Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Aralık '10

 
Kategori
Öykü
 

Zarflar Dolusu Yalnızlık

Zarflar Dolusu Yalnızlık
 

Zarflar Dolusu Yalnızlık


İkindi vaktiydi. Saçlarını toplayıp yola koyulmak üzereydi güneş. Güneşin gidişine üzülen şu yalnız bulut, gözyaşlarını daha fazla gizleyemedi. Kulakları sağır edecek bir hıçkırığın ardından akıttı gözyaşlarını yeryüzünün avuçlarına. Bu yağmura ahmakıslatan derler. Ahmaklığımı ıslatmak için belli belirsiz adımlarla yürüdüm Cadde-i Kebir’de. Caddenin sonundaki çay ocağında çay içmek istedim sonra.

Yalnızlıkla hep bu küçük çay ocağında, hatta hep bu masada buluşurdum. Yine oradaydı… Yine engin misafirperverliğiyle karşıladı, buyur etti masasına beni.

- Çay içer misin? diye sordu genç garson.

Cevabımı beklemeden çayımı getirdi. Bu soruyu sorması tamamen ağız alışkanlığıydı. Benim bu küçük çay ocağının müdavimi olduğumu bilir, tek şekerli açık çayın tiryakisi olduğumu hatırından çıkarmazdı.

Ben çayımı karıştırırken çay ocağının kapısının üzerindeki birkaç alüminyum parçasından oluşan aksesuar şıngırdadı. Kim asmıştı ki bunları buraya? Bakışlarım kapıdaki adama saplandı. Onu da –neredeyse- her geldiğimde burada görürdüm. O da bu çay ocağının ve hatta kapıya en uzak şu masanın müdavimiydi. Hemen hemen her gün gelir, burada mektuplar okur, cevaplar yazar ve beni de merak denizinde kulaç atmaya davet ederdi.

Üzerinde uzun, eski bir palto, dizleri artık iyice solmuş bir pantolon, ayağında ise burun kısımları yıpranmış ayakkabılar vardı. Alnındaki çizgiler sanki hüzün ırmağının yatağı gibiydi. Saçı sakalı birbirine karışmıştı. Sarının en kötü tonu, bu adamın bıyıklarında olmalıydı. Bakışlarımı bu adamdan bir türlü alamıyordum. Daha da dikkatli bakınca, tırnaklarının uzun ve pis olduğunu gördüm. Elleri de aynı şekilde kirliydi.

Kimdi bu adam?

Paltosunun cebinden dokuz-on tane zarf çıkarıp masaya koydu. Birini açıp okumaya başladı. Sonra diğerini… Sonra bir başkasını… Son zarfı da açıp okuduktan sonra, paltosunun diğer cebinden bir kağıt ve kalem çıkardı. Bir şeyler yazmaya başladı.

Ne yazıyordu acaba?

Üstüme vazife olmadığını biliyorum; ama garip, belki de anlamsız bir tecessüs işte benimkisi. Bu kadar mektubu, bu adama kim göndermişti?

Belki aşk mektuplarıdır.

İyi de, bu çirkin ve pis adama hangi kadın aşık olur da aşk mektupları yazar?

Kirli ellerin açtığı bu zarfları, hangi narin eller kapatmış olabilir ki?

Bilmez misin, “aşkın gözü kördür” derler ey yazıcı!

Kalemini bırakıp kağıdı katladı perişanlık abidesi adam. Mektubunu bitirmiş olmalı. Yavaşça kalktı masadan. Zarflarını toplayıp cebine koydu. Çıktı, gitti. Ben ise arkasından bakıyordum. Peşinden gidip gitmemek konusunda bir türlü karar veremiyordum. Sonunda gitmemeye; fakat bir sonraki karşılaşmamızda konuşmaya karar verdim. Merak etmek, ona dair hikâyeler uydurmak hoşuma gidiyordu doğusu. Nasıl olsa her gün gelir buraya, elbet karşılaşırız.

Bulutu daha fazla üzüp ağlatmak istemeyen güneş saatler sonra geri geldi.

Dün gece geç saatlere kadar, o adamı düşündüm durdum. Her gün kimlerden o kadar mektup alır, kimlere o kadar mektup yazardı? Adamı tekrar görebilmek, onunla tanışmak, hikâyesini öğrenmek arzusuyla çıktım evden. Küçük çay ocağına doğru yürüdüm.

Yoktu!

Dün, o adamın oturduğu masaya oturup beklemeye başladım. Arkamdaki masada bıraktığım ve yalnızlıktan sıkılan yalnızlık gelip yanı başıma oturdu. Kurtuluş yoktu anlaşılan bu illetten. Bir saat geçti, gelmedi. Bir saat daha… Bir saat daha… Bir saat daha… Elimdeki “Menekşeli Mektup”un yüz kırkıncı sayfasına gelmiştim; fakat bekleyişimin kaçıncı saatindeydim?

Bugün gelmeyecekti anlaşılan. Yarın sabah erkenden gelmek üzere çıktım çay ocağından.

Her gün gelen adam neden gelmedi ki bugün? Yalancı çıkardı beni…

Yine düşüncelerle geçirdiğim gecenin sabahı, erkenden çay ocağına geldim. Yine beklemeye başladım. “Menekşeli Mektup”a devam etmeden önce, bugünkü gazeteleri okumak istedim. Gündem gazetesinden başladım. Sadece manşetleri okuyup birinci sayfayı geçtim. İkinci sayfanın ilk haberi gözüme çarptı.

“Mektup hırsızı Edirne Garı’nda ölü bulundu”

Haberin yanında küçük bir resim vardı. Üzeri gazete ile örtülmüş bir adam cesediydi resimdeki. Dikkatlice baktım resme. Bu ayakkabılar… Bu pantolon…

Hemen haberi okumaya koyuldum.

“Edirne Garı’nda ölü bulunan Mustafa G. (56)’nin üzerinden her biri farklı şahsa ait yirmi adet mektup çıktı. Nüfus Müdürlüğünce yapılan araştırmadan sonra Mustafa G.’nin eşinin 8 yıl önce vefat ettiği bilgisine ulaşıldı. Daha sonra kızı tarafından terk edilen alkol bağımlısı Mustafa G.’nin, yalnızlığını posta kutularından çalıp cevapladığı mektuplarla gidermeye çalıştığı öğrenildi.”

Yalnızlık, alkol ve ölüm…

O adamla tanışmakta ne kadar geç kaldığımı haberi okuyunca anladım. Yalnızlığın çaresiz bir esiri de ben olduğum için onu çok iyi anlayabilir, derdine ortak olabilirdim. Ama yapamadım… Bunun pişmanlığını duydum yüreğimin derinliklerinde.

Haberi yazan gazeteciden o adamın mezarını öğrenmeliydim. Bir mektup götürmeliydim o adama. Hatta, her hafta bir mektup…


“Ey yalnızlık abidesi, kimsesizliğin garip tutsağı ey…”

……

…..

….

..

.

!!!

 
Toplam blog
: 11
: 839
Kayıt tarihi
: 15.05.08
 
 

Selâmdan sonra azizim, Seviyor hikâyeyi, şiiri, kalemi, kağıdı ve çayı... Marmara Gezetesi'nd..