaşan denizin ortasında. Ve teknelerinden inip, ellerinde yakaladıkları balıklar ile sahile yürüyorlar. Toriğe benzettiğim iri balıkları, taşımaları mümkün olmadığından, kuyruklarından tutarak, kumların üzerinde çekiyorlar. Kılıç balıkları da aynı şekilde sürüklenerek taşınınca, sanki onursuz ve aşağılanmış bir ölüm sonrası yaşıyorlar gibi geliyor bana kumlar üzerinde izler bırakan balıklara bakarken. Çocuklar, ellerine geçirdikleri havyarları, sığ sularda yıkayıp, temizlemeye çalışıyorlar.

Sanki, dünyadan çok uzaklarda, bambaşka bir gezegenin fantastik, sessiz ve rüya gibi bir ortamındayım. Denizin ortasında kalakalmış tekneler, sanki, zamanın durduğu bir kainata götürüyor beni. Bir yandan hoşuma gidiyor, bir yandan da ürküyorum. Her şeyin durağanlaştığı, zamanın durduğu bir coğrafyada, hareket halinde olmak, yaşamak nasıl bir duygu olurdu. Nötron bombasının yok edeceği bir dünya geliyor aklıma sonra, hayatın olmadığı, ama her şeyin yerli yerinde durağanlaştığı bir dünya. Bir “ jambo “ ile kendime geliyorum. İnci dişleri ile bir çocuk, gülüyor bana ve hareketlerinden fotoğrafını çekmemi istediğini anlıyorum.

Az ileride, Nungwi sahillerinin popüler tesislerinden, “ double tree “ , kuru otlarla kaplı dik çatıları ve bembeyaz kulübeleri ve Hindistan cevizi ağaçları ile uzanıyor. İkişer katlı binalar ve dışarıya taşan güzellik ve huzur, Batılı zengin turistler için, Nungwi’nin az önce yürüdüğüm tozlu yolları ve köyün içi değil, böylesi, çevreden izole tatil köyleri olduğunu anlatıyor. Sahil bandı genişledikçe, daha ilerilere yürüyorum. İlk sahile çıktığımda, geleneksel balıkçı tekneleri ile balıkçılar çarpmıştı gözüme. Şimdi, denizin çekilip, teknelerin karaya oturmayacağı mesafede, katamaranlar ve lüks sürat tekneleri görüyorum. Ortaya çıkan küçük mercan adalarında, bikinili turistler güneşleniyor. Bu sahillerde, gecikmiş birkaç balıkçı, avladıkları balıkları, teknelerinin yelken direklerini sırtlarına vurmuş, iki büklüm sahile geliyorlar. Ellerindeki rengarenk plastik kovaları, güneşten korunmak için başlarına geçirmiş kadınlar, gruplar halinde denize bakıyorlar. Önce, balıktan dönen kocalarını beklediklerini sanıyorum, meğer, çekilen deniz sularının geride bıraktığı ıslak kumların içinde sığınmış, deniz kabuklularını topluyorlarmış.

Nungwi sahillerine geleli bir saat olmadı. Bu süre içerisinde, hayalini kurduğum Zanzibar’ı yaşadım. Türkuaz denizi, zaman zaman dipteki beyaz mercanlar nedeni ile beyaza dönüyor. İleride, denizin artık çekilmekten yorulduğu hatta, türkuaz rengi suların önünde, kırılan Okyanus dalgaları, köpürerek beyaz bir hat oluşturuyor. Double Tree tesislerinin tam önünden, denizin içine yürümeye başlıyorum. Şimdiye kadar görmediğim canlı renklerde denizyıldızları bembeyaz kumlar üzerinde öyle gözalıcı ve dikkat çekici duruyorlar ki. Her birine şaşkın bakıyor, fotoğraflıyorum. Birinin üzerindeki renk ve asimetri, başka birine benzemiyor. Henüz suları çekilmemiş, sığ çukurlara girmişler, akşamüzeri denizin döneceği anı bekliyor olmalılar. Seyrine doyulmaz denizyıldızlarını, zedelemeden yan yana getirerek, renklerinden farklı kompozisyonlar oluşturup fotoğraflarını çekiyorum.

