Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Aralık '15

 
Kategori
Öykü
 

Zehra

Zehra
 

Ay çıktı. Kapıdağın arkasında yükseldi. Denize indi. Aydınlandı sular. Gecenin mavisiyle denizinki ayrıldı bir birinden. Sular Gelintaşının az ilerisinde burunu dönerek akarken anafor yapıyor, sandalı içine almış hafiften sürüklüyordu. Sıyırtmadaydı. Pomak Mehmet'in işaret parmağının üzerindeki misina yakar gibi gerildi. Asıldı balık. Asıldı Pomak. İki kulaç çekti çekmedi, küt dedi koptu misina, boşladı. Neredeyse dudağını yakmakta olan sigarayı hırsla denize tükürdü Pomak, küfretti.

-Gavurun balığı. Ulan ben de seni çekmezsem bana da Pomak demesinler.

Hırsla kalan misinayı mantara sardı. Kovada kalan canlı yemleri livara attı. Motoru çalıştırmadan kürekleri ıskarmozlara takıp asıldı. Döndü, Gelintaşını ve karayı soluna alıp pruvada belli belirsiz göz kırpan Doğanlar Köyünün ışıklarını tutturdu. Yakındı. Ay gerisinde denizde kaldı.

Balıkçı barınağına girip sakinlikte aktı sandal. Kıçtan demiri atıp gerdirdi, kıyıya atladı. Günün hangi saati olura olsun onu kokusundan mı, sandalından mı, yoksa her sefer verdiği balıklardan mı tanıyan tekir koşup geldi karanlığın içinden. Sıcak mırıltılar ve bekleyen gözlerle paçalarına sürünüp nazlandı başı yukarıda. Eğilip kucağına aldı kediyi. İri, nasırlı, kürek gibi elleri arasında kaybolan başını okşadı kedinin.

-Yok be oğlum, bu akşam ikimize de nasip yok. Sonra içine sinmedi, kısık kısık miyavlamakta olan kediyi yere bıraktı.

- Biraz dur hele  Sandala döndü livarın kapağını açıp bir iki istavrit ve izmarit alıp kediye attı. Kedi mutlu, başını sağa sola çevirip hırıltılarla balıkları yerken kahvenin yolunu tuttu.

Sakinlemişti hava. Kapıdağın kuzeye açık bu yakasını kesen, sert poyraz esintilerinin başlamasına az zaman vardı. Gün dönümüydü. Kapıyı açıp kahvenin sigara dumanıyla dalgalanan ılık havasına girdi. Bir iki masada kağıt oynayanları, diğerlerinde ikili üçlü oturup haberleri izleyenleri eliyle şöyle bir selamladı.

-Hayrola, boşsun gene bu akşam. Cevapsız bıraktı ocakçıyı. Gözü televizyona ilişti. "Dün akşam Cizrede çıkan çatışmalarda..."

-Kapat şu mereti, bana bir çay ver.   Arkasını kalabalığa dönüp cam kenarında dışarıda belirsiz bir karartı gibi duran denize gözlerini dikip oturdu. Omuzundaki eski mermi yarası sızlamaya başladı. Bir yerleri yandı, çıkaramadı neresi olduğunu. Çayını içip kalktı. Kimseye bir şey demeden çıktı gitti. Ters adamın tekiydi, takılmazlardı ona pek. Karanlıkta hayal meyal görülen tek katlı, bahçe içi evin yoluna düştü. Önce insanlar kirlendi, kirlettiler sonra denizi, her şeyi... Canı sıkılıyordu. Nedensiz...Arkasından konuştular kahvede kalanlar.

-Nesi var seninkinin, aksiliği üstünde gene.

-Aldırma, bu çatışma haberlerine dayanamıyor. Vurulmuş askerlikte oralarda bir yerlerde. Ondan olmalı. Hoş görün.

Pencere önündeki divana boylu boyunca uzandı. Kollarını çaprazlayıp başının altına aldı ellerini. Dışarıda çıkan rüzgarın sesi ve denizin hışırtısı duyulur oldu. Ay ışığının loş aydınlığında karşı duvarda dedesinin çapraz fişeklikli, elinde filintası resminde, gür kaşları altındaki siyah gözlerinde sanki hiç sönmeyen bir parıltı vardı. Dedesi Pomak Mehmet, Tımişvar'da Bulgar çeteleriyle uzun zaman çarpışmış bir komitacıymış zamanında. Sonra 93 Harbi'nde mübadil olara geldiklerinde ellerinde avuçlarında bir iki altın, üzerlerindeki giysiler ve küçük bir sepet içinde bir avuç kırmızı soğan tohumluğundan başka bir şey yokmuş. Arkalarında bırakıp geldikleri bir yaşam, topraklar, evleri, anılar ve göç yollarında hastalanıp ölen hiç görmediği abisi Ahmet. Hükümet onları buraya yerleştirmiş muhacir olarak, şimdi içinde evlerinin olduğu, anasının kırmızı soğan ektiği bir dönümlük bu küçük zeytinliğe. O zamanlar köyde üç dört hane Rum evinden başka bir şey yokmuş. Köyün o zamanki ismi Dragonda imiş. Rumlardan zeytinciliği öğrenmişler. Sonra kırmızı soğan yetiştirmeye başlamışlar; eh deniz de onları çağırıyormuş; sonra balıkçılık, kendiliğinden. Gözleri yaşardı..

