Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ağustos '10

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Zarrük

Zarrük
 

Sen al eline kalemi, bırak avucunu defterinin üzerine gör bak gerisi gelir. Bu mantıktan yola çıkarak şu Dakka hiçbir şey düşünmeyen zihnime çok mu yükleniyorum kaygısı oluştu şimdi. Duyguları ne harekete geçirir? Hangi duygu toparlar şu ruhsuz halimi, hangi duygu adam eder? Sorumu sordum da hani cevap? Cevapları biliyorsun diyor içsesim. Sesi de pek içten geliyor, samimi… Güzel geldi kulağıma. Bu içses ile barışmanın geldi zamanı. Onu dinlemeliyim. Önünde sonunda bir karar verip kurtaracak bu her şeyi sorgulayan Descartes tavrımdan.

Güneşi kovalamakta gece. Annem bir köşede örgü örmekte. Çocukluğumun en net, en keskin karesi odur. Annemin ördüğü patikler… Çetin geçerdi kışlar burada yerküre ısınmadan önce. Bir telaş sarardı annemin dört bir yanını. Güzel ve yaptığı en iyi uğraşıydı örgü örmek. Hemen sabah başladığı patiği akşamına teslim eder bize ve o patikleri giymekten hoşnut atardık kendimizi dışarıya. Gündüz olmasını beklemezdik. Çocukluk bu ya. Eldivenimiz, atkımız, beremiz, montumuz ve o sımsıcak patiklerimiz… Kuşandık zırhlarımızı, soğuk savaşı başlatırdık arkadaşlarla. Hava atışıyla başlardı her dakikasından muhteşem hazlar aldığımız kartopu oyunumuz. Kardan adam yapar, kömürden yaptığımız paltosunun düğmelerini görmezden gelip, o da yetmezmiş gibi, kendimizden bir şeyler katıp bir güzel giydirirdik. Aman o üşümesin, azcık insana benzesin diye! Bizde avucumuzun içine sıcak hava vermekle meşgul ama bir o kadar da gururluyduk. Eserinin karşısında onu izleyen sanatçıları duruyordu sonuçta. Ne de güzel geçerdi kışlarımız. Kardan adam yapmak bir görevmiş gibi hemen sonrasında ısınmak için çekilirdik herhangi bir komşunun tandırına. Ekmek yaparlardı annelerimiz o tandırlarda. O sıcaklıktan faydalanmak üzere ayaklarımızı sarkıtırdık. Başlardık fıkralar anlatmaya, şarkılar söylemeye. Her tandır toplantılarında anlatılan fıkraları ezbere bilsek de, en korkunç olanından yine korkar en komiğine de yine katıla katıla gülerdik. Bıkmadan anlatılan o fıkralar tekrar tekrar anlatılmasına rağmen pek bir seviliyordu tarafımızdan. Peki ya tandırdan gelen o ekmek kokusu? Çocukluğumu hatırlatan bir diğer kokudur o… halen içime çekmekteyim onu hasretle, keyifle… Ya o bitmek bilmez kara ne demeli? Yağardı ya gece hiç durmadan, sabaha açar bakardık pencereden. Yolu görebilene aşk olsun. O tek kat evimizin önü bembeyaz… O kadar çok yağmış ki geceden, karşımdaki evleri görmek de zorlaşıyordu haliyle. Babam temizlerdi ya damımızı sabah erkenden, biz çocuklara da eğlence çıkardı. İlk işimiz o damdan atlamak olurdu. Eviniz tek kat ise atlamak o kadar da zor değildi hani. Asıl cesaret iki katlı bir evin damından atlamaktı ama o kadar da yüklenmeyelim şu çocukluğa demiJ

Her mahallenin vardır meşhur bir bakkalı ve tabi ki meyvelerle dolu bir bahçesi. Bizim meşhur bakkal cimrinin tekiydi. “ yaz deftere” derdi ebeveynlerimiz “ yazıyoz da silemiyoz bir türlü ne olcek? “diye alınırdı cevaplar. Hele o elma, armut dolu bahçe yok mu, nasıl çekerdik o bahçeye girme özlemini. Bu bir kural mıdır? Versene oradan iki üç erik ölür müsün ihtiyar? Vermezdi…

Yaz geceleri düğün gibi geçerdi. O ne kalabalıktır o. Bu kadar gürültü belki şu zamanlar kaldırılacak şeyler değildi. İçimizde biriken o enerjiyi öyle de güzel atıyorduk ki zaten anne ve babamız da desteklerdi bizi. “çocuktur oynasın bir şey olmaz “ bizde onlardan aldığımız bu yüzle pek bir şımarıklık yapardık. Çocuktuk sonuçta.