Bu saatlerde, yüzmek için, 300-400 metre, çekilen sulara doğru yürüyerek, suların kırıldığı hatta gitmek gerek. Yüzmektense, denizi, sahili, çekilen denizin bıraktığı beyaz kumlar üzerindeki deniz kabuklularını seyretmek tercihim oluyor.
Bu kez, ters istikamete, deniz fenerinin olduğu tarafa ilerlemeye başlıyorum. Genç kadınlar, suların çekilirken, küçük çukurlara hapsettiği ahtapot, balık ve kabukluları toplamışlar, yorgun argın Nungwi köyüne dönüyorlar. Sıcak tam anlamı ile bastırdı, nefesini kesiyor insanın.

Nungwi köyünün içine yaptığım yürüyüşe, evlerin önüne serilmiş bezler üzerinde kurumaya bırakılmış balıkların yoğun kokularının arasından geçerek devam ediyorum. Yine fotoğraf makineme tepkiler alıyor, bu nedenle mercan kayalarından yapılmış küçücük evleri, Hindistan cevizi ağaçlarını çekmekle yetiniyorum.

Sabah indiğim tozlu meydanı buluyor ve 13.30’da hareket edecek daladanın kasasında yerimi alıyorum. Sıcağın, toprağın tam altında patladığı saatlerde, sokaklar boş, daladala’ya binen de yok. Sakin, sıkışmadan, etrafı seyrederek Stonetown’a geliyor ve Malindi caddesinin köşesinde, otele en yakın noktada iniyorum. Ortalık adeta kavruluyor sıcaktan.

16.30’a kadar, nefes almanın bile yorduğu sıcak odada kestirmeye çabalıyor, sonra da, sıcaktan feleğimi şaşıracağımı bile bile, Stonetown’un dar, serin ve generatörlerden çıkan ekzost dumanları ile dolu sokaklarının arasına karışıyorum.

Anglikan kilisesinin bahçesindeki, son köle pazarındayım. Umman’lı Arapların, adanın bereketli ürünleri ile yetinmeyerek, Afrika’dan topladıkları zencileri, Amerika, Avrupa ve Osmanlı pazarlarında satmaları Stonetown üzerinde hala utanç verici bir anı olarak kalmış bence. Zaten, bu iğrenç köle ticaretini, unutturmamak için, Anglikan Kilisesinin hemen yanındaki, zenci kölelerin boyunlarındaki kelepçeler ile birbirlerine zincirlenmiş heykeller, o büyük trajediyi hatırlatıp, yürekleri kanatmaya yetiyor. 20 m2’lik hücrelerde 100 kölenin barındığını düşünmek bile yüreğimi daraltıyor. Daracık yolların gölgelerini beğeniyorum, harika ağaç oyma desenleri olan kapılarını, en çok da zeytin karası iri gözleri ile bakan kadınlarını beğeniyorum. Bazıları soğuk dursa da, bazıları tebessümle açılmış inci gibi dişlerini göstererek, fotoğraf çekme isteğimden memnun oluyorlar. Postane binasının karşısındaki Zanzibar Gallery, Memories of Zanzibar gibi hediyelik eşya satan büyük mağazalarda, hediyelik tişort arıyorum. Zanzibar Galery, Freddy Mercury’nin doğduğu binada. Biraz dağınık ama öylesine bol çeşit var ki; kaybolup gidiyorsunuz rafların arasında. Ne var ki; 11 Şubat’ta başlayıp bugün biten Sauti Za Busara müzik festivali nedeniyle olsa gerek, desen ve renk olarak doğru düzgün bir şey bulamıyorum.
Hint Okyanusu’nun kızıla boyanmaya başladığı gün batımı saatleri yaklaşıyor. Africa otelin önündeki sahilde mevzileniyorum. Yine, beyaz donları ile denize giren, şakalaşan, bağırıp çağıran çocukların, kumlar üzerinde futbol oynayan, sık sık denize kaçan toplarını beklerken, durdukları yerde parende atan zenci gençlerin haykırışları geliyor kulağıma. Ateşten bir top haline gelen güneş, denize düşüyor ve sulara gömülüp gidiyor yavaş yavaş.