Yan odada uyumakta olan anası öksürdü. Kalktı sonra. Gürültüyle mutfağa geçti. Sürahiden bardağa boşalan suyun sesi doldurdu odayı sessizlikte.

-Oh, çok şükür. Geldi ışığı açtı.

-Memet, kızancığım, ne zaman geldin, hiç duymadım be ya. Uykum kaçtı, hadi toparlanda  edelim iki kelamcık.

-İstemez ana, canım sıkkın. Hem ben senin edelim iki kelamcık deyince kelamın nereye geleceğini biliyorum. Tutturursun gene Zehra diye.

-Nesi varmış Zehranın. Gül gibi kız, güzel. Güçlü kuvvetli, elinden her iş gelir. Benim şunun şurasında ne kadar ömürcağazım kaldı. İsterim göreyim mürüvetini. Soruşturmuşum, bak onun da gönlü var hem.

-Bırak şimdi mürüveti. Geç oldu, git yat. Hem benim de uykum geldi.

Az sonra ikisini de gece ve uyku kollarına aldı. Sesler iyicene kesildi dışarıda. Rüzgarın sesi çıktı. Sallandı zeytin dalları, deniz ürperdi kıyıya sokuldu. Ay Marmara Adasının üstüne indi. Bir baykuş öttü gecede, yayıldı ses, dağa vurup geri döndü sönüklendi. Mehmet uykusunda dönüp duruyordu. O gün üç dört saat uğraşmış neredeyse beline gelen bir minakop tutmuştu. İnanılmaz güzel bir balıktı. Denizin ve deniz dibinin bütün renklerini pul pul almış, menevişlenen gövdesine iki yanlı yerleştirmişti sanki. Erdekte müzayedede az para vermişler, o da inat etmiş, atlamış o küçük tekneye Kumkapının yolunu tutmuştu. Orada satmış, geceyi sandalında geçirip ertesi gün dönmüştü. Doğrusu değmişti, iyi para kazanmıştı. Ter içindeydi. Hala dönüp duruyordu. Kilometrelerce koşup, yüzüyorlardı. Son sürat giden Zodiak botlardan tam teçhizat denize atlayıp, sonra içeri alınıyorlardı. Kaplumbağa, yılan yer, dağ tepe dolaşır olmuşlar, paraşütle atlayıp, tüplü dalışta ve her türlü silah kullanmakta usta olmuşlardı. Önce Foçada, sonra Poyrazköyde, sonra Eğirdirde çakı gibi bir komando şekillenmişti ondan. Huzursuzluğu arttı, dönmeleri çoğaldı, kalp atışları hızlandı. Toprak yolda menfeze tuzaklanmış bomba gürültüyle patladı. Her şeyi bastıran cırcır böceklerinin sesi bıçakla kesilmiş gibi duyulmaz oldu, hiç bir şey duyulmaz oldu. Zırhlı araç devrildi. Ortalığı toz duman, bağırmalar, küfürler, ve karşılıklı ateş eden silah sesleri aldı. Durdu sonra. Birisinin kopan ayağı postalın içinde gelmiş üzerine düşmüştü. Sağ omuzunda bıçak saplanır gibi bir acı oturmuş, üstü başı kan içinde kalmıştı. Gözleri yaşardı, karardı sonra. Sadece güneş yakıyordu. Susuzluk...Birisinin bağırdığını işitti. Neden, neden, ne...

Sakinledi epey sonra, rahat bir uykunun derin, düzenli soluklanma sesi yayıldı. Elişi oymalı beyaz başörtüsünün altından alnına buğday başağı perçemler düşen, omuzlarının iki yanından neredeyse beline inen gür örgülü sarı saçları ve ışıltılı deniz mavisi gözleriyle bir kız geçti dalgalanarak. Dudaklarına silinecekmiş gibi hafiften mutlu bir gülümseme yayıldı belli belirsiz. Rahat, derin bir uykunun ipek kollarında derinleşti.

Güneş henüz göstermemişti kendisini. Tül gibiydi deniz, kıpıtısız uzanıyordu. Sabahın mavi aydınlık buğusu tütüyordu denizin ve dağın doruklarından. Erkenci bir karabatak sürüsü buğuyu delerek çıktı geldi, denizi yalarcasına uçup hızla uzaklaştı. Kanat sesleri asılı kaldı arkalarında sessizlikte. Sandalı çözdü atladı. Gelintaşının önüne gelince akıntıya bıraktı. İçinde tarif edemediği bir mutluluk vardı. Oltayı denize saldı, baktı arkasından. Güneş dağın ardından kurtulup suyu ışıdı. Bütün gücüyle bağırdı. Sesi patladı.

-He ana, he ana, he, he, he... Ses Gelintaşına vurup geri döndü. Ses verdi taş. İste, iste, iste...

Balık olanca kuvvetiyle asıldı...

Akın Yazıcı

24 Aralık 2015/ İzmit

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..