Ah âli dayı ah… Meşhur bir ali dayımız vardı bizim. Biz çocuklarla konuşan, bizi gördüğü her an başımızı okşayan bir o vardı. Kimse öyle davranmıyordu bize. Onun gösterdiği özen, sevgi çok güzel örnekti bize. Hiç görmediğim dedem yerindeydi o. Bu yüzdendir ki sahiplenmiştim onu.

Ne meraklı olurdu şu çocuklar. Ablalarımız girerdi ya bir odaya pıs pıs konuşurlardı saatlerce, delikten bakmakla yetinirdim ben de. Meraktan çatlardık, almazlardı içeriye. Allahım ne de çok konuşurlardı. Bizde de bir özenti bir özenti… Hemencecik büyümek isterdim o Dakka. Doksanlarda çocuk olmak gibisi yok. Çılgın bedişlerimiz vardı bizim. Bilmezdik öyle gossip girl falan. Warner bross sağolsun looney tunes u ne de güzel izlerdik. Hele onları büyüklerimizde şöyle göz ucuyla izlerlerdi ya çaktırmadan nasıl sevinirdik anlatamam…

Ablalarımız, ağabeylerimiz, amcalarımız… Mahallemizde hepsi bir figürdü bizim için. Örnek alırdık onları. Her dediklerini can kulağıyla dinler, bir dediklerini ikiletmezdik. Şimdi ne o ağabeylerimiz kaldı mahallede ne de ablalarımız. Evlendi ablalarımız, kimi okumaya gitti. Ağabeylerimiz askere. O meyve dolu bahçe de yok şimdi. İçi boş, yok hiç meyvesi. Ali dayımızın evi bir gece yandı. Kalanları topladı gitti. Mahalle bakkalımız da yok artık. İndirdi kepenklerini. Kar da yağmıyor eskisi gibi. Tandırımız duruyor da, içini ısıtacak dost sohbetler yok. Çocukluk arkadaşlarımın çoğu göç etti. Anne baba tarafından alınan kararlar biz çocuklara kesilmiş ağır bir faturaydı. Ablalarımız da yok. Evi yengeler istila etti. Bir gitmedir ki sürüyor. Bitmedi halen. İnsan işte, sürekli hareket etmekte.

Tam anlamıyla ifade edemediğim çocukluğum tabiî ki de bunlarla sınırlı değil. Başlıkları attım ben. Hem çocukluğa bu kadar özlem neden ben de bilmiyorum. Kim bilir gelen her yeni şey gidenleri aratıyordur. O masumiyeti, sıcaklığı, herkese güvenmeyi… Belki bunlara olan özlemdir. Tanımadığımız amcalardan neden şeker almazdık? Bunun sebebini sorgulamak pek de iyi gelmedi. Korktuk… Başparmağımızla işaret parmağımızı birleştirip “küs!” derdik, küserdik… Hemen ertesi gün serçe parmağımızı uzatır da “barış!” derdik işte bu kadar basitti ilişkiler. Çocukluğun altında karmaşayı aramak saçma olurdu tabi. Neden şimdi uzanmaz o serçe parmaklar? Yaşamayı bu kadar karmaşıklaştıran ne peki? Barışmak neden bu kadar zor? O özveri neden yok bizde? Bugün sorduğum bu soruların cevaplarını geçmişe dönüp sorguluyorsam, bunda hata vardır. Başın sıkıştığında topu hemen geçmişe atmanın yok bir manası. Bugün olanları anlayacak kadar büyüdüm. Cevapları bilecek kadar, soracak kadar hem de… İnsanlar değişir, fikirleri değişir, yaşam tarzları… Değişmesini istemediğim tek şey var insanlardan, o da: karşılıksız sevebilmeyi… Bir anne gibi mesela.

Çocuğunu koruyan, mutlu eden bir anne gibi…
 
Toplam blog
: 16
: 643
Kayıt tarihi
: 23.06.10
 
 

Muş doğumlu, 20 yaşında daha çömez bir yazarım... Hem ben sadece yazarım... Öyle bir tutku ki yaz..