Az ileride, StoneTown’un popüler kafelerinden Livingstone Beach’de, fazla beklemeden, boş bir masaya oturmak kısmet oluyor ve aylardır sürdürdüğüm perhizimi bozarak, yörenin meşhur birası Safari içiyorum ( 2500 Tsh ). Artık, Forodhani Bahçelerindeki lezzet tezgahlarına uzanmanın zamanı geldi. Izgara edilmiş, iri bir ahtapot parmağı, bir nan alarak, deniz kıyısına oturuyorum. Yine, bazen yaramaz Hint Okyanusu, suları ile üstümü ıslatarak şakalaşıyor benimle. Aldırmıyorum, mutluyum bu anlarda. Beit el Ajaip ve Beit el Sahel’in önünden uzanan Mizinghani caddesini geçerken, kulağıma bazen Rap müzik, bazen bu coğrafyanın ve Zanzibar’ın geleneksel müziği Taarab nağmeleri takılıyor.

Zanzibar’ın en ünlü Taarab sanatçıları Siti Bindi Saad ve Biki Dude. Gümrük ve feribot iskelesinin bulunduğu Malindi caddesinde, gündüz süregelen kaostan eser yok. Sessizlik ve zifiri karanlık çökmüş. Kaldırımlara uzanmış birkaç hamal, belli ki; küfürleşerek sohbet ediyorlar. Artık, karanlıkta da, Funguni Otelime giden, ıssız yolları öğrendim. Odamdayım, çok halsizim, aşırı su kaybından olacak, kolumu kaldıracak halim yok. Nungwi sıcağı kötü çarptı bugün. Hemen uyumalıyım.

17.02.2010 ( STONE TOWN - PAJE )

Bugün, Unguja Adasının güney sahillerinde bulunan Paje köyünde sıra. Otelin terasında, güneşin yavaş yavaş acıtmaya başladı saatlerde, balıkçılardan gelen ve artık kanıksadığımız ağır koku içerisinde yapılan kahvaltı sonunda, daladala duraklarının olduğu Darajani Pazarına yürüyoruz, ama, ağır adımlarla. Dün sabah, Nungwi’ye sabah iş saatlerinde gittiğimiz için daladalalar çok kalabalıktı sanırım. Bugün, biraz oyalanıp, kalabalığın dağıldığı saatlerde gitmek fikri ağır basıyor. Darajani Pazarının karşısındaki meydanda Paje’ye giden 324 hat numaralı daladala’yı arıyorum. LP’nin yazdığı bu numarada daladala yok.

Tereddüdümüzü gören ayakçılar hemen etrafımızı sarıveriyor ve Paje’den geçen başka daladaların önüne götürüyor ve fiyatları da kendileri tesbit ediyorlar. Dün, en uç noktaya, Nungwi’ye giderken 1500 Tsh ödemiştik. Daha yakın olan Paje ücreti birden 3000 Tsh’e yükseldi. Zavallıların, bu kurnazlıktan beklentileri en fazla 1 $ civarında. Ayakçılar bir de parayı peşin istiyorlar. Zavallı şöför, kenardan olan biteni izliyor, ses çıkaramıyor. Şöföre yönelip, 1500 Tsh teklif etmeye başlayınca, ayakçılar birer birer kayboluyor. 09.30’da hareket ediyor, daladala. Ama, öyle çok durup kalkıyoruz ki, silkelenmekten şimdiden hoşaf gibi oldum. Anlaşılan, sabahki plan tutmadı, günün her saatinde kalabalık daladalalar. Bugün, dünün skorunu egale ediyor ve 23 kişi oluyoruz daladala’nın arkasında. Paje’ye ilerken, Stone Town’un gerçekten büyük bir kent olduğu anlaşılıyor. Kentin dış mahalleleri basit kulübeler, çöp yığınlarından oluşan bir kaos çerisinde.

Araç, bir ara, ana yoldan çıkarak, bir briket imalathanesine yanaşıyor ve tepemizdeki saç tavan üzerine, ne olduğunu anlayamadan yüz adetten fazla briket yükleniyor. Artık, şöför daha temkinli gider derken, değişen bir şey olmuyor ve savrula savrula, birbirimizin kucağında devam ediyor Paje yolculuğumuz. Briketler, üzerimizdeki saçı zorluyor olmalı, zira gıcırtılar başladı tepemizde. Daladala uçarak giriyor virajlara, Allahtan, yanımda oturan, şişman zenci genç, Paje için yol ayrımında inmemiz gerektiğini söylüyor, canımızı kurtarıyoruz.

Bir köyün kıyısında buluyorum kendimi. Tahmini bir yol tutturup, Nungwi girişine benzeyen, mercan taşlarından yapılmış, delik deşik dokulu, sıvasız, pencerelerine cam yerine, Hindistan cevizi yapraklarından örülmüş hasırların çivilendiği evlerin sıralandığı tozlu yollarda ilerliyorum. Evlerin kuytuları, zaten zayıf esen rüzgarı kesince, bir cehennem sıcağının içinde buluyorum kendimi. Cildimin her gözeneğinden ter fışkırdığını hissediyorum. Zamanın durduğu izlenimi veren, sessiz, dingin ve sıcakta, evlerinin beton verandasına uzanıp uyuyan kadınlar, çocuklar, ilgisiz, hatta kızgın gözlerle bakıyorlar. Belki de; mahremiyetlerine girdiğimizi düşünüyorlar. Her evin yanında, su yalağına benzeyen taşlar görüyorum. Oysa, hayvancılık yok göründüğü kadar buralarda. Sonra, dikkat ediyorum, mezar taşı bunlar. Kolayca, evlerinin yanına gömüveriyorlar ölülerini demek ki. Fotoğraf makinelerini görmeye dahi tahammülleri yok. Bir ağacın altında oturan gençler, tişörtümdeki “ hakuna matata “ ( yerel Swahili dilinde kafanı takma, problem yok anlamına geliyor. ) yazısına nazire olarak, problem, big problem diyerek laf atıyorlar. Anladığım kadarı ile, turistik cennet olan bu köyler turiste yabancı. Zengin turistler, köy dokusuna girmeden, sahil boyunca uzanan lüks otellere kapağı atıp, yerel dokudan izole bir tatil geçiyorlar. Köy içinde dolaşmış olsalar, hiç değilse, birkaç deniz ürünü, kabuklusu satan çocuklar görürdük. Stone Town, yabancılarla öylesine haşır olmuş ki; daracık sokaklarda dolaşan yabancıların peşine takılan çocuklar; “ jambo, jambo “ ( Swahili dilinde merhaba demek ) diye bağırarak tempo tutuyorlardı. Sahile yaklaştıkça, çok uzun kokonat ( Hindistan cevizi ) ağaçları sıklaşıyor. Sonunda, alışılmadık, yeşil ışıltıları ile parlayan denizi görüyorum. Med- cezir olayı bitmiş, çekilen deniz, balıkçı teknelerini, çoktan mercan kumların üzerine oturtmuş. İki balıkçı, teknelerinin çevresine yerleştirdiği kokonat yapraklarını yakarak, tekne ağacını ısıtıyor ve kalafat hazırlığı yapıyor, zift kutusu da yanında. Çekilmenin bittiği yüzlerce metre ileride, dalgalar kırılıp, beyaz bir duvar oluşturuyorlar, uğultuları buraya kadar geliyor. Dayanamayıp, Musa gibi denizin içine dalıyorum, ama, deniz beni görünce çekilmiyor, ben, çekilmiş denizin içine giriyorum. Hayret, dün Nungwi sahillerinde gördüğüm harika renkli deniz yıldızlarından, diğer kabuklulardan bir tane yok. Daha ilerilere giderken ürperiyorum, sular, aniden geri gelse, burası kaç metre derinlikte olur acaba.

İleride, denizin içine saplanmış kazıkların yanında, kadınlar görüyorum. Kazıkların arasına gerilmiş iplere, az ötede suyun içinden topladıkları bir tür yosun demetlerini bağlıyorlar tek tek. Asık suratlı üç kadın, suyun içine oturmuş, konuşuyor, çuvallar içindeki yosunlar bittikçe, daha derinlere, göğüslerine gelen sulara giderek, çuvalları tekrar doldurup dönüyorlar. Jambo selamıma bile karşılık alamadığım için, yaptıklarının ne olduğunu sorma cesareti bulamıyorum. “Yemek için mi “ diyorum İngilizce, soğuk bir “ no “ geliyor. Ben de, çaktırmadan, suyun içinde hareket eden iri göğüslerini, renkli giysilerini ve yaptıkları işi fotoğraflamayı beceriyorum. Az ileride, elinde kocaman bir yengeçle suya oturmuş bir zenci genç görünce yaklaşıyor ve kadınların ne iş yaptığını soruyorum. Motor gibi bir İngilizce ile beni abandone etse de; bu yosunların, bağlanarak büyütüldüğünü, sonra da, köye gelen firmalar tarafından satın alındığını, tıp, kozmetik ve tekstil sektöründe kullanılmak üzere Japonya ve Avrupa’ya ihraç edildiğini anlayabiliyorum.

Posterlerden tanıdığım Zanzibar’ı en iyi ifade edecek bir panorama içindeyim. Suların biriktiği küçük çukurlarda su öylesine ısınmış ki; sandaletimle, içine bastığımda ayaklarım yanıyor sıcak suda. Sıcak, aman vermez oldu yine. Geri dönerken, sahilde dolaşan, kırmızı giysi, beyaz terlik ve gözlükleri ile hemen belli olan Maasaileri, sahile paralel uzanan kokonat ağaçlarını, iptidai, ama, sahile çok yakışan, ağaç dallarından yapılmış şezlongların ötesinde uzanan beyaz mercan dünyasını fotoğraflıyorum. Sıcaktan, pes etmeye yakın, sahildeki Kınazi Upepo isimli ve genellikle yabancıların kaldığı bir tesisin, serin restoranına sığınıyorum. Deniz ürünlerinden yapılmış pizza ve Tanzanya’nın Safari’si kadar isim yapmış ve gerçekten çok lezzetli Tusker bira sipariş ediyorum, gölgede kendime gelmeye çalışırken. ( 11500 Tsh + 3000 Tsh) kısacası, Allahın unuttuğu bir yerde, en lüks restoranda bile bira, benim ülkemdeki bakkaldan daha ucuza satılıyor. Hem de doyumsuz lezzetine, at çişine benzemeyen tadına rağmen. Sanki, Tusker bira ile önümde uzanan sonsuz türkuaz deniz daha da renklenip, güzelleşiyor. Ender anlarımdan birini yaşıyorum. Sanki, bu dünyadan terk-i diyar eyleyip, başka bir kainatta gözlerimi açmışlar ve bak bu gezegen, senin ömrünü yitirdiğin, isli pisli dünyadan çok farklı diyorlar bana.

Ardı ardına deklanşöre basıyorum. Bir ara fark ediyorum ki; beyaz kumlar giderek, daralıyor, yerini, yeşil parıltıları ile sular almaya başlıyor. Ben de; suyun gidişini göremedim, ama dönüşünü göreceğim diyerek, sahilde, ayaklarım suda, bekliyorum. Sık sık da, geri geliyorum sular, beyaz mercan kumlara hücum ettikçe. 14.30’da başlayan devinim, 15.00 de hızlanıyor ve tekneler, güneş altındaki uykularından uyanıp, hareketleniyorlar. Pause modundan start moduna geçti, kainat bu coğrafyada. Harika bir renk cümbüşü, doyumsuz görüntülerin yanındayım. Biliyorum, bu güzellikleri birebir fotoğraflayamayacağım, böylesi çılgın bir güneş altında. İmkan olsa, ekipmanları kurup, saatlerce bekleyerek, bunları belgelemek için çok şeyler verebilirdim şu anda. Gezimin bütün faturalarını, bütün olumsuzluk ve yorgunluklarını unutturacak bir alemle hemhal oluyorum. Artık sahilden 5-6 metreden fazla ilerlemem mümkün değil. Sular mekanlarına geldi, mercanların altında kimbilir ne hayatlara devinim verebilmek için.

Bu unutamayacağım anlar da bitiyor her şey gibi. Toparlanıp, ikide bir de, geriye dönüp denizi seyrederek, köyün içine giden tozlu patikaya giriyorum. Bu köyde, sonsuz siesta devam ediyor hala. Sabah, gördüğüm insanlar, aynı yerlerde, uyumaya devam ediyorlar. Belki de; bu sıcakta yapılacak en akıllıca işi yapıyorlar.

Sabah indiğim kavşağı buluyor ve ilk gelen daladala’ya biniyorum. Bu kez de, dönüş yolunda fazla yolcu yok. 5-6 kişiyi geçmiyor yolcu sayısı ve vücudumu, yüzümü rüzgara vererek, bir buçuk saat sonra, Stone Town varoşlarına varıyor, az sonra da, Darajani Pazar yerinin karşısındaki garajda iniyorum.
Otele gitmeden, son kez, kentin, rutubet, egzost ve ticaret kokan sokaklarına dalıyorum. Aradığım nitelikteki tişörtlerden de buluyorum bu arada. Üzerlerinde “ hakuna matata “ yani takma kafanı yazıyor. Bu deyimi sevdim ben, Tayland’da da, aynı anlama gelen “ mai pen rai “ deyimini çok sevmiş ve çok kullanmıştım. Yeri gelmişken, Doğu Afrika ülkeleri başta olmak üzere, Hint Okyanusu kıyısındaki ülkelerde, Komor Adalarında konuşulan bu yerel lisandan birkaç kelime vereyim de, bu topraklara gidecekler, yararlanır.

Karibu- hoş geldin, kwaheri- güle güle, simba- aslan, pole pole- yavaş yavaş, jambo-merhaba.

Hava kararmak üzere, aklım, Forodhani bahçelerindeki, ahtapotlarda, kalamarlarda ama, öyle yorgunum ki; üşenmek ağır basıyor ve odama çıkıyor, miskin, gayesiz geçen bir saat sonrası, davranıp notlarımı yazıyorum. Zanzibar gezisi fiilen bitti artık. Yarın havaalanına transfer var, keşif yok. Heyecan, görülmemişi görmenin verdiği o derin heyecanlar bitti artık. Zanzibar’da StoneTown kentini üs tutarak, civarı dolaştım. Malindi caddesi yakınlarındaki, bu rahat ve huzurlu otel için, kahvaltı dahil 15$/gece ödedim.

Bu gezimde, her bilgi kaynağından edinebileceğiniz ansiklopedik bilgiler vermek istemedim. Bence, daha önemlisi, gezilen yerde karşılaşılanlar, hayat standartlarını anlatmak. Ben, bunu, kafa lambası gibi, bedenime monte edilmiş bir kameranın kaydı gibi, an be an yaşadıklarımla anlatmayı seçiyorum.

Sevabıyla, günahıyla.

Gezdiğim ülkelerle ilgili fotoğraflarımı,

www.picasaweb.google.com/metindenizmen adresinde izleyebilirsiniz.

